Kuşadalı İbrahim
(İbrahim Hakkı ÖÇAL)
Melami
SOHBETLER 1 - 5
Meksav Yayınları
1998
SOHBET 1 (28-07-1995)
Bismillahirrahmanirrahim;
Onlar Evliya’dır. Onlara korku yoktur ve mahzun olmazlar. Neden mahzun olmazlar? Allah’a teslim ettiler kendilerini, Allah’a söz verdiler de o makama geldiler. “Efendim, şu şöyle olsaydı da, böyle olsaydı ya !..”. Yok öyle şey. Sen akıl mı öğretiyorsun, fikir mi yürütüyorsun, faraziye mi anlatıyorsun sen!.. Olmadı... Sakın ha!.. İçinizde böyle düşünenler, tefekkür edenler varsa vazgeçsinler.
Pir Hazretleri diyor ki:”Et tevhidü iskat-ul izafa”, Tevhide aykırı hareketleri at, içinden, gönlünden at. Gene olamadın Melami, gene olmadın Fırkayı Naciye !.. Sana makam verdi efendi ama daha müsevvişlerin var, yanlış fikirlerin, yanlış düşüncelerin var. Öyle makam vermekle bu mümkün değil. Bunu, yaşayışta, alışverişte, merhaba da arayacağız. Kim farkında olur bunun? Mürşid-i Kâmil olur. Kimin nesi varsa, Mürşid-i Kâmil beyan eder.“Efendim, Mürşid-i Kâmil bana elini vermedi, götürmedi !..”. Ara, araştır... Bundan daha büyük ders mi olur, tokat mı olur?. “İltifat etmedi bana ya !..”. Sende bir noksan gördü.. “Onlar arzımın üzerinde yüce dağlar gibidir.”. Dağlar var ya hani, dengeyi tutuyor. Böyle olduğu zaman Tevhit oldu. İkiyi birlemedin !.. Evvela, tevhid edemediğimiz ve Allah’a havale ettiğimiz, Ef’âl, Sıfat ve Zatı aldı, verdi bize o zaman tevhidi. Müşahede ettik ki; Yunus bu makamda şöyle diyor;
Hoştur bana senden gelen, Ya gonca gül, yahut diken
Ya hilattir yahut kefen Narında hoş, Nurunda hoş
Miskin yunus sana kuldur İster ağlat, ister güldür,
İster şâd et, ister öldür Narında hoş, nurunda hoş
Ya !.. Gördün mü? Bize küçücük bir diken batsa, yahut ta bir şey olsa!.. İşte, ”Lâ hafvun aleyhim ve lâ hum yahzenun”. Onlar mahzun olmazlar. Onlar cennet budalası değillerdir. Şimdi ne oldu? Mülkün sahibi oldun, tasarrufu sana verdi, itimat ettiği için, inandığı için tasarrufu sana verdi.
Verir mi hiç? Vermez. Katiyen vermez, ancak tam ubudiyet olursa, tam teslimiyet olursa verir. “Ben falan kişiyi aldattım”. Aldatmadın! Aldatmadın, sen aldandın. O aldanmaz, aldanır gibi görünür O, ama sen yaptığından utan. Mürşide teslimiyet yoktur. Mürşit, müridi Allah’a biat ettirir. Hiç bir mürşit dese ki; “Bana biat etti”, lafın gelişi o, sureti zahirede öyle. Hiç bir mürit Mürşid-i Kâmil’e intisap etmez. Ayet-i Kerim’e: “Ey Muhammet! Şüphesiz sana baş eğip ellerini verenler, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.”,sen arada bir vasıtasın. Cenab-ı Allah Teâlâ Hz. O mürşidi tam kemâlatta bulmuş, tam teslimiyette bulmuş. Ve ondan sonra tam teslimiyeti Allah’a yapıyor.
Ne kadar merhale kat ediyoruz... Ef’âl’imizi, Sıfat’ımızı, Vücut’umuzu Hakka veriyoruz. Mal sahibi değiliz, mülk sahibi değiliz. Mal sahibi, mülk sahibi O. Tam itimattan sonra gel diyor. Hoşuma gider benim, Karaosmanoğlu hikâyesi vardır; Atına binmiş birisi, gidiyor. ”Kimin bu tarafı?”, soruyor, “Karaosmanoğlu’nun” diyorlar. “Burası?”, ”Karaosmanoğlu’nun”.
Saatlerce gidiyor, hep Karaosmanoğlu. Geliyor bir yere atın yularını doluyor boynuna, ”Git sende Karaosmanoğlu’nun ol “ diyor. ”Neden öyle yapıyorsun?” diyorlar, ”Saatlerce gittim, hep Karaosmanoğlu, atım da onun olsun” diyor. ”Gel şurada biraz dinlen” diyorlar ve Karaosmanoğlu’na hadiseyi ulaştırıyorlar. “Çabuk” diyor Karaosmanoğlu, ”Falan yerde 500 dönüm tarla, mahsulüyle, ırgatıyla verin o adama”, adam ”Neden veriyor?” diyor. “Sen Karaosmanoğlu’na atını verdinde o sana 500 dönüm tarla vermez mi”.?
Tevhide girmeden duymuşumdur bunu. Şimdi biz Ef’âl’imizi verdik, sıfatımızı verdik, vücûdumuzu verdik. Eh, Allah Karaosmanoğlu değil canım. O, bütün mülkünü veriyor. Bütün mülkünü öldükten sonra veriyor. Öle öle buraya geldik ama onların dediği gibi değil. Cenk Koray mı? Ha, evet o, bir kitabı varmış. Bir dostum okumuş. Bir defa, iki defa, üç defa, dört defa, beş defa gidip, gelecekmişsin! Hazreti Peygamber için de geldi, gitti diyor. Ve bu mertebeye erişti, filan, filan! Bakara suresinden de bir ayet almış. Dedim; “Evladım, tetkikatım, tetebbuatım neticesinde, soruşturmam neticesinde, çeşitli mezhep ve görüşler var. Ehlisünnet vel Cemaat mezhebinde bu yok. Yalnız ruhların tekâmülü var, tenasühü yok. Ondan ona geçme yok. Benim inancım bu. Ötekilerini okumuşumdur, ama ben kabul etmedim”. Benim büyüklerimde böyle bir telkinde bulunmadılar. Benim inancım Ehlisünnet vel Cemaat mezhebindedir. Buraya gelinceye kadar bir çok merhaleden geçtik Reenkarnasyondaki inanç gibi değil!. Ehlisünnet vel cemaat da ruhun tekâmülü vardır. Tenasüh (Reenkarnasyon) yoktur. Çünkü Cenab-ı Allah Teâlâ Hazretlerinin tekvin (yaratma) sıfatı vardır. Bir yarattığını bir daha yaratmaz. Boyacı küpü değil bu!.. Çok dikkat etmek lazım, araştırmak lazım, Tevhide uygun mu, değil mi?
Biz, bidayette tevhit ehliyiz, deriz. Tevhit ehli madem ki kabadayıdır, tevhit edebilir !. Niçin Ef’âl’imizi, Hakk’a, sıfatını Hakk’a, vücûdunu Hakk’a veriyor? Etse ya tevhid!.. Mümkün değil çocuklar. Kim yaparmış tevhidi? Allah... Bizatihi kendi tevhid eder. Çünkü Cenab-ı Hak Teâlâ hazretlerinin yarattıklarını, ne yaptıklarını, ne ettiklerini sen nerden bilirsin. Allah’ın yarattıklarının yaptıklarını nereden bileceksin. Sana isabet eden, gördüğün şeyler, tefekkürlerdir.
Efendim Ahmet Efendi merhum... Şöyle dua edin derdi; ”Ya Rabbim, dilime doladığın zikri dilimden alma, gözümden kaldırdığın perde-i gafleti bir daha çekme”. Mühim... İşte bu zikrimizle, gözümüzden kalkan perdeyle her şeyin Hakk’a ait olduğunu görürüz. Ve sen, tam fedakârlık yaptın, tam boyandın sıbgatullah’a. Dönemezsin artık, O’da gel diyor; “Sen tevhit et”. “Sen, ben olmuşuz hem”. Bakın çocuklar Allah varsa hiç bir şey yok, Allah yoksa her şey var. Madem Allah var, biz gölgeden, hayalden ibaretiz. Ne ibadetimiz var, ne imanımız var, ne dinimiz var. Din ’de O’nun, İman ’da O’nun, Vücut ‘ta O’nun, Ef’âl ’de O’nun, Sıfat ’ta O’nun, Zat’ta O’nun. Ya!.. İşte Fırkayı Naciye’ye girmek için buradan geçmek lazım. “ Benim ibadetim var, benim orucum var, benim ilmim riyazetim var !.. “ Olmaz öyle şey.. O’nun, hepsi O’nun kardeşim. Var mı Ayet-i Kerime? Var: ”limenil mülk-ül yevm” Mülk kimin bugün? Cevap veren yok ki. “ lillahil vahidil kahhar”. Vani Efendi gibi olmayalım!.. Niyazi Mısri’ nin yakaladığı Şeyh-ül İslam Vani Efendi var. Bir türlü kabul edemiyordu. ”Vücut vücudullah ama bu vücut nereden geliyor?”. Nihayet bir gün anladı ve Niyazi Sultan diyor ki ; ”Bugün gün dolandı, Kâl’a’yı van alındı”. Ya, gördün mü, Vani efendinin kale gibi inancı vardı. Yıktı onu.. Hiç bir şeyimiz yok. “İbadet..”. Sen kimsin? Nasıl ibadet edersin? Şeriat’ la deniyor. ”Allah ibadetlerinizi görür-veyahut gördü-, sizde Allah’ı görür gibi ibadet ediniz”. Demek var bir Allah. Ne zaman zuhura gelecek? Sen yokken.
Hocalarımız : “Ahrette inşallah Cenab-ı Hakk’ın cemalini görmek nasip etsin.”. der. Yahut görürüz, der. Yok öyle bir şey. Hiç bir zaman bir kul Allah’ı göremez, göremeyecektir. Neden? Nasıl olur? Misal vereyim size. Bak burada ilim adamları var. Güneş, kâinat kurulduğu zaman, hem kendi yörüngesinde, hem de etrafında dönerdi. Kaç tane parça koptu, Uranüs, Zuhal vs. ta ki bu hale geldi... Şimdi, Barajdan evlere elektrik geliyor. Onu bizim aletlerimiz var, küçültüyor, kullanıyoruz, doğrudan doğruya gelse, yakar. O halde sen kimsin Allah’u zül Celal’i vel ikram karşısında oturup konuşacaksın. Yapmayın böyle çocuklar, basite almayın bu kadar!
Rasûlullâh Efendimiz bunu anlatmaya çalıştı ama anlatamadı.”Men reani fekad real Hak- Beni gören hakkı gördü”, dedi. “Sen mi?”, dediler. “Yok”, dedi. ”Ene beşerun misliküm yuha iley”. “Bende sizin gibi beşerim, bana vahyedilir” dedi. O, şekilden münezzehtir, zamandan münezzehtir, mekândan münezzehtir. Yalnız şu var çocuklar. O’nda fenafillah olmak var. Allah’ı kim görür? Kendisi görür. O halde, sen onda fani olursan! Misâl vereyim; milyonlarca yıldır Menderes denize akıyor, dese ki,”Ey deniz benim sende kaç metreküp suyum var”. Hayda! Ne oldu? Deniz oldu. Onun hesabı verilir mi? Verilmez. İşte sen... Ayeti Kerime çok açık: “İlallahil masir”. Dönüş Allah’a dır.
Ama Allah olmak yok.. Allah olmak yok. Çok dikkat etmek lazım.“Benim mürşidim, benim Allah’ımdır” diyenleri duydum ve çıkıştım ben onlara, yıllarca evvel... 60 kiloluk leş Allah olmaz. Allah’ta fani olur, ama Allah Allah’tır. Neye benzer? Bir güneş, tek güneştir. Orada doğar, burada doğar. O da güneştir ama esas güneş odur. Allah; “Hiç bir yere sığmadım, mümin kulumun kalbinden de çıkmadım”. Eee, Peki, Allah sende midir? Sendedir, ondadır, bundadır. Kabili taksim değildir. Hava, kabili taksim değildir. Allah’a ubudiyet, teslimiyet... Herkes haddini hududunu bilmelidir. Yoksa zarar çeker. Allah, bu intikamı kattiyyen bırakmaz. Hem burada alır, hem de orda alır.
Onun için diyorum ki çocuklar; Tevhit müstesna bir ilimdir. Müstesna bir ibadettir. Küçümsememek lazım. Cenab-ı Allah’ın en büyük hediyesi, bundan büyük bir hediyesi yok. Herkes bize gelecek. Herkes bizi arıyor ve bize gelecektir. İbadetleriyle, taatlarıyla, kabahatleriyle bizi arıyor ama bulamıyorlar. Bulsalar da inanmıyorlar. Reddediyorlar.. Koca bir ağacı görüyor, onun içine girmiyor. Hemen, bir meyve hemen saklanır, bir Melâmî gibi. Melâmîler de saklanacaklardır. Koca ağacın züptesi çekirdek. Ve onlar Okyanuslar gibidirler, Himalaya dağları gibidirler, muazzamdır onlar. Ayet: ”Summün, bükmün. umyün.......”, Ayet: ”Men kane fi’hazihi amâ ve huve fil ahireti amâ ve adellü sebila”. İşte koca Ağacı görüyor çekirdeği görmüyor, mesele çekirdektedir. Tevhide girmeden önce çocuklar, Bediüzzaman Hazretlerinin, O mübarek zatın , ”Asayı Musa”sı vardır. Bu kadar kalın bir kitap, orada gördüm Osmanlıca yazılmış, Osmanlıca da okurum, orada gördüm çekirdeği. Koca bir ağacın küçücük bir çekirdekte saklı olduğunu. Yıllarca evliyaların eserlerini okudum. İşte, demek ki; Kulak sağır, Göz de kör değilmiş. Oradan aldı bizi, oradan, oradan, ne dehirlerden geçirdi, Tevhide getirdi, Elhamdülillah...
Ama, bu tevhitte de fezlekeyi akdam vardır, yani ayak kayması !.. Vardır efendi... Vardır... Ve bu tevhit de onların öyle bir ayakları kayar ki, bir daha iflah olmaz. Ya!.. Çok dikkat edelim, etrafa çok bakalım, çok dikkat edelim. “El ceza min cisil amel-ceza suçun nevine göredir-”. Geçenlerde benim bir ihvanımla, Hasan Efendinin bir ihvanı geldi. Karışmış oraları. Dedim; “Efendiniz, efendilere efendilik yapacak insan. Ama göremediniz, anlayamadınız. O ayrı mesele de... Bence, Hasan Efendi..”. Ve çok söylediler; İbrahim Amca Hasan Efendi’den alıyor, bize satıyor... Öyle olsun be. Medarı iftihardır o, oda iftihardır. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır. Öğreneceksin, illâ ki öğreneceksin. Öğrenmek için geldik buraya. Dedim ki;” Mürşit’i Kâmil kıbledir, Kâbe’dir. Mescid-i Harem, Mescid-i Aksa var, onlar taştan topraktan yapılmıştır. Birde öyle bir Mescid-i Harem, öyle bir Mescid-i Aksa var ki, onu bizzat Allah kendi eliyle yapmıştır. Özenmiş te yapmış. Namaza nasıl duruyorsan, Mürşit’i Kâmil’in karşısında öyle duracaksın. Biz, maddesiyle manasıyla Allah’ı birliyoruz. Her şeyi ile birliyoruz. Bu âlem, öbür âlem, öbür âlem... Yok öyle şey. Tevhit ettik ya, birledik ya canım.”. Onun için fırsat elimizde, bunu böylece bilelim. Ondan sonra ne yaparsan yap. Tiyatroya git, sinemaya git, denize git, ne yaparsan yap. Ama mutlaka ve mutlaka, hangi mürşit olursa olsun, edepli terbiyeli oturmak lazım. Emir var, emirler var. Mutlaka edep olacak.
Şimdi, birçok mürşitlere rastladım, Şeytan’a, Firavun’a, Ebu Cehil’e “Lanetullah-ı aleyh” diyor. Alıştırma sen dilini, kötü lisana alıştırma. Çünkü onların hepsinin ismi Kur’an’ı Kerim’de vardır. Sen Kur’an’ı mutahhar olarak tut. Pis olduğun zaman Kur’an’a el değdirme diyor. Birisi okusun, sen dinle veya ona temiz olarak dokun., Firavun var orda, Nemrut var orda. Kur’an-ı Kerim diyor. Allah’ın kelamıdır, Kelamullah’tır. Çok dikkat etmek lazım. Mekke’yi Mükerreme de, dediler ki; Ebu Cehil’ in evi var burda!.. (Tuvalet haline getirilmiş). Giden gidene. 6 yaşındaydım Hacca gittiğim zaman 6 yaşındaydım. Dedim ki; Teeddüp ederim. O kişi ki, onu Allah Rasûlullâh Efendimizle mülaki yapmış. Aynı tarihte, aynı yaşta mülaki yapmış. Konuşmuşlar. Peygamberim demiştir ki:”Ya rabbi, sana hamd-ü senalar ederim, Ebu Cehil’i ben yapardın, beni de Ebu Cehil yapardın.” Mevlana mesnevisinde diyor ki:”Ebu Cehil’le Muhammed arasında suret itibarıyla hiç fark yok, siret itibariyle var”.
Çocuklar, bakınız ha! Şeriat ile Hakikat çok ince, birbirinden ayrılmaz ya, et ve kemik gibidir ayrılmaz. Şimdi Şeriat’ ta sen de var ben de var. Rakı içenlerle içmeyenler, zina edenlerle etmeyenler bir mi? İbadet edenlerle etmeyenler bir mi? Ne oldu şimdi! Hani birlik! Yok birlik, ayrıldı. Mevlana şöyle diyor: ”Zeytinyağının aslı sudur” Topraktan emdi ağaç, meyvesini tamamladı ve onu fabrikaya götürdük, zeytinini sıktık, yarısı su yarısı yağ oldu. Yağ üstüne çıktı, ama şunu iyi bil ki; O suyla husule geldi. Senin eline geçti ise yağ; o su ile oldu, suyun sayesinde geçti.”. Şimdi ders veriyor bize... Eğer biz Tevhide girmişsek, Şeriat’ın sayesinde girdik.
Ne diyor bir Hak dostu; “Hak sırat-ı müstakime, her gelen çakmış kazık. Hilkati saf olanlar, kendilerini bağlamış pek yazık.”. Şimdi, öyle bir idare edeceksin ki; Cenab-ı Allah’ın yarattığı bir zerreye küfrettiğin zaman ucu Allah’a dokunur. Ebu Cehil’e o vazifeyi vermiş, Muhammed’e de o vazifeyi vermiş. Eski adamlar,-Muaviye, Yezid ve Ehli Beyt vakası olmuş-, şöyle der; ”Onlar ellerini kana bulamışlar, siz ise dillerinizi kana bulamayın”. Öyleydi, böyleydi mesele yapma bu işi, bırak sen şimdi. Bu bir mekirdir, oyundur bu. Her zaman görmek mümkündür bu oyunu. Allah’ın mekr’ine biz ne tahammül edebiliriz, ne de aklımız erer. Öyleyse, Fırka-i Naciye’yi bulmak kolay mesele değil. Çok karışık, karışık. Çok emin olmak lazım ki; Peygamberlere kim dil uzatırsa, Ehli Tevhide kim dil uzatırsa ceza görür, ceza. Hak dostu şöyle tarif ediyor; ”Kim dokuna fakirin sinesine, dokuna sinesi Allah okuna”. Çünkü, Tevhit ehli fakirdir, ”El fakru fahri” , dedi . Hiç bir şeyi yoktur. Hiç... Ne malı vardır, ne mülkü vardır, ne ibadeti vardır, ne Allah demesi vardır. Yoktur bir şeyi be yahu!.. Eğer varsa vardır deyin Bende ispat edeyim olmadığını. Ya... Hiç şüphe etmeyin. Bir Melâmî ki hep örtecek, hep susacak, hep sineye çekecek. Onun için; “El fakru fahri”, dedi, ”Fakirlik benim iftiharımdır, meziyetimdir, huyumdur, hünerimdir“dedi Peygamber Efendimiz ve dedi ki, ”Ben Peygamberlikle hiç övünmedim, o bir emirdi, bir vazifeydi”. Ne ile övündü? Kulluğu ile, abdiyeti ile; “Abdühü ve Rasülühü”. Biz de melâmîyiz diye övünmeyeceğiz. Yok, onlar bilmezler Melâmîliği, Müslüman’ız Elhamdülillah, Müslüman yarattı elhamdülillah, deyin. Çünkü Müslüman deyince, İslam deyince Tevhid’ de var onda, hepsi var onda. Çünkü Allah var, hepsi var. Ama bilemiyor o. Eh.. Bilemiyorsa ne diyor Hasan Fehmi divanında: ”Zahidin zühdün kerih görme şükret haline, Ol sana ibretnümadır hükm-i takdir onda var” Sünnet-i Nebeviyyesi dışında birisi bir konuşma yapıyorsa, o tevhit değildir. Tevhit tek kişinin ağzından çıkacak; Hazreti Fahri Kâinat Efendimizin. Milyonlarca Mürşit olsa oraya bağlıdır.
Asır 100 senedir, ”Asra yemin olsun ki insanlar hüsrandadır”, 100 senede bir Gavs-ı Azam çıkar. Çocuklar, bir Gavs, bütün evliyaların başıdır. O’nu, Çobanyıldızı var ya, ona benzetirler, Demir Kazık yıldızı. Her yüz senede bir... Çocuklar, bir şey daha söyleyeyim size ama mutlaka tefekkürünüze hitap edeceğim, düşüncelerinize; Cenab-ı Allah Peygamber Efendimizi bulmasaydı hitap etmezdi. Şimdi aynen Peygamber Efendimizi temsilen bir Gavs gelir, Gavs-ı Azam. Abdulkadir Geylani gibi, Seyyid Muhammed Nuru’l-Arabi gibi. Onlar vazifelerini görürler ve onlara hitap ediyor Cenab-ı Hak; “Vel asrı innel insane lefi hüsr... İnsanlar hüsrandadır”. Hüsranda olmayan birini arıyor. Şimdi, Cenab-ı Rasûlullâh efendimiz diyor ki; ”Tekellimun nas’a â lâ kaderi ukulihim-insanlarla anlayabilecekleri kadar konuşun”. Siz onlara tevhid’den bahsetmeyin, diyor, onların aklının alacağı kadar bahsedin, diyor. Eğer Muhammedi bulmasaydı hitap eder miydi? Etmezdi. Şimdi, Gavs-ı Azam’a, her yüz senede bir tülû eden, vücûda gelen bir Gavs’a hitap ediyor; “Sen de mi hüsrandasın?”, diyor. Konuşuyor; “Vel Asrı innel insane lefi hüsr. illellezine amenu..”, iman edenlere hitap ediyor ya! İşte onlar, “illellezine amenu ve amelüs saliha”. Allah’ın istediği, Resulullah’a bildirdiği salih amel “ve tavasav bilhakkı ve tavasav bissabr”, sabrı ve hakkı tavsiye ederler. Şimdi, sana hitap eder mi Allah? Yok canım, olmaz efendim. Olmayacak ta!..
Şimdi, geldi Başvekil, geldi Reisicumhur memleketimize; “Efendim beni dinle!..”, “Beni dinle efendi!..”. Yok canım sende. Sen dinlenmezsin. Ya Kaymakam dinlenecek, ya da Belediye Reisi dinlenecek, bu iki zattan birisi. Sen daha pişmedin. Sorar mı sana!. Senin kırkından bir börek olmaz. “Keanlem yekün..”. Onlar temsil ederler. İşte Cenab-ı Hak Teâlâ hazretleri onlara, onlar da bize anlatırlar. “Allah Allah! Bize değil mi?”, dedi. “Oğlum”, dedim, “bak tek Muhammed yarattı, bütün Peygamberleri de O’nun zincirinden geçirdi. ”Hüvel’evvelü vel’ahiru vezzahirü vel batınû ” Muhammed’dir”... Onun için çocuklar, daima tefekkür. Tefekkürle ayetlerin manalarını biliriz, buluruz. “Efendim, tahsili?”!.. Sordular beni, “ kariyeri var mı?”!.. “Kariyeri, bilgisi yok”, demişler, “ne ayet bilir, ne hadis bilir. ”Sadakallahülazim... Anlat biraz..
Kitapçı Kemal Efendi; Oruç, Mehmet Oruç Efendi, bugün gazetede ki yazısında ne diyor biliyor musun? “Toprağın kontrolündeyim, bana dua edin”, diyor.
İbrahim Efendi; Ben de öyle derim. Ey! Çocuklar, dedi ki Yakup a.s., ”Ben ahaliye, gelip geçene soruyorum. Ben onlara mı soruyorum! Ben Yusuf’u gelen geçene sormuyorum, Yusuf’u ben Allah’a soruyorum” dedi. Ben de hep çocuklara derim; “Bana dua edin, dua edin”. Onun ki de öyledir. Bütün mesele; Bütün ibadetlerin başını anlatayım çocuklar size, bütün ibadetlerin başını, duymuşsunuzdur ama çeşitli... Bütün ibadetlerin başı sevgidir, sohbettir, muhabbettir. Kurdun mu böyle bir dergâh! Bir vakıf yaptın mı, kurdun mu? Geçenlerde filanla, filanla oturduk, bir sohbet, bir sohbet! Allah!.. Hani milyonlardan bu kadar bahsetmez, evi var, tarlası var, bağı var bahçesi var, mevkisi var. Sohbet... Kimindir bu? Allah’ın. Ne diyor Yunus; ”Ben gelmedim kavga için. Benim işim sevi için. Hakkın evi gönüllerdir. Gönüller yapmaya geldim”. Biz sevmeye geldik. Hadis: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız”
Rasûlullâh Efendimiz bir gün ashaba dedi ki; ”Hiç birimiz yaptığı ibadetlerle cennete giremez”, ”Aman ya Rasûlullâh sen de mi giremezsin?”, ”Ben de giremem, Allah’ın rızası olmadıkça”, ”Peki Allah’ın rızası nerede?” , ”Bana bildirmedi ki bende size anlatayım”dedi. Rıza-ı Bari. Bu memlekette benim başımdan geçti. Tevhide girmemiştim daha, sene 1951-52, bağım var, Yeşil Side’de, Ilıca’da. Şose ’ye çıktım, atım var yetişemem, bakıyorum bir vasıta geçsin. O zaman böyle vasıtamı var! Yok.. Türkmen mahallesinin en şer bir adamı, halkça, bence de öyle. Hapishaneden çıkmaz, vurur kırar. Traktörü ile geliyor.. Hoop, durdu, bindirdi beni, taa Türkmen camisinin dibine kadar, evi de içerde onun, oraya indirdi beni. “Allah razı olsun”, dedim. Yetiştim ya bayram namazına... Vaktaki bu efendi hakkın rahmetine kavuştu. Bunun; Hikâyesi, konuşması hep hapishane. İçine işlemiş. Birinci vaka, ikinci vaka, hep böyle. Be kardeşim, vefat etti, şimdiki garaj doldu, almadı kardeşim! Cenaze namazını kılmaya gelenlerden doldu taştı.. Allah, Allah! Şimdi unutmam onu. Düşündüm, düşündüm, evvelki gün aklıma geldi; Gönül al... Benim gönlümü almış o adam. Kırma gönlün kimsenin. Kalp nazargahı ilahidir, kırma gönlün kimsenin... Şimdi, herkes der ki; O... Bence, Cenab-ı Hak gösterdi bana. Demek ki.. Böyle cenaze merasimi görmedim ben. Bana gösterdi Cenab-ı Hak. Onun için; Deme bu neden böyle, yerincedir o öyle. Onun için; Her kişiyi Hızır, her geceyi kadir bilmek lazım, biz karışamayız. “Efendim bu, musalli idi bu, hac’cı da on-onbeş seferdi...”. Yok öyle şey!.. Yok öyle şey! Ve daima size söylüyorum; “Hiç ibadetiniz yokmuş gibi..”. Yok ya!.. Şimdi anladık ya, yok ya!.. Ben ihvan’a öyle söylerim, derim ki; “Bu Melamilerin namazları yoktur, oruçları yoktur, Allah ta demez bunlar!..”.
Kitapçı Kemal Efendi; Hazrete soruyorlar; “Namaz kılar mısın?”, “Kılarsam şirk olur!, Kılmazsam asi olurum!”. Eee, na’parsın!.. Kılarken, kılmaz olurum. Sultan Velet manisinde şöyle bir ibare geçer; Sultan Velet; “Sizin amel dediğiniz, bu yaptıklarınız, amel mamel değil. Bana sorarsanız amel nedir? Kılmış olduğunuz namazdaki hakikati anlamanızdır.” Eğer, o kılmış olduğun namazdaki hakikati anlamışsan, o namazda Ef’âl Ef’alullah, Sıfat Sıfatullah, Zat Zatullah olduğunu tefekkür edip, salat’en daimun’a geçiyorsan ve efendinin buyurduğu gibi herkese bir gözle bakıyorsan...
Yunus ne der; “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, Halka müderris olsa, hakîkatta asidir”, ne der Yunus;
Aksakallı bir hoca, Gör oldu halin nice,
Emek vermesin hacca, Kim gönül yıkar ise
Gönül çalabın tahtı, Çalap gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı, Kim gönül yıkar ise.
Mevlana hazretleri der ki; “ Kâbe yıkılır yapılır. Ustası, amelesi var. Taş topraktır. Fakat gönül yıkıldığı zaman, ustası, mimarı Allah’tır. Yapılmaz”. İşte gönül budur. Yani Arif’in gönlü. Hiç bir şeyi yoktur. Ne kendi vardır, ne ibadeti vardır. Şirki temizler, pür-ü pak eder. Onun bütün yapmış olduğu ibadet, Hakk’ın onda zuhurundan başka bir şey değildir. Allah’ın onda tecellisi. Hani nasıl ki; Dağa baktığı zaman ağaçta bir nur... İşte o, Allah’ın o andaki tecellisidir o. Yoksa onun değildir o. Bak ne diyor Efendimiz (s.a.v); “Kıblesinde Allah olmayanın, namazı yoktur... Fatiha’ sız namaz eksiktir... Siz Allah’ı görür gibi namaz kılın...”. Onun için namaz doğrudan doğruya bir seyr-i sülûk’ un simgesidir. Bak, namazın 12 şartı vardır. 6 içten, 6 dıştandır. Dıştakiler; Hadesten taharet, necasetten taharet, setri avret, istikbal-i kıble, vakit, niyet.. Öbür tarafa geldin mi; İftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, sücut, kuud gelir. Tekbirden sonra Sübhaneke okunur. Sübhaneke tenzih makamıdır. Namazda hakkı herşeyden tenzih makamıdır o. Orda, namazda, sen kendinden çıkarsın. İftitah tekbiri aldığında sen yoksun. Ne var orada? Hak var. O zaman ne yapıyorsun? Besmele çekiyorsun ve besmeleden sonra fatiha okunur. Demek ki; Allah o kuluna ne yapıyor? Namazda zuhur ediyor. Hangi namazı kılarsa, o makamdadır o. Mesela Sabah namazı ayrı makamdır, Öğle namazı ayrı makamdır, İkindi ayrı makamdır, Akşam ayrı, Yatsı ayrı makamdır.
İbrahim Efendi; Bütün bunların başı Aşk’tır. İki türlü aşk vardır; Aşk-ı mecazi, diğeri Aşk-ı hakiki. Aşk-ı mecaziyi inkâr eden Aşk-ı İlahi’yi de inkâr eder.
Kitapçı Kemal Efendi; Tabii, Şeriat olmadan Hakikat olmaz.
Kemal İnan Bey; Şeriat ile hakikatin, et ile kemik gibi bir arada bulunduğunu buyurdunuz. Buna biz, bugünkü yaşamımızda gördüğümüz her şey ile teşbihle, benzetmeyle bir yaklaşımda bulunabiliriz. Sizin verdiğiniz cereyandan alalım işi. Dediniz ki; Eğer trafoları, düşürücüleri koymazsak, o güç geldiği gibi yakar gider. Kim akıl etti? Bu gücü, bu disiplini almayı? Şimdi; Bu ilmin sahibi, bunu hem buldu, yani ona erişti,-buna elektrik dedi, güç dedi, enerji dedi-. Sonra; Ben bunu nasıl sunarım, nasıl verebilirim. Öyle bir güç ki, yakıyor. Ama ben onu kontrol altına alıverirsem ve de bunu anlatırsam. Ey kişiler; Şöyle tellerden geçirirseniz hiçbir zararı yok, şöyle aletlerle de bunu... Sigortası, migortası ile de bu işi hallettik mi, hatlarda güzel oldu mu. Ne yapmak istiyorsun? Işık. Ne yapmak istiyorsun? Pervaneyi çevir. Ne yapmak istiyorsun? Çamaşır. Vs...
İbrahim Efendi; Bu canavarı gemledi, hizmetine aldı.
Kemal İnan Bey; Evet... Hizmetine aldı. Bu hizmeti... Ey! İnsanlar, dedi Kur’an-ı Kerim’inde. Bakın şunu, şunu yaparsanız sizlere saadetler var. Ama bu düğmeyi çevirmeyi bilmezsen, fişin içine, prize parmağını sokarsan, yersin tokatı yanar gidersin. İşte, şeriatın anlamı ve anlatımı bu. Birinci derecede; Nasıl yaşaman lazım. Sen bu dünya da eğer benim tarif ettiğim gibi yaşayabiliyorsan paçayı kurtardın. Burada, bir defa sen, dünya işlerinde paçayı kıvırdın. Aklın ererse, yani tevhid yönüne gelirsen, öbür tarafta da sana,-ama bu yaptığından ötürü var gene senin birşeylerin, var tabii, takdir yine onun, o başka konu da, öbür tarafa giderken düşündün de, Mürşid’in sana anlattığı Allah’ı tanıyabildiysen o zaman başka. Tabii bu nasip ve kısmettir. Allah herkese nasip eylesin.
İbrahim Efendi; Bak şimdi, çok dikkat edin çocuklar. Yarabbi, demiş, bende hiç bir şey yok. Efendim bana hiç bir şey vermedi, ben bunu göremedim, anlayamadım, bilemedim. Hizmet, hizmet... Nereye kadar bu? Ölünceye kadar. Ondan sonra ne olacak bu? Daima söylerim çocuklar. Sizi Mürşid-i Kâmil teveccühe alır almaz, herşeyi verdi. Kim verdi? Allah verdi. Merâtib ve makâmât verdi, Kur’an’ı verdi, her şeyi verdi. Ama yavaş yavaş... Bu âlemde alamadınız, zikirde iken dar-ı bekaya geçtiniz. Sizi yetiştirecekler var. O dünya ile bu dünya arasında irtibatlar kurulmuş. Vazifeliler vazife görüyor. Tertîb-i İlahiye’yi bilmediğimiz için; Halimiz nice olacak! Zannediyoruz ki; Mezardayız.!.. Mezarda değiliz biz. Biz, beden mezarındayız.
“Eee!”, demiş Yunus, “Ya Rabbi, bunlar ne demiş ise bende onu dedim”. Üç sini gelmiş, üç. “Kimsin sen? Kimsin sen?”. “Dedim ki ben”, diyor, “Bunlar ne dua etti ise, ben de aynı duayı ediyorum. Beni mahcup etme ya rabbi”, “Biz dedik ki; Yunus’un hürmetine... Nee! Sen olmayasın Yunus?”. Hemen yemeği yiyor, doğru gidiyor dergâha. Onları bıraktı orada. Demek ki vermiş bana!.. Hanımanneye diyor ki; “ Geldim ben”. (Hanımanne);”Efendi bu kapıdan çıkar Sabah namazına, sende orda eşiğe yat, çiğnesin seni. “Kim bu hatun?”, “Yunus”, “Bizim Yunus mu?” dedi mi kal”. Diyor. Onun için Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretlerinin kapısına kim iltica ederse, dergâhına kim iltica ederse boş bırakmaz yahu... Bütün kâinata: “ Cimrilikten, hasislikten, pintilikten vazgeçin. Cömert olun, hoş görülü olun.” diyor. Allah bu, kapısına gelenleri boş bırakır mı?. Dünya -ahiret boş bırakmaz. Onun için, yeri geldi de bunu noktaladım.
Kemal İnan Bey; Önceki gün bir arkadaş bir kıssa anlattı, onu burada anlatayım da, bundaki kerametleri, hikmetleri sizden rica edelim; Hz. Mevlana’nın babası ile bir Hintli hergün sabah namazlarını Kâbe’de kılarlarmış. Ve Mevlana hazretlerinin babası hep ondan sonra gelirmiş. Her seferinde de gayret edermiş, bir türlü de geçemezmiş. Zamanla, onlar tanış olmuşlar ve demişler ki; “İkimizden birisi namaza gelmezse, diğeri onu arasın”. O gün gelmiş çatmış, Hintli gelmemiş. Namazda ilk defa onu geçmiş olmuş ama onu aramak gerektiğini biliyor ve memleketine gidiyor, Hindistan’a. Bakıyor ki, Hintli vefat etmiş. Önceki sözleşmelerinde, sağ kalan diğerini yıkayıp, namazını kıldıracak. Yıkarken bakıyor teneşirin üzerinde Hintli arkadaşı bir hınzır (domuz) vaziyetinde görünüyor. Hınzır olarak görünce, dönüp gidiyor, caiz değil bir hınzırı yıkamak. Eve gelip bir odaya kapanıyor, bir türlü evinden çıkmıyor. Ailesi buna çok üzülüyor. Mevlana bir gün soruyor; “Anne, babam! Nedir, neden çıkmıyor?”. “Oğlum, baban böyle böyle.. bir gün geldi, odaya girdi..”, diyerek annesi anlatıyor. Mevlana babasının yanına girip; “Baba, niye üzülüyorsun?”, diye soruyor. Babası anlatıyor. “Baba, sen onun için hiç üzülme. Ezel bezmi’nde ruhlar secde ederken, Cenab-ı Allah; “Elestü bi Rabbiküm- Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diyerek secdeye davet ettiği zaman, o Hintli secde etmedi, uymadı o emre. Sende benim önümdeydin. Sen de hemen hemen uymuyordun. Ben seni bastırdım. Benim sebebi.”. Onun için Mevlana Hz. babası; “Oğlum benden büyük. Ben öldüğümde onu benim yanıma gömmeyin, mecbur olurum hürmet etmeye, ayağa kalkarım”, diyor.
İbrahim Efendi; Bakın çocuklar mesele meseleyi açar. Ahmet Efendi merhumla, Hacı Sabri efendiye misafir geliyor. Bir Kadiri şeyhi. Merhaba, Merhaba. Ahmet Efendi merhum diyor ki; “Sen, “Elestü bi Rabbiküm”, hitabını duydun mu?”, diyor, mürşide. “Nerde duyayım efendi! O milyarlarca yıl evvel olmuş. Ben yoktum”, diyor. “Sen, diyor, “hacı efendi, duydun mu?”, “Duydum efendi. Hala kulaklarımda çınlıyor efendi o seda”., “Ne dedin?”, “Belâ - Evet”. “Bak duymuş. Bende duydum, O’da duymuş!..”. “Nasıl duyar efendi!..”, diyor. O zaman diyor ki; “ Bir Mürşid-i Kâmil eğer Elestü hitabını duymamışsa, Mürşit olamaz.”. “Benim yüze yakın ihvanım var!..”, diyor gelen misafir. “Ama duymamışsın! Ne yapayım!..”. “Gideyim”, diyor, “o zaman ihvanın başını serbest bırakayım, bende mürşitlikten vaz geçeyim”. “Yapma, Öyle yapma”, diyor...
Şimdi size soruyorum,-şimdi Mevlana’nın babası ve o Hintli. Hintli duymamış, babası da duymamış. Ama Mevlana duymuş-, Sizlere soruyorum; “Elestü bi Rabbiküm, hitabını duydunuz mu?”. Duydunuz be, duydunuz... Mürşid-i Kâmil’in hitabı, Elestü hitabıdır. Elestü hitabı olmasaydı, burada hiç işiniz yoktu. İşte, Elestü hitabını bir Mürşid-i Kâmil’den duymuş. Mürşid-i Kâmil’in telkini, izahı Elestü hitabıdır...
Şimdi, devam ediyor, Ahiret, dünya, “Ed dünya mezraatül ahire. “, “Rabbena atina fid dünya haseneten ve fil ahireti haseneten ve gına azaben nar”. Çocuklar! Ben size söyleyeyim; O alemde ne yapmışsanız, bu alemde karşınızda!.. Hiç değişikliği yok, tıpa tıptır... Orda Belâ diyenler, burada lâ demediler, Belâ dediler. Orda lâ diyenler, burada Belâ demediler, diyemeyecekte. Kalem kırıldı. Yazan biri daha yok... Orada gusl edenler etti, edemeyenler gusülsüz kaldı. Orda Allah demeyenler, burada Allah demedi, diyemezde. Kızmayın onlara siz, darılmayın. Kattiyyen, darılmaya, gücenmeye hakkımız yok...
Demek ki Elestü hitabı Mürşidin ikazı, hitabıdır. Şimdi, misal veriyor bize. Mevlana Mesnevisinde misal veriyor; “Babam dahi secde etmiyordu, ben itmeseydim. Benim beş parmağımın izi vardır!..”, açıyor, orda... O gün bu gün. O âlem bu âlem, değişen hiç bir şey yok. Eğer siz, birbirinizi orada tanımasaydınız, burada birleşmenize, kaynaşmanıza, “innemel müminine ihve” hitabına mahzar olmanıza, imkan yoktu. Kimisi nereden, kimisi nereden!.. Hepimiz birer caniydik biz!.. Caniydik, eşkıya idik. Sorarım size; Hanginiz günah işlemedi? Ben de dâhil. Cesur olun bakalım. Ama Cenab-ı Hak Teâlâ hazretleri onları itlâf etti, öldürdü. Yerine, o günahkârların yerine,-hem ayet, hem hadis göstereceğim size-, onların yerine, günah işlemiş işlemişte, tövbe istiğfar etmiş, yani ölmüş ve yerine hiç günah işlememiş bir kavim getirdi.
Bunu, Hasan Efendi, Allah rahmet eylesin, böyle bir sual vârid olmuş ihvanın birinden; “Efendi, böyle bir ayet var; Onlar günah işlerler işlerler, biz onları helak eder, yok ederiz, yerine hiç günah işlememiş bir kavim getiririz”. Düşündürdü beni, diyor. Allah Allah, boş değil ihvanın getirdiği. Bunu ilk zamanlar ben de duymuştum. Dedim ki; Biziz işte; Günah işledik işledik, istiğfar ettik. Şimdi günah işlemek mümkün değil.. Misal vereyim; Bir arkadaşınız; “Ben gelecem size ama ben döverim, vururum, çarparım...”. Çarparsın yok!.. Suç aletlerini biz aldık, attık kenara. Neyle? El, ayak, Ef’âl Allah’ın. Sıfat, vücûd Allah’ın. Sen, hangi, kimin eliyle vuracaksın? Sonra geldi bize. Sordum; “Dövüyor musun?”, “Dövemem”, diyor, “Dövemedim, sövemedim”. Gördün mü ya!.. N’oldu şimdi.? O kişiyi öldürdü, tekrar diriltti. Hiç şüpheniz olmasın çocuklar.
Bu konuşulanların hepsi ayettir, hadistir, hadisi kutsidir. Sakın ha!.. İşkembesinden atıyor efendi, sakın demeyin. Ama hocanın birine sordum ben; “Tövbe istiğfar ettiriyorsun camide”, “Evet”, dedi. “Peki”, dedim, “Sen tövbe istiğfar ettin mi?”, “Etmedim”, “Sen etmediysen nasıl tövbe istiğfar ettiriyorsun?”... Değil mi efendim. Bunu bir erbâbı yapacak. İşte, Mürşid-i Kâmil yıllarca evvel tevbe etmiş, mürşidinde, sonra yıllar geçmiş, size tövbe ettiriyor... Şu halde kime tövbe edilir? Allah’a. Eee, Sen böyle bir makama geldin mi ki hoca efendi, tevbe ettiriyorsun!.. O zaman tutsa tövbesi, hepsi böyle ihvan olur. İhvan-ı Din olur. “İnnemel müminine ihve” olur. Camiden çıkarken; “O yaramaz, bu böyle, bu böyle...”. Var değil mi öyle?!..
“Ben efendiye intisap ettim”. Yok öyle şey!.. Ama ne var; Sürünün içindesin...
SOHBET 2 (29-09-1995)
Bismillahirrahmanirrahim;
Asr-ı saadette... Kötülük zirveye ulaştığı zaman... Efendimiz tek başına. Ondan sonra Ashap toplandı. Resulullah’a kötülük yapmak isteyenlere göğüs geriyorlardı. O’nu muhafaza ederlerdi. O’nun kıymetini bildiler mi?,Ashap bildi... Şimdi bilmiyorlar. Bir hoca dedi; ”Keşke asrısaadette olsaydım, Rasûlullâh Efendimizin arkasında namaz kılsaydım”. Dedim ki; ”Bunu bir daha söyleme”,”Niye”, “O gün de Ebu Leheb vardı, Ebu Cehil vardı, iman etmeyenler vardı... O’nu öldürmeye kalkanlar... Onlardan biri olabilirdin”.
Muhammet’i (A.S) kim görür?, Muhammed’in gözü görür. Allah’ı kim görür, Allah’ın gözü görür. İslamiyet’ten evvel İnsaniyet lazım. İnsanlık o kadar önemli ki, Cenab-ı Allah bütün kâinatı, maddesiyle, manasıyla insana verdi. O kadar methetmiş insanı ki, her şeyden kıymetli. Hz. Ali diyor, ”Bilmediklerimi ayağımın altına alsam, başım Arş’a değer ve bana bir harf öğretene kırk yıl kölelik yaparım”... Bu toplantıların gayesi... Allah’a ve Resulüne biat ettiğimiz an bütün kâinat verildi. Cenab-ı Allah diyor ki: ”Siz Allah demesini bilmiyorsunuz, mutlaka bir bilenden öğrenin”. Kim der Allah? Senden diyen O’dur. Çünkü kainatın ve bütün varlığın sahibi O. İnsan dürülü bir kainattır. Dünya haritası gibi...
Bir tek kelime öğrendim; Allah diyemem!, noksan sıfatlardan münezzeh olan diyebilir.Yoksa şirk olur,şirk affedilmez. Tevhid Kur’an’da başlıyor, ”Ene natıkul Kur’an”, anlatabilir.”Sizin kıldığınız namazı paçavra gibi yüzünüze atacağız. Taklit kılıyorsunuz, yetimi itip kakıyorsunuz. “.Tamam, ettirebilmek için evvela iman etmek lazım. Allah cimri değildir. Sen, yanlışlıkla senin sandığın her şeyi Allah’a ver. Kurtuluş burada. Türkiye’de yüzlerce tarikat var, hiçbiri bu yolda değil. Değişik anlatımlar var. Tek anlatım Allah’ındır. Resulullah Efendimiz, ”Ya rabbi, ben sana ibadet etmek istiyorum, nasıl edeyim”,”Kul Rabbi, zıdni, ilmen veelhıkni bissalihin”. Bu mesleki Resul’dür. Bizim farkımız bu, bizim hiç bir şeyimiz yok, her şey Allah’ın. “Önce öldürürüm, sonra diriltirim”.Ehli Hakikate göre burada ölüyor, Ahrette değil.
“Nâs uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar”.Bu ahrette olmaz, burada olur. Gaflet bizi ölüme götürdü. Peygamberler, ismet sahibi oldukları halde zelle’ye düştüler. Veliler ise günah işledi. Sonra öyle bir dönüş yaptılar ki... “Biz seyyiatlarını hasenata çevirdik .”, bir daha günah işlemediler. Allah’a en yakın olanlar doktorlardır. Çünkü bütün fizikî yapıları açarlar. Veliler ise metafizik yapıyı açarlar.
Gıybet kadar kötü bir huy yoktur. Kimsin sen ki beğenmiyorsun? ”Batıl bir şey yaratmadım” diyor, biz batıl görürüz; Menzil alamayışımızdan, Resulullah’a uzak oluşumuzdan .”Benim ümmetimin uluları Ben-i İsrail peygamberleri gibidir”. Ben kördüm, sağırdım, hayatta olan bir İsa Peygamber beni diriltti. Hayy’dır, O ölmez. Allah diridir, Peygamber diridir.
İstikbal bizdedir, İslam bizdedir. Türk Milleti bunu bırakmayacak. Biz Cami yapıyoruz, ama dört duvar arası olan Cami değil; Allah’ın ve Resulünün cemaati olan bir Cami yapıyoruz. Süleyman a.s. anladı ki, zikirsiz, Allah’ı anmadan, bir camii yapamazdı. Kâinatı ayakta tutan zikrullahtır. Beş vakit abdest ile vücut kiri pak olur. Darbı zikir olmayınca gönül pası silinmez “.Her yerde nefsi emmare hâkim, ama Zikrullah’lı olan kişiye şeytan yanaşamaz. Zikir en büyük ibadettir. Allah korkusu, Allah sevgisi, çünkü Zikir ile iki sevgili bir olur.
İlham ve ışığı Muhammed’ten almadıkça sohbet etmek mümkün değil. Gaflet anında onarılır bu kâinat. Allah’ın iradesinden başka irade yoktur. Muteşabih ayetlerle, Muhkem ayetler alt alta düşüyorlar, hikmetlerini öğrenmek lazım.
Hiç bir şeyimiz yok. Nasıl yok? İnsan için kâinat yaratıldı, İnsan Kur’an’dır. Tenezzülde yokluk var. Ahadiyet Makamını Resulullah Efendimiz gelir, bizzat verir. Balı yemeyenler tadını bilmezler. ”Bekle maarif kapısın....”,zevkler ayrı; renkler ayrı olduğu gibi. ”Kemalâ ta erenler gizli sırrı açar mı? ”Tevhid’de kıskançlık, kin, gıybet, riya olmayacak.
Kul, fiil’inin halikı değildir. Halik Allah’tır. Müminin, mümine gıyabında duası müstecapdır. Mümin kimdir? Mümin ihvandır. Birleştiricidir, ayırıcı değildir. Her şeyin Allah’tan geldiğine inanırlar. Herkese musibet gelir, müminler nereden geldiğini bildiği için sabrederler, sabrı verende Allah’tır. Veren sensin alan sen . Bütün mesele teslimiyette,”Neylesin talim, olamaz teslim”.
“Girdim anın zikrine, azalarım dil oldu”, Allah, zikretmeyen bir varlık yaratmadı. Kalp atışı bile bir zikirdir. Ama Allah bilinçli zikir istiyor. Kendi zikri. Allah demesini bilmeyenler çok, gittikleri zaman gidecekleri yer belli. Herkesin yeri takdir edilmiş.
Güneş şarktan doğar, Tevhid-i Ef’âl, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zat’ta, fena makamlarında oradan doğar. Beka’ya geldiği zaman salik, güneş garp’tan doğar. Ne zaman Hatm-i Merâtib etti, aynı yerde doğar, aynı yerde batar. O’nda doğmak batmak diye bir şey yok. Fena makamlarında hep kıştır. Ot bitmez. Beka makamlarında hep bahardır, havası hep latiftir, daima meyve var, daima açıklık var, güzellik var.Bu gördüğünüz kâinat Allah’ın bir suretidir, ama o surette bir müsemma var, bir hakikat var.
Surette nem var benim Sîrettedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana
Bu suret bir hiçtir. Bu surette bir siret var. Bir mevcut var ki O’nun gölgesiyiz. Kâinatta yaratılan ne varsa bir yaratanı var. Mutlaka bir gölgemiz var, gölgesi kimin yoktur. Ve yanacak olan kimdir, nedir?...Varlıklarımız, benliklerimiz. İnsan vücudu yanmaz. Onlar yanacak İşte biz bunları yakmaya geldik Neyi? Allah’tan gayrı varlıklarımızı yakmaya geldik. Sendin, bendim, aldım, alamadım, ben iyiyim, sen kötüsün, ben mevkii sahibiyim... Bunlar Laf-ü güzaf, boş laflar. Hakikat Allah’ı bilebilmek.
Sen Allah diyemezsin, senden diyen Allah’tır. Hepimiz burada köleyiz, miskiniz, esiriz, yetimiz. Kelam, Akait v.s... Bize lazım olan şeyler. Onları altın suyuna batıracağız, sonra teslim edeceğiz. Mehmet Oruç Efendi dedi ki,”Çok zat fıkha daldılar, akaide daldılar, göçtüler gittiler”. Bütün mesele Tevhid’de. Bu âlem tüm âlemlerin en mükemmeli olanıdır. Derler ki; ”Bu fena âlem!”. Her şey bu âlemde. Kur’an zuhur etti bu âleme, Peygamber bu âleme zuhur etti. Burada, nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne olduğunu biliyorsun. Hiç kimseye ölü demeyin, hepsi diridir. Cenab-ı Allah’ın katındadır. Biz zahire göre hüküm veririz, falan adamın namazı yoktur deriz. O sırrı hikmet bize ait değil, Cenab-ı Allah ne yapar bilemeyiz.
Sohbet akan çeşme gibidir. İçmeye bak su gidiyor. Aynı suyu bir daha içemezsin. Gün bu gündür, dem bu dem. Yarın mı? Geç olur. Nereye? Allah’a ve O’nun Resulüne varmakta geçtir. Sonraya kalanlar yaya kaldılar. Sonraya senedin yok. Nefes alırsın veremezsin, verirsin alamazsın. Evvela tafsili Muhammedi yakalamak lazım. Tafsili Muhammed’den, İcmali Muhammed’i yakalarsın. Bu gördüğün kâinat Tafsili Muhammed’dir. ”Ayinedir bu âlem, her şeyi hak ile kaim. Mirat-ı Muhammed’den Allah görünür daim”,”En hakiki Mürşid ilimdir”. Yunus;
İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin Bu nice okumaktır.
Tafsili, icmali Muhammet’i istiyorsun. Sensin. Arayan bulur, mutlaka bulacak. Bir menba var. Aranan şey arayana malumdur. Cenab-ı Allah Kur’an’ın dışında bir kâinat yaratmış değildir. Eğer Kur’an’ı kerimi okuyup öğrenmek istiyorsan, Tafsili Muhammed’e bak. Bütün mahlûkat Kur’an’ı kerim içerisinde mevcut ve Kur’an’ı sana ilan ediyor. Birde sadırdaki, o da Tafsili Muhammed’dir. İki oldu Tafsili Muhammed, afak ve enfüs.
İcmali Muhammed kimdir? Muhammed’dir. Allah değil midir? Allah’tır şüphesiz. Muhammed’i yaratan da O, Kitabı gönderen de O, kâinatı Tafsili, İcmali yaratan da O. Denir mi Muhammed yarattı? Ama anlayasınız diye bunlar anlatılıyor. Resulullah Efendimizin bütün mücadelesi bunu anlatmaktı. Bunu anladığın gün,”Ey Habibim” diyor, ”Gel, aramızda hiç bir fark kalmadı, sen ben, ben sen oldum”. Hadis-i Kûdsî ; ”Öyle bir anım olur ki, Kulumla benim arama ne mürsel bir peygamber, ne mukarreb bir melek giremez.”. Ayet; ”Haleka-l insane allemehül beyan”. Biz beyan ediyoruz Allah’ın büyüklüğünü. Dağlar, Taşlar, Ovalar, Güneşler... Onların haberi yok. Kimin haberi var? Cenab-ı Allah kimde tecelli etmişse.
İki sıfat vardır. Bunlardan birisi Hadi, birisi Mudil. Mudil sıfatına uğrayanlar hidayete ermedi, Hadi sıfatına erenlerde dalalette kalmadı. ”Bazılarını, bazılarından üstün kıldık”,buna Refiud Derecad deniyor. Eğer sana o derece gelmemişse ”öyle bir şey yanlıştır” deme. Çünkü ” Siz bildiklerinizin dostu, bilmediklerinizin düşmanı olmayın” diyor. Allah’ın katını, Allah’ın varlığını, Allah’ın kudretini herkes bilemez. Bunu aramızda da fark ederiz. Kimi zengin, kimi himaye ye muhtaç. Şeriatta da, Hakikatte da bir şey var; biz iradeyi topluma vermedik, şahsa verdik. İrade kimin? Allah’ın. Kime vermiş? Resulullah Efendimize. Allah deyince Muhammed gelsin aklınıza, Muhammed deyince Allah gelsin hatırınıza. Her ne kadar biri yaratan, biri yaratılan ise de, yaratan birdir. iki olmaz hiç bir zaman. Bilgisini verdi O’na, sanatını verdi, hünerini verdi.
Bize de veriyor, veriyor ama mal sahibi değiliz, tellaldan ibaretiz. Bir parmak bal çaldı ağzımıza. İbrahim Ethem Hz. diyor,” O bir parmak balın lezzetini ağzımızdan almak için bütün ordularını seferber ederlerdi, bilselerdi”.Bu veliler zuhur etmiş, bilhassa Anadolu evliya yatağıdır. Elimin parmakları kadar sayılıdırlar. Camii yapınız, Camii onarınız, Mescit yapınız..! Mescit ikidir. Bu vücut mescidi onarılmadıkça, o mescit bu mescidi onaramaz. O da kaya bu da kaya. Bu vücut mescidi Allah’a ve Resulüne yakınsa hemen koşar o mescidi onarmaya. Bunlar iman mevzuları, bunların üzerine şeriat mevzuları bina edilmiş. Önce İman sonra İbadet. Ne arıyorsak arayalım, kendimizde bulacağız.
Hasan Fehmi Hazretleri diyor ki;
“Teheccüd” namazı farz değil sana
“Yetim malı”dır yakar baştan başa
Teberrüken kılar, Fehmi yok haşa
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
"Makam-ı Mahmud’a ulaşan Teheccüd namazını kılabilir”.”Bekle arif kapısın, yüz göstere irfan sana”.Bu işin peşini bırakmadıkça. Bu işin peşi Allah’tır ve O’nun Resulü. Bu âlemde onun peşini bırakmadıktan sonra ve bu işin neticelenmedikten sonra, sen ölmüş sayılamazsın. Asıl hayat kabirdedir. Yunus Emre, Hacı Bayramı Veli, Mevlana onlar da bizim gibi insanlardı. Yerlerdi, içerlerdi, ama onlara bu aşk verildi. En büyük keramet bu sohbetin dinlenmesi.
Bütün kâinat zerresinden, kürresine kadar bu sohbeti dinlemek için iştiyak halindedir. Bilmediler Muhammed konuşurken. Cenab-ı Hak dedi ki; ”Ey gafiller, susunuz, dinleyiniz, ola ki rahmet edilesiniz. Siz onu kendinizden zannediyorsunuz. Kendinizdendir, inanasınız diye kendinizden getirdik. Ama sizden değildir O. Hem sizdendir, hem bizden O. Öyleyse fark edemezsiniz. Fark edebilmek için Muhammed’i iyi anlamak lazım. O zaman biz tenezzül ettik, insaniyete geldik, ademiyete geldik.”
SOHBET 3 (06-10-1995)
Bismillahirrahmanirrahim;
“Her iki cihanın efendisi budur ”diyor, papaz. Şam’a gittiği zaman onu tanıdı, İncil sahipleri, Rahipler. ”Ne olur” diyor papaz, Resulullah’a, “Beni şefaatinden ayırma”..Çünkü İncil’de görüyorlar, Tevrat’ta görüyorlar. Ahmet. Şimdi, seviyorsun, Allah’ı seviyorsun, Muhammed’i seviyorsun. Eğer Allah’ı sevenleri, Muhammed’i sevenleri sevmiyorsan, bu iş yok.
“Bakın” dedi,”Bir sevabı var mı?”.Cehennem zebanileri geldi, cennet melekleri de orda, diyorlar ki eğer sevabı cennete yakınsa Cennet’e götüreceğiz. Sevabı yok da günahı çoksa cehenneme götüreceğiz. Ölçe dursunlar cennete mi yakın cehenneme mi yakın? Ölçüyorlar.”Kaç” diyor Allah.”Nereye kaçayım?,”Bana kaç”. Kaçıyor, Allah’a sığınıyor. Bakıyorlar ki, günah yok, sevap yok. Biz cennetten de kaçalım, cehennemden de kaçalım. Cennet matah bir yer değil, Cehennem de korkulacak bir yer değil. Cennetin ve Cehennemin hakiki sahibine kaçalım. Nerede?,burada. Allah’a kaçalım. Nasıl kaçılır? Şimdi, zannediyoruz ki biz... Bu âlem dağlarla, denizlerle, bulutlarla kaplı, namütenahi, sonsuz nimetleri var, sonsuz külfetleri var. Baktığımız zaman Kitab-ı Kâinat’a sonsuz nimetlerde görüyoruz, sonsuz külfetlerde görüyoruz. Meşakkat çeken de var, ıstırap çeken de var, çekmeyen de var. Izdıraba tahammül eden de var, etmeyen de var.
Şimdi, Ehlullah diyor ki “Allah’ı bulmak gayet kolay”. Peki neyi bulmak zor?, O’nun izini bulmak zor.Telaşa lüzum yok. Bir hırsızlık yapılır, emniyet mensubu gelir, senin telaşın gibi telaşlanmaz, o iz bakar, komşulara sorar, yüzlerine bakar, o izden 3-5 gün sonra duyarız ki hırsızlar yakalanmış. İşte Allah’ta bir hırsız misalidir. Neyinden bulacağız O’nu biz?. İzinden bulacağız. Öyle iz güdenler var ki, Resulallah Efendimizle Ebu Bekir Sıddık bir gece yarısı Mekke’den Medine’nin yolunu tutmuşlar. Ebu Bekir korkuyor... ”Bizi onlar göremezler” dedi Cenab-ı Resul.”Bizi Allah muhafaza eder”dedi. Ebu Bekir’e. Şimdi, Ebu Bekir’in inancı Muhammed’in inancı değil ki, inansın birdenbire. Bizimde inancımızda Allah’a, Kitap’ına ve onun Resulüne şek var, acaba var. “bizi görmezler” dedi Hz. Resulallah. Görmediler. ”Nasıl görmezler” dedi, Ebu Bekir. Bilmezler mi onlar? Kureyş? İman edenlerde, inkâr edenlerde bilir Muhammedi, bilmez mi? Bilir ama Allah’a sarılanları, Allah’a rucu edenleri kimse bilmez, göremezler onlar. Allah’ta mahfiyet, Allah’ta mustağrak, Allah’ta yok olanları göremezler onlar. Ancak Allah’ta yok olanları Allah görür. Allah’ın gözleri öyle bir göz ki, muhit olmuştur. Kim görür? Allah’ın gözlerinden başka ihata edecek göz yoktur. Sen onda kaybolursan, seni O görür. İşte o gören gözleri, o duyan kulakları, o konuşan ağzı, ben olurum diyor. Ama gene Kul’sun sen. Allah Allah’tır, Kul Kul’dur.
Allah hiç kimseye hiç bir zaman Allah’lığını vermez. Verseydi çoktan Allah’lığı giderdi. Birazcık vermiş! Hiç vermez, hiç vermez. Sen O’na boyun bük, O’nun kapısında kul ol, köle ol ki, Kuluz ve köleyiz. Bu âlemde Allah’ın kapısında kuluz ve köleyiz. Kulluk kadar, kölelik kadar, esirlik kadar kıymetli, Allah’ın yanında hiç bir varlık yoktur. Ne diyor? ”Miskinen, yetimen ve esira”. Ne kadar methediyor onları. O miskinleri, yetimleri, esirleri, öksüzleri okadar methediyor ki, “onlar benim” diyor. Onlara siz dil uzattığınız zaman hiç bir hareketinizi, ne kulluğunuzu, ne namazınızı, hiç birini kabul etmiyorum diyor. ”Feveylün lilmusalline”. Demek ki, en çok sevdiği ,boynu büküktür.
Şimdi, yetimin oraya geleceğiz. Hz. Muhammed’e. Esirin, kölenin, miskinin sözü olur mu ?, bir isteği olur mu? Patron,”git”, ”peki efendim”, ”yat, kalk”,bir tek kelimeyle. Ben şunu istiyorum, bunu istiyorum diyemez.”ne olacak benim halim?” diyemez. Onun için Cenab-ı Resulullah Efendimiz köleliği kaldırdı, Kölelik devrini kapattı. Ama kendisi o köleliği, miskinliği methediyor. Niçin?.Allah’a bağlı onlar.
Hoştur bana senden gelen Ya goncagül yahut diken
Ya Hilât’tır yahut kefen Narın da hoş nurun da hoş
Miskin yunus sana kuldur İster ağlat ister güldür
İster şad et ister öldür Kahrın da hoş lütfun da hoş
Demek ki, dervişler bir nevi miskinlerdir, yetimlerdir, esirlerdir. Kendi başlarına hürriyetleri yoktur, Allah ne derse, ne verirse, ne emrederse hiç itiraz etmezler, boyun keserler. İşte Cenab-ı Resulullah Efendimize hücum etti bütün Kureyş, kıtır kıtır kesecekler. Çıktı evden ,“Bismillahirrahmanirrahim” dedi, ”Bizi Allah setr eder” , ama o arapların içerisinde birisi var ki, iz takip ediyor, öne geçti. ”Vallahi buradadır” dedi. Ama orada bir hilesi var Allah’ın, bir mekri var. Hemen örümcek ağ örüyor, güvercin yuva yapıyor, yumurtluyor. Bu güvercinin yumurtlaması zamana tabii, bu örümcek ağı hemen olmaz. Oradan geçseler örümcek ağı bozulacak, güvercin kaçacak bir kere.”Vallahi buradadır” diyor.
Doğru. Ebu Bekir titriyor mağaranın içinde.”Korkma” diyor, ”Allah bizimle beraber” . Ama inanmıyor ki Ebu Bekir. İnanıyor ama mutmain olmuyor. Şimdi bizde de; Cennet var, cehennem var ,Allah var , Peygamber var!.. İnanıyoruz ama mutmain değiliz. “Acaba?”,var. Hz: İbrahim peygamber “Ya Rabbi sen öldürürsün ve ölüleri tekrar diriltirsin. Hiç şüphem yok, ama mutmain olmadım”, ”dört tane kuşun kafalarını kopar, at, muhtelif yerlere “ ve kuşlar uçuyorlar, kafalarıda geliyor ve takılıyor. ”İnandın mı?”, ”İnandım ve mutmain oldum” . Bizim şüphemiz yok. Saddak. İşte Allah’ı sevenleri sende seviyorsan, hiç şüphe yok ki kurtuluşa erdin.
Medine Mekkelilere kucak açtı, evlerini verdiler, paralarını verdiler, onlar münevver. Ve Ayette onlara diyor ki Cenab-ı Allah “O ensar kucakladı, açtı, merhaba dedi, yaralarını sardı”, ve Kur’an’ı kerimde methediyor Medinelileri. Kim var şimdi Medine’i münevverede? Cenab-ı Hakk’ın en büyük dostu, Halifesi Hz. Muhammed. Hz. Muhammed bütün kâinatı maddesiyle, manasıyla kaplamıştır. Yok mu burada Muhammed?
Diyor ki; ”Ne iman durur, ne küfür durur”, şair. Diyor ki “Nerede bir gül açsa, Har olur dibinde peyda” . Dikkat edin; Her gülün dikeni var. İşte hem İslam olacak, hem küfür olacak. Bunu men etmenin imkânı yok. Niçin onları kahretmiyor? Dikkat edin, ömrümüz harplerle geçti. ”Ya Rabbi, biz sana secde ediyoruz, inandık, onlar inanmadılar”. Yok! İnanmak, inanmamakla mümkündür. İman etmek, iman etmemekle mümkündür, gece gündüzle mümkündür, sıhhat hastalıkla mümkündür fakirlik zenginlikle mümkündür. Hep bunlar zıttıyla beraberdir.
Tekkeye gitmişler beş, altı arkadaş, yiyorlar, içiyorlar, yatıyorlar, kalkıyorlar. Beşinci gün, ”Alın bakalım”, bir ip, ”dağdan odun getirin”, eyvah! Sıcak, gidiyorlar ne yapsınlar! Emir. Diyorlar ki: “keşke yemeseydik bunların yemeğini”. Bu etler, pilavlar bunlarla pişti, her külfetin bir nimeti olduğu gibi, her nimetinde külfeti vardır. “Bunlar niçindir? Sebepleri anlamıyorum?”,anlamaya git. Sen anlıyorsun bir şirket kurmayı, lisan da öğreniyorsun, para güzel geliyor. Hep hoş bunlar, nefsine uygun olan şeyler bunlar, hep öyle devam! Olmaz... Bil ki insanda bir ruh var, bir beden var. Ruh ve Beden beraber yürüyecek, beraber yaşayacak. Beden her şeyi ister. Her şeyi istediği gibi; Ruh ’ta bir şeyi ister, Allah’ı.. Hasan ÖZLEM Efendi şöyle bir hikaye anlatırdı:
Bir acem kızı bir arap oğluyla evleniyor. Acem kızı arapça bilmiyor, arapta acemce bilmiyor. Anlaşamıyorlar. Vaktaki, bir çocukları dünyaya geliyor. O çocuk anneden acemce, babadan arapça öğreniyor, şimdi tercüman oluyor. Ne diyor baban?,Babam şunu diyor, acemce. Adam diyor ki, Ne diyor annen?, arapça diyor ki bunu diyor.
Anlaştırdı, hem anneyi hem babayı anlaştırdı, rahat ediyorlar şimdi. İşte bize de bir tercüman lazım, Ruh’tan anlayacak birisi, Madde’den anlayacak birisi. Biz bu maddeyi anlıyoruz, manaya yanaşmıyoruz, hırs çıkıyor bu sefer. İşte Dünya devletleri, kapitalizm!, birbirlerini yiyorlar, nerede zayıf bulurlarsa hemen emiyorlar, manadan haberleri yok. İnsan maddesiyle, manasıyla insandır. Sev seni seveni, yer ile yeksan eylese”, çiğnese, dövse, öldürse sev onu sen. ”Sevme seni sevmeyeni, Mısır’a sultan eylese”.Mısır lügate baktığımız zaman bir şehir. Bu vücutta bir şehirdir; Güneş’iyle, Ay’ıyla, semâ’sıyla, dağlarıyla, yıldızlarıyla, eflâkıyla bir şehirdir bu vücut. Her şey bu şehirde mevcuttur. Bütün ilimler bu şehirde toplanmıştır. Ama bu şehiri taksim edemeyen iki tane varlık var. Birisi ruhumuz, Yusuf; dünyanın en güzel yaratılmışı ve peygamber. Birde Firavun var, nefsimiz, anlamıyor, anlayamıyor, dolayısıyla ehli nefis manaya hücum ediyor. Zindana atılıyor, yedi sene, sonra çıkıyor zindandan. Firavun gidiyor, ölüyor ve Yusuf hükümdar oluyor, Peygamber idareyi ele alıyor.
Madde! Zeytinyağının aslı sudur ama zuhura geldiği zaman zeytinyağı yukarıya çıkar, su altta kalır. Yani maneviyat daima yukarıdadır, maddiyat aşağıda kalır. Oda lazım, oda lazım. Su nereye lazım değil ki?. Cenabı Allah beyan ediyor: ”Biz her şeyi sudan yarattık”, nerede bir su varsa, hayat orada başlıyor. Su hayattır. Birisi Ahmet’tir, birisi Muhammet’tir, birisi Mahmut, birisi Mustafa’dır. Dört tane bunlar .”Sen Ahmed-i, Mahmud-u, Muhammet’sin efendim. Hak’tan bize Sultan-ı Mueyyedsin efendim”
Bakın, öyleyse Hz. Resulullah Efendimiz bütün kâinata muhit olmuştur. Her canlıda. Yılanda da var mı Muhammet? Var. Çıyanda da var mı? Var. Korkmayın. Eğer konuşamıyorsanız Allah’tan çok uzaktasınız. Birisi Ahmet’tir, birisi Muhammed, birisi Mustafa’dır, birisi Mahmut. Dört tane unsur var: Birisi su, birisi toprak, birisi ateş, birisi hava. Bizde hem su var, hem toprak var, hem de ateş (aşk) var. Birde Muhammet. Ne demek? Mustafa ne demek? Sevgi demek. Yaratılanların hepsini seveceksin, bir nispet dâhilinde, aşırı değil. Birçok yerde söylediğim gibi yılanı da seveceğiz ama koynumuza alıp yatamayız, akreple yatamayız. Bir kötü hırsızla, uğursuzla merhaba diyemeyiz. Niçin? Onların istidat ve kabiliyetleri kötülük yapmakla mükellef. Sen kötülükten kaç diyor.
Anlatınca, acem kızıda, arap oğluda hakikati anlıyor. Kimdir bu? Mürşid-i Kâmil. Ben bunları bilirim... Hayır, bilemezsin. Açıklayayım; Çok samimidir, senin toplantılarına gelir, iştirak eder, sohbetlerini dinler ama bir şey noksansa olmaz. Nedir hepsinin başı? Aşktır, sevgidir, muhabbettir. Eğer bunlar olmasaydı Cenab-ı Resulallah Sidre-i Münteha’ya, Miraç’a çıkamazdı. Aşk çıkardı onu. Aşk bütün varlıkların, bütün sevgilerin, bütün muhabbetlerin üstünde bir varlıktır. Eğer onda aşk yoksa Cenab-ı Allah diyor ki:”Ondan kaçın” Niçin? Cahildir o . Her şey var, biliyor ama aşk yok. İşte bizi buraya toplayan Aşk’tır, sevgidir. Hangi sevgi o? Kâinata dağılan, Allah tarafından, Muhammed aşkı, Muhammed sevgisi. Muhammed’in suyu, havası, toprağı aynı olmasa ayrılıklar başlar.
Aynı duygu, aynı muhabbette olanlar... Gidin, kumarcılar ayrı yerde, hırsızlar ayrı yerde, siyasiler ayrı yerde, her meslek erbabı kendi sanatını, kendi maharetini ortaya döker. Bizim de bir maharetimiz var, bizim de bir sevgimiz var, bizim de toplantımızın bir gayesi var, maksadı var. Nedir? Allah ve onun Resul’ünün sevgisi topluyor bizi. Öteki diyor ki; ben araba aldım sattım. Öteki diyor ki; senin bu kadar malın var, hesabını vermedin. Yiyorlar birbirlerini. Bizim öyle hesabımız yok, öyle alacağımız, vereceğimiz yok. Cenab-ı Allah Teâlâ hazretleri maişetimizi veriyor, ne kadar verirse yiyoruz, Allah bereket versin diyoruz. Amacımız, gayemiz Allah’a vasıl olmaktır. Vasıl olmak. Hedefimiz, kendi kendimize dönmek. O kâinat haritası olan insan, kendi haritasına bakıyor ki, onların hepsi bende mevcut ama ben onlara fırsat vermiyorum.
Mevlana’ya birisi diyor ki :”Sen dünyanın en alçak insanısın, senden daha rezil, daha namussuz, daha günahkar, daha kafir yok.”, ”Doğru söylüyorsun, bu dediklerinin hepsi bende mevcut, ama senin anlattıklarından fazlası var, kin var, haset var, Allah ve Peygamber düşmanlığı var . Nemrut benim, Firavun benim, Putperest benim.” Doyuyor artık, gidiyor. Yarım saat sonra aynı adamı geri gönderiyorlar: ”Sen dünyanın mehdisisin, sen Muhammed’sin, Allah’ın elçisisin, Kitab-ı Kainat sensin.”, ”Doğru, bitmedi, methettiklerinden dahası da var.”İşte insan budur. O insan nefsaniyeti ile birleştiği zaman, yapmayacağı kötülük yoktur. Nemrutlara, Firavunlara, Ebu Cehillere taş çıkartır. Ama ne yapıyor? Onu bastırıyor. Otur diyor. İyi taraflarını... İşte o kötü taraflarımı niçin verdin Yarabbi? Beni sırat-ı müstakime iletseydin ya, beni günaha sokup cehenneme atmaktan zevk mi duyacaksın? Beni yakacaksın, ne olacak, ne geçecek senin eline?.. Ama ben niye yarattım bu kâinatı, bütün meyvasıyla, sebzesiyle, bütün varlıklarıyla, namütenahi nimetler verdim bilesin beni diye... Ama bildiren sen, bildirmeyende sen diyenler var. Cebriye... Desin onlar. Bakıyorsun bir gün dönüyor.
Bağdat’ta Bişr-i Hafi isminde bir röntgenci vardı. Duvarlara çıkıyor, odaları seyrediyor, gece gündüz içiyor. Tam kırk yaşında. Bir gün meyhaneye giderken, yolda bir kâğıt parçası düşmüş, çamurlara batmış. Yeni ile siliyor, bakıyor ki Allah yazıyor. Öpüyor cebine koyuyor. Zamanın kutbu... Evliyaların üstü var, kutup yıldızı gibi, Her yüz senede bir, bir büyük insan doğar ve bütün insanlara ışık saçar. Mevlana’ymış, İmam-ı Gazali imiş, Cünyd-i Bağdadi imiş, Ümmi Sinan’mış, işte onlar... Onların menkıbeleriyle, hareketleriyle zevk alırız ve onlardan bir parça almaya gayret ederiz.- Hep taklitlerini yapmayız, meddahlığını yapmayız, bizden de bir şeyler zuhur etsin. Allah’ın hikmeti, ilmi bitti mi? Onlara vermişte niye bana vermiyor? Onlar istemişte vermiş, bende istiyorum. Elbet bir gün verecek-. Zamanın kutbuna emir veriyor, Allah. ”Git, O sarhoş olan Bişri’yi müjdele. O bizi yüceltti, bizde onu yücelttik.” Gönderiyor talebeleri meyhaneye, nerede gelecek? Sonra kendisi gidiyor... Bişri diyor: “Geliyor hoca, içme kâfir olacaksın, cehenneme gideceksin. usandım bunların laflarından”. ”Bişri, gel, gel sen buraya, gelirken yolda bir kâğıt parçası buldun”, “buldum”, ”Yen’inle sildin, üzerinde Allah yazılıydı”, ”Evet”, “Onu öptün, cebine koydun. Sen Allah’ı yüceltmişsin, O’da seni yüceltmiş”,”Beni affetmiş mi Allah?” ...
Bizim Mehmet Oruç var, Bağdat’a gitmiş, gezerken koca bir kapı, içerde bir türbe, bahçede. Bir arap hurma dalıyla süpürge yapmış, süpürüyor. Bir kadın diyor ki ,”Ne bakıyorsun?, Bişri Hafi ’nin türbesi”. Oruç “O sarhoş olan Bişri’den öyle eserler okudum ki, öyle feyz aldım ki, girdim iki rekât namaz kıldım, çıktım.” diyor.
Bizim ne olacağımız bilinmez, yalnız bizden teslimiyet istiyor. Kime? Muhammed’e. Allah’ı görmek için Muhammed’e teslim olmak lazım. Muhammed 1400 sene önce Rahmet-i Rahman’a kavuştu! Yok mu varisleri? Var... İşte Hazreti Muhammed’in sevgisi, muahabbeti, aşkıdır bizi buraya toplayan. Allah’ın dostları nasıl? Allah’la dostluk nasıl? Maddede dostluk neyse, manada da dostluk odur. Süleyman Demirel’in huzuruna gidenler var, bastonla iterler kapıyı açarlar. ”Neredesin?” der. Ama bana demez, beni tanımaz. İşte Allah’ın dostları teklifsiz konuşurlar. Bunları anlamak için o büyük zatlardan biri olmak lazım ve bunu büyüklerimiz şöyle tarif ediyor,”Bal yemeyene, balın lezzetini anlatmak mümkün değil. Yahut içtiği suyun lezzetini.” Biriniz varsa çıksın, içtiği suyun lezzetini anlatsın bana. Kölesi olurum. Mümkün değil. Bu kadar meyve yiyoruz, sebze yiyoruz, acı, tatlı. Nasıl tatlı? Anlatamıyoruz. Talebe izinden gelmiş, hocasına bal getirmiş, Balın tarifini istiyor talebelerden, anlatan yok. Hemen bir parmak batırıyor, işte bal budur. Bu bir lezzettir, bir hazdır. Her türlü lezzet vardır. Dikkat edelim, o maddeye kapılanlar, manayı bilmeyenler, hiç bir lezzet bulmadılar. Gittiler barları kapattılar, onu aldılar, onu verdiler, milyarlar sarf ediyorlar, tatmin olmadılar.
Büyüklerimiz diyor ki, İbrahim Ethem Hz.:”O bizdeki lezzet,” diyor, “Padişahlar bir bilseler, ordularını seferber ederler ve o lezzeti bizden almak isterler.” Bir misal vereyim; Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetti. Hocası Akşemsettin... Eyyüb Ensari Hazretleri, Resulullah Efendimizin ashabından, İstanbul’a geldi, orada şehit oldu. Fatih diyor ki:”Bu zat-ı muhteremin kabrini bulmak mümkün mü?”. Akşemsettin diyor ki “Mümkün”. Manaya dalıyor. “İşte burası”. Padişah hayret ediyor; ”Ben padişahım, Bizans’ı allak bullak ettim, gemileri karadan Haliç’e indirdim, ama bu ne demek”.
Allah’ı İlme’l Yakin, Ayne’l Yakin, Hakke’l Yakin tanıma mertebeleri var. Duymuşsunuz! İstanbul’da âlimin birisi var. Nerede? Duydum. İşte İlme’l Yakin. Gideyim, şu zat’ı göreyim. Yola çıktın, vardın İstanbul’a, Ayne’l Yakin. O’nu bulacaksın, Hakke’l Yakin, O’nunla konuşacaksın. İz takip etmek lazım. “Vardım da ne oldu?” diyor Yunus. “Allah’ı gördüm de ne oldu?, Cennet’e girdim de ne oldu?”. Marifet değil, şımarma. Sana deli derler, mecnun derler, sihirbaz derler. Hz. Fahri Kâinat Efendimize dedikleri gibi.
İki tane kumandan var, biri melanetin başı, kötülüklerin başı olan Nefsi Emmare. Yedi başlı nefis her şeyi ister, seni daima kötülüğe götürür. ”Nefs-i Emmare, sana emreden nefis var, sen onu levm et, azarla”, Nefs-i Levvame, azarla ki sana ilham gelsin, Nefs-i mülhime. Yaklaşacak dostun, Yusuf... Nefs-i emmare’yi bastırdın mı suyun içine, o ses çıkartamaz. Ruhaniyet başlar, maneviyat başlar ve seni götürür.
İki mesele üzerinde duruyoruz. İlmi Ledün. İman ilmidir İman ilmi olmadıkça ibadet ilminin yerini bulamazsın, yerine oturtamazsın. Namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi... Evvela, yedi katlı bina yapmak için temeli yapmak lazım, temelin üzerinde inşaat olur. İşte iman, “Amenu ve amelü’ssalihat”, önce inanacaksın ondan sonra salih amel işleyeceksiniz. Peki, buraya gelmeyenlerde iman var mı? Kime sorarsan ben imanlıyım der, ama o imana nasıl girilir? Nasıl başlanır? O iman metreyle midir? Kiloyla mıdır? Bilemez. Ben imanlıyım! İspat et. Sen Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülhime, bunları atlattıktan sonra şu hitabı duydun mu? “Ya eyyetuhen nefs-ül mutmainne”, Nefsini mutmain etmiş insan, “İrcii”, Dön ,”Sen benim dostumsun”. Peki, neden bu kadar zahmet? Kolay olur mu? “İrcii, ila rabbiki radiyyeten merdiyye”. Sen razısın ben de razıyım ,“Fedhuli fi ibadi vedhuli cenneti” . Gir kullarımın içine, gir cennetime.
Ve onlar buradayken cennete girdiler. Eğer inanmıyorsak, burada işimiz yok. İnkâr ediyorsak, burda işimiz yok. Biz Kur’an’ı Kerime, Hadis-i Nebevviyye’ye tamamen iman etmiş insanlarız ki Iman’ın şubelerini arıyoruz ve bulduk. Neyle?,Bir öğretmenle. Cenab-ı Allah’ın bir ismi Rab’tır. Rab demek, usta, Mürşid demek. Diyor; ”Elhamdü lillahirabb’ilalemin” Kim diyor? Allah. Rabbi niye koydu? Sanattır, sıfattır, Kâinatı rab sıfatıyla yarattı. Er rahman Er rahim”. Rahmandır bütün alemlere, iman edenlere de , etmeyenlere de. Faydalı, zararlı, hepsini ben yarattım, sen karışma. Peygamberler de, Velilerde bunun içindedir, onları umumi varlıktan seçti, onun içinden seçti. Nasıl seçti? Bakın çocuklar, bu kâinatta 5 milyar insan var. 5 milyar insanın istidatları, kabiliyetleri, hünerleri ayrı ayrı. Nereden..? Parmak izlerinden.
Ve yarattığı kâinatın hiç birisi, ağaçlar, geceler, gündüzler... Namütenahi varlık yarattı, hiç birisi birisine uymaz. Gece ile gündüz uymaz. Bir zeytin ağacına bak, yapraklarını ölç, biri diğerine uymaz. İşte Allah’ın Tekvin sıfatı vardır, bir yarattığını bir daha yaratmaz, çünkü O fabrikasyon değildir. Geldi birisi bana, Üniversite öğretim görevlisi, ”Allah yoktur” dedi, ”Gel evladım”, hocalar olsa onu kovarlar, ”Gel, ben de yok diyorum, ama inanan yok”. Tam 3 sene uğraştım. En son “Varmıymış evladım?” ”Varmış” İşte şimdi ben ona diyorum ki, ”Allah var mı?” Bana ispat ediyor. ”Nerede?” Bir verem mikrobunda, bir kanser mikrobunda, gözle görülmeyen, mikroskopla bakılan o hayvancık yok mu? Allah’ın orada esması, sıfatı var. Ve ona öyle bir ilim bildirmiş ki, 3 ayda koca delikanlıyı seriyor yere, öyle bir arı yapmış ki, bize çiçeklerden bal getiriyor. Daha bunun gibi neler neler. Peki, o örümceğin, o karıncanın dili var mı? Mektebi var mı onun? Ama bir mektep var ki, Allah onu ona öğretmiş.
Peki, bir sineğe, bir karıncaya verir de, dünyada eşref-i mahlûkat olarak, en güzel surette yarattığı insanlara vermez mi? Ayet, ”Fi ahseni takvim”, ”Yarattığım kâinatta her ne varsa, en mükemmel, en muhterem insanı yarattım”. Zamanın halifesi Harun Reşit bir gün çok sevdiği cariyesiyle hasbahçeye çıkıyor, gece, geziyor, bakıyor ki, Ay havuza aksetmiş, hafifte dalga var. Diyor ki ,”Mübarek Nur”. Hanım da diyor ki, ”Benden daha nur mu?”,”Sen kim oluyorsun, 60 kiloluk leşsin, benim cariyemsin, emrimdesin, o benim emrime girer mi?”, ”Ben, diyor, ondan bin defa daha güzelim, bin defa daha kıymetliyim”, ”Def ol”. Halife anlayamadı islamı. Cariye gidiyor, o’da başka odaya, cariyemi yok? Ertesi gün, Behlül Dane oradan geçiyor, ”Yenge, yüzünü asık gördüm”, ”Haberin yok mu? Abin beni kovdu, böyle böyle oldu”.
Ertesi gün cuma. Herkesi davet ediyor, Behlül Dane cuma namazı kıldıracak. O gün Behlül namazda okuyor, ”Ve’ttini ve’zzeytuni ve turi sinine ve heze’l beledi’lemin, lekad halekna’l kamere fi ahseni takvim”, Cemaat”yanlış okudu”, ”Sorun Halife’ye”. Gidiyorlar, ” Eyvah, Allah Kur’an’da insanı methediyor, ben de ayı methediyorum”. Ay, Güneş, Yıldızlar, bütün sema, zerresinden, kürresine kadar, insana hizmet etmek için yaratılmıştır. Onlar birer robottan ibarettir, emredildikleri üzere hareket ederler ve hiç birisi tembellik yapmaz. Ay, Güneş, “Yoruldum ben, dinleneceğim” dedi mi, kıyamet kopar. ”İşte, ey insan, senin emrine musahhar kıldığım bu kadar nimete karşı, hala beni görmedin mi?, anlamadın mı?”. Şükrediyoruz, hamd olsun diyoruz. Öyle kolay kolay şükrü yemiyorlar. Saatçi Veli vardı, bir gün bir saati tamir etti, verdi. Adam; ”Teşekkür ederim” dedi, ”Teşekkürü çocuklara götürdüm, yemediler!”... Teşekkür nasıl olur? Allah’ın verdiği nimetleri Allah’a iade etmedikçe şükür yerini bulmaz. Ekmek değil; nimet... Mesela bir teneffüs nimeti alıyorsun tertemiz; Kirletiyorsun, veriyorsun. Senin babanın hizmetçisi mi Allah! Onu temizliyor. Öyleyse bu kadar nimet karşısında, ona bir şükür, nedir o? Secde mi? Secde ile şükür olmaz. Allah’ı bilmekle; yani iman, evvela iman. Sonra itaat Biz askere gitmeden önce büyüklerimiz bize sadakati öğretti.
İnsan günde 24.000 defa Allah’a selam verir. O selamdan haberi yoksa o’na derler mi insan! Nedir o? Veriyorsun, alıyorsun. Merhaba, merhaba. 24000 defa. Günde 24.000 defa merhaba dediğin varlığı tanımadın mı sen? Hayat verir o. Nefesi alırsın veremezsin, verirsin alamazsın. İki nefes arasında bir ölüm. Ölümden de korkuyorsun. Merhaba da demiyorsun. İlahi sohbeti dinlemeyenlere şöyle der Ali Efendi: ”Na ehil olanlara baka baktır, baka bak. Ehil olanlara kapa kaptır, kapa kap”. Kaparlar, yerleştirirler. Ötekinde aşk yok: “Baka baktır, baka baktır, bakabak” Öyle bakar o. Sığır gibi bakar.
Taşıma suyla değirmen dönmez. Siz, diyor, benim hikmetlerimi, benim ilmimi, benim Kur’an’ımı, Muhammed diyor, benim hadislerimi taşa ekmeyin. Kim taş? O insanlar var ki, diyor Ayet, taştır onlar, taştan daha katıdırlar! Ama nasıl ayıracağız? Ayırırız, ayırmak mümkün. Eğer bir öğretmen öğrencinin liyakat ve kifayetini ölçemiyorsa; öğretmen değildir. Bir kumandan askerini bilemiyorsa; bir inşaatçı amelesini bilemiyorsa, öyle görüyorum ki“Evladım, sen çamuru bırak, bize su taşı, şurayı süpür” diyor... Ama hepsi insan mı? Bundan asırlar önce Yunanlı Filozof, güpegündüz feneri yaktı “Ne arıyorsun” dediler. “İnsan arıyorum”, “ya bunlar, insan değil mi? “,”Bunlar insan suretinde hayvan”. O gün neyse bu günde öyle. Ağır bu kelime; kimse kabul etmiyor. Ne zaman ayeti okudum, isyan ettim: ”Beni nasıl hayvan yaparsın!” Ayeti çok açık “Onlar hayvandır, hayvandan da aşağıdırlar” Hayvana desen ki,“Gel insanlığımı vereyim sana, hayvanlığını ver bana” “Benim hayvanlığım daha üstün “der.”Çünkü emri yerine getiriyorum ben, getirmezsem beni kesiyor, dövüyor; Sen dövülemezsin, kesilemezsin.”
Fehmi Efendi;
Bazı insanlar mide hazımsızlığı çeker, Bazılarıda mana hazımsızlığı çeker. Cenab-ı Hak’tan duamız olsun ki; Bize mide hazımsızlığı vermediği gibi, mana hazımsızlığı da vermesin. Yani Efendinin sohbetlerini, Cenab-ı Hak lütfetsin, hazmetmeyi, içimize sindirmeyi nasip etsin. Sohbetler zaman zaman yukarı seviyelere çıkıyor, zaman zaman aşağı seviyelere iniyor, dolayısıyla bir hafta içerisinde hazmedilmeyen hususlar varsa, tekrar gözden ve gönülden geçirerek hazmetmeye çalışmalı.
Sormakta fayda var. Çünkü ufak tefek şeyler zamanla izhar edilmesse, büyür ve sizi mat eder. Yara küçükken hemen neşter vurmak lazım. Hazmetmek nasıl olacak? En büyük yardımcımız zikrullah olacak. Zikrimizin çokluğu nispetinde tefekkürümüz açılacaktır, imani mevzuda yüceleceğiz ve yükseleceğiz.
Cenab-ı Hak müminlerden bahsederken, ”Onlar Allah’ı Zikrettiklerinde kalpleri titrer ve imanı artar”, diyor. Dolayısıyla; imanımızın artması zikrimizle orantılı, zikrimizi ne derece yüksek tutarsak, imani meselelerde yücelmemiz o nispette olacaktır. Zararı yok, bize dışardan bakanlar, bu halimizi beğenmeyenler olabilir, hele bu işin başında olan kardeşlerimiz için bir sürü yol kesiciler vardır. En başta kendi nefsi, daha sonra arkadaşları. Nedir bu dervişlik? Nedir bu Allah Allah demek diye, sizi yoldan çıkarmaya çalışırlar. ”Nefis her zaman kötülüğü emreder, ancak Rabb’im Rahmetiyle tecelli ederse, onlar kurtulur”
Rabbin rahmeti, Peygamberin merhameti, Efendinin himmeti, bunların hepsi birdir. Cenab-ı Hak der”Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” ve Peygamberi överken “Ve ma erselnake illa Rahmetel’il âlemin”, yani kendisine has etmiş olduğu Rahmet sıfatını aynı şekilde Peygambere izafe ediyor. Demek ki Allah’ın rahmeti nasıl her şeyi kuşatıyormuş? Bütün âlemlere Rahmet olan Hz. Muhammet’le ve Hz. Muhammed’in varisi olan, mirasçısı olan, her şeyiyle, manasıyla O’nu temsil eden Mürşid-i Kâmil’in sohbeti, telkini ile... Bizim için bir rahmettir. Bu sohbetten, bu telkinden uzak olanlar belki bizimle alay edecekler, hatta bu konuda Cenab-ı Allah kendisiyle bizi, kendisiyle müminleri aynı yerde zikrediyor. Der ki, ”İnsanlardan bazıları der ki; Biz mümin olduk, iman ettik, hâlbuki onlar mümin değillerdir.
Onlar kendilerini mümin zannederler, iman ettik, inandık zannındadırlar, ama onlar hakikatte mümin değiller, hakikatte iman etmiş değiller”. Belki bir taklidin içerisindedirler, anasından, babasından, dostlarından, yakınından duymuş, öyle kabul etmiş, ben Mümin’im diyor. Hâlbuki Allah diyor ki? “Onlar Allah’la ve iman edenlerle alay ederler”. Bakınız, burada Cenab-ı Hak kendisiyle alay edilmeyi, müminlerle alay edilmeyi aynı yerde zikrediyor. Yani, müminlerle alay etmek işi nereye götürüyor? Cenab-ı Allah’a götürüyor. Müminle alay eden, Ehli tevhitle alay eden, muvahhitle alay eden, sizlerle alay eden, Allah’la alay etmiştir. ”Hâlbuki onlar kendi kendileriyle alay etmektedir, fakat bunun farkında değiller”. Onlar zannediyor ki, sizinle alay ediyor. Allah’la alay ediyor, ama bilmiyor ki kendisini küçük düşürmekte. Farkında değil.
Varsın bizi beğenmesinler, bizi hor hakir görsünler, bizi anlamasınlar. Ama sizi anlayanlar var ya? Sizi Allah anlamış. Ve sizi Allah buraya cezbetmiş. Siz hiç biriniz kendi iradenizle, kendi isteğinizle, burayı bulup gelmiş değilsiniz. Her şeyi sizin için yarattım, ama diyor sizi kendim için yarattım. Ve size halifem diyor, temsilcim diyor. Niyazi Mısr-i der ki; “Bu Niyazi’den de Allah görünür”Ama tabi ki bakanlara, bakmasını bilenlere. Dolayısıyla size bakan Hakk’ı görmeli, size bakan Hakk’ın temsilcisi olan Hz.Resullulahı görmeli, halinizle onu zuhura getirmelisiniz, böylece Cenab-ı Hakk’ı zuhura getirmiş olursunuz.
“İhtiyacındır bilinmek, Fehmi’yi var eyledin”, O birisiyle sohbet etmek istiyor , birisiyle görüşmek istiyor , birisiyle sevişmek istiyor. Kimdir O? Sizlersiniz. Mümin namaza durduğunda onunla konuşur. Fatiha okuyorsunuz. Kimindir Fatiha? Onundur. Onun verdiği malla, mülkle, yine ona hizmet etmek durumundayız. Mülkün sahibi oysa ve biz bunu her namazımızda itiraf ediyorsak, Malikül Mülk, Maliki yevmi’ddin. Ya bizler? Biz de mülküz., biz de bu mülkte varız, öyleyse bizim sahibimiz O.
İşte O’nu bilirsek, O’nu tanırsak, O’nun sarayında oturduğumuzun farkında, şuurunda olursak, lazım olur ki, sarayını kullanan, sarayın sahibini tanıya ve kusursuz hizmet ede. Padişah olarak O’nu tanıya, O’nun dışındakileri tanımaya. Ama hepsini yerine koyması lazım. Padişahın veziri var, nedimeleri var, cariyeleri var. Hepsinin yeri ayrı, ayrı, hepsiyle ayrı, ayrı konuşur. Vezirle konuştuğu başkadır, hizmetçisiyle sohbeti başkadır. Eğer bize hizmetçilik görevi verilmişse, biz ona razı olalım, eğer vezirlik verilmişse onun gereği neyse onu yapmaya çalışalım. Demesin hizmetçi, ”Niye ben vezir değilim”. Çünkü kendisinden daha aşağı mertebelerde olanlar da var, onlara bakıp haline şükretsin, boynunu yukarılara kaldırmasın. Boynu hep yerde olsun ki, rahmet yerden gelir.
Tenezzül ve tevazu sahibi olun, toprak gibi olun, toprağa her türlü şeyi atarsınız, o size hiçbir zaman kızmaz, size her zaman envai tür nimetlerini çıkarır, size arz eder. Mümin toprak gibi olmalı, her ne kadar başkaları tarafından ta’n edilsek de, hakarete maruz kalsak ta, bizden onlara hiç bir zaman kötülük ulaşmaması lazım. Bizden onlara her zaman güzellik, haklarında hayır duası ve onları Sırat-ı Müstakim’e davet etmek Bize düşen davet. Zorlamak yok. İster kabul eder, ister etmez, ama siz görevinizi yerine getirmek durumundasınız.
Biri düşmüş, yerde yatar, diyemezsiniz bana ne? Çocuğunuz düşse ateşe dermisiniz bana ne? Demezsiniz. Onu çıkarmaya çalışırsınız, elinden tutup kaldırmaya bakarsınız. Dinar’da bir deprem oldu, Cenab-ı Hak bir daha vermesin, iş O’nundur, dilediğini yapmakta serbesttir. Ben diyor “Fail’i Muhtar”ım, istediğimi yaptırmakla muktedirim diyor. Bize düşen, fiilin failini bilmek, işin nereden geldiğini bilmek. Ama bunu bilmekle beraber darda kalanın elinden tutmak. Eğer bizde “Ve ma erselnake illa rahmete’llil âlemin” den bir parça varsa, bir nebze varsa, en birinci vazifemizdir.
Çünkü biz Muhammedi’yiz diyoruz. Mesleki Resulün müntesipleriyiz, Allah Resulü’nün yol ve yöntemini takip edenleriz. Öyleyse Şeriat’iyle, Tarikatı’yla, Hakikat’ıyla, Marifet’iyle dört dörtlük olarak onun temsilcisi olduğumuzu ispatlamak zorundayız.
Allah müminlerle beraberdir, Allah ihsan edenlerle beraberdir, Allah sabredenlerle beraberdir. Neden? Çünkü bunlar, Allah’ın ahlakı, ”Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın”. O’nun ahlakı Peygamberin ahlakıdır. Bizde Mesleki Resul müntesipleriyiz diyorsak, O’nun ahlakıyla ahlaklanmak zorundayız. ”Allah’ın Resul’ü size neyi alın dediyse, onu alın, neyi de yasakladıysa, ondan uzak durun”, O’nun emri Allah’ın emridir, hiç bir zaman hevasından konuşmamıştır. O’nun konuşması vahyi’dir, Nefsinden konuşmaz, çünkü nefsini hakka teslim etmiştir. “Nefsimi yed’i kudretinde bulunan Allah’a yemin ederim” diyor. Bizde nefsimizi, özümüzü Hakk’a teslim edersek; Bizden işleyen O olacak, bizden gören, bizden işiten O olacak. Cenab-ı Allah yanlış bir iş yapmayacağına göre, bizden de abes bir iş zuhura gelmeyecek. Abes bir şey görmeyeceğiz, abes bir şey olduğunu zannedersek o zannı söküp atacağız. Bileceğiz ki Faili Hakiki O’dur.”La Faile illallah” diyeceğiz, bileceğiz ki bütün sıfatlarla sıfatlanan O’dur, ”La Mevsufe illallah” diyeceğiz, bileceğiz ki bütün vücutlarda mevcut O’dur, ”La Mevcude illallah” diyeceğiz.
Sülukumuz tamamlanacak, urucumuz tamamlanacak, bitti mi? Bitmiyor, bu defa nüzul başlayacak, tekrar başladığımız noktaya geri döneceğiz, bir daire çizmiş olacağız, ama eskiden bir farkı olacak. Eski halinize dönün deseler, kesseler, biz dönmeyiz artık. Niye? Artık nereye dönersek dönelim Hakk’ın yüzüyle karşı karşıyayız, bizim yüzümüz artık Allah’a döndü, geriye dönüş yok artık. Akşam olduğunda, gündüz dağa giden inekler, kafayı çevirirler, nereye? Eve. Yuvaya dönüyor. Kessen döndüremezsin artık onu. Biz de yuvamıza döndük, Allah’ın lütfüyle, başka tarafa döndürmesin, çünkü kalpler iki parmağı arasında. Dua edin diyor, kalplerimizi kaydırma, bize hidayet ettikten sonra artık bizi geriye döndürme.
Efendi;
Ehlullah demek, Allah ehli, Allah dostu, Allah sevgilisi demek. Peygamberler son bulduğuna göre, Hatemu’l Enbiya ile ..
Bu günkü Allah dostları evliyadır. Ehlullahın sohbetine devam ediyorlar. Yakın tarihte, tanıdığım bir veliye, ”Efendi” diyorlar, ”Bu sohbeti dinledikten sonra, bize camideki sohbet yavan geliyor, gitmek ve dinlemek istemiyoruz”, ”Hayır” diyor, ”o sohbet size, seçkin kullarına az geldi”. Bazı talebeler var, hocasına sorup duruyor, ”sana verecek ders kalmadı “ diyor hoca. O talebe sınıfı terk mi etsin? İşte biz de, yıllarca, o cemaatin, imamların talebeliğini yaptık Baktık ki bir sınıf orda kalıyor, ”Yaşasın hoca efendi” diyor. Bize tam gelmedi, noksan geldi. Ama diyor, ”düzenli gideceksiniz, beş vakit namazı camide kılacaksınız ve onların vaazlarını dinleyeceksiniz”.
Neredeydik, nereye geldik, Elhamdülillah diyeceksiniz. Orada kalan cemaati küçük görmeyeceksiniz, çünkü siz oradan geldiniz, buraya geldiniz, bir tat aldınız, onlar almadıysa küçük mü görüyorsun? Sen de onlarla beraberdin, sen de aynı vaazı dinledin, ama Cenab-ı Allah seni tuttu, ”Bazılarını, bazılarına üstün kıldık”. Zahirde de öyle. Odacı bir gün müdür olur.
Zahidin zühtün kerih görme şükret haline
Ol sana ibretnumadır hükm-ü takdir onda var
Senin kötü gördüğün cemaatin içerisinde sen de vardın. Ama seni elinden tutmuş. Onu da bir gün elinden tutabilir. Hidayet meselesi.
Ceviz yer misin? Mutlaka iki taşın arasında kıracaksın. Dörde bölmüştür... Şeriat ceviz kabuğudur, biz kırıyoruz, yaklaştırıyoruz, nereye? Mevlana’ya, Hacı Bayram-ı Veli’ye, Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Ahmed Yesevi’ye... Derken Ömer’e, Osman’a, Ali’ye, Ebu Bekir’e gidiyor. Derken Muhammed’e gidiyor, derken Allah’a gidiyor. Yakıniyet var. Allah hiç bir zaman, bilinmesin diye bu kâinatı yaratmadı, bilakis bilinsin diye. ”Bilinmeliğimi istedim, gizli bir hazine idim...”. Yoksa niye yaratsın bunca şey? İnsan kudretinin ve sanatının çok üstünde, yapmak mümkün değil. Semada, boşlukta gezen... Bir insan organını, görmeyi, işitmeyi... O’nun bütün sanat-ı ilahisi, kâinatın her tarafında bulunur. Öyleyse... Kur’an’ı Kerim’i mukaddes bir kitap olarak biliyorduk, ama o kitap değilmiş! O ama O insana bu zevki vermez. Geldik buraya, kitap bir tane değil! Karşına çıkıyor. Bu gördüğümüz kâinat. Ay’ı, Güneş’i, Yıldız’ları, denizden çıkan namütenahi mahlûklar, topraktan çıkan namütenahi birbirlerine benzemeyen mahsuller, renkler, Tatlar, kokular... Bu da bir kitap. İnkar edemezsiniz.
Birde, bu kitapların hepsi satıra kalemle yazılmış, ”Nun, ve’l kalem ve ma yesturun”. Ama asıl kitap insandır. ”Ene natıkul Kur’an”, konuşan Kur’an. Bize namaz kıldırıyor, bak konuşuyoruz, sohbet ediyoruz, Kur’an’ı Kerim’i koysak buraya, anlatır mı bize bir şey? Anlatmaz... Bu kâinatta kitaptır. Anlatmaz... Demek ki bu kitapların üstünde bir kitap var ki, O’da insan, Allah’a en yakın olan insandır. Camide de o insan anlatıyor, ama “Halekna’l insane allemehül beyan” olmamış.
Kitab-ı Kâinat, Ene natıkı’l Kur’an, tefekkür eden kitap, müşahade eden kitap, iyi-kötü, güzel-çirkin ayıran kitap, hakkı hukuku ayıran kitap... İnsandır. Öyle, sonsuz bir Kudret sahibi var bu kâinatta. O sende mevcut ve sana soruyor zaman zaman. Acı bu... Nereden bildin? Ağzında ne var? Laboratuvar var. Bir kimya makinası var. Kaça aldın sen bunu? Nereden aldın ve kaça aldın? Acı, tatlı, ekşi, mayhoş, hemen rapor ediyor sana. Kaç para verdin sen buna? Hiç, haberin bile yok. Ama bu hayvanda da var, izhar edemez, sen de açıklayamadığın zaman hayvanlarla müsavisin... ”olmadı, kabul etmiyorum”.O zaman düşün, bu göz görüyor, Nedir? Bir yağ tabakası, sinirler birbirine bağlı, kediye atsan yer. Uzak, yakın, kırmızı, beyaz... Görüyoruz, işitiyoruz. Nedir bu? Bir zar var bir, çekiç var. Bu kadar nimetin niçin küfrünü yapıyorsun? Ve diyorsun ki, Ebu Cehil inkâr etti. Sen daha çok inkâr ediyorsun. Hem Müslümanım diyorsun, hem camiye gidiyorsun, hem inkâr ediyorsun. Firavun senmişsin demek. Yezit sensin. Niye? O ağzındaki Laboratuvarı anlayamadın daha. Kulağını anlayamadın, gözünü anlayamadın, tefekkürünü anlayamadın. Öyleyse, Allah’ta ne varsa, Kul’da mevcuttur.
Allah’ta ne varsa Kul’da mevcuttur. Bir kere Allah’ta zaman mevhumu yok, mesafe, mekân mevhumu yok. Hepiniz askere gittiniz ya da Avrupa’yı gezdiniz. Bir anda gittiniz, geldiniz (düşüncede, tefekkürde). Var mı, mesafe, mekân, zaman? Demek ki bu hayvanlarda yok, sende mevcut, öyleyse sende çok hak var. Bu hak camilerde verilmiyor; Veriliyor, kısmen ama. Mevlanalar camilerde yetişmedi. Medreseler bunları yetiştirmedi, bir yere kadar götürdü: Geldi Şems, ”Ne yapıyorsun? Dedi, ”Ders veriyorum”, ”Ne dersi veriyorsun?” "Konuşma dersi”. Aldı kitapları attı. Bir kitap vardı, hocasından, ”onu atmasaydın” diyor. Mevlana soruyor, ”Bu ders nedir”, ”Seninki kal dersi, benimki hal dersi”. Demek ki iki ders var, iki ilim var. Biri zahir ilmi, dünya ilmi; biri batın ilmi, ahiret ilmi. Biri mana ilmi, biri madde ilmi. Biri ruh ilmi, biri beden ilmi; Sen bir kere öğrendin mi, diğerlerine de isim takabilirsin, genişletirsin. Genişlettiğin müddetçe insansın. Bir havuza bir taş attığın zaman, dalga dalga kıyıya kadar gelir. Tefekkürü zorlar onlar, zorladıkça insansın, zorladıkça Allah’a ulaşılır.
Hemen mi bilinsin? Bilinir ama dünyada kör olan, ahirette de kör. Peki, ”Niye bizi kör, sağır yarattın? Hem bizi aşkla, şevkle yarattın, hem rızkımı verdin, niye kör, sağır, kalbi mühürlü yaptın?”, ”Ben yapmadım. Ben böyle bir azap vermekten kendimi tenzih ederim. Ben Allah’ım. Merhamet sahibiyim. Rahmet sahibiyim”, ”Ya niye?”, ”Sendeki istidada baktım, yok bir şey, ne yapayım?.
Cebriye diyor ki; ”Sen yaratın beni, bu kâinatın sahibi, ustası sensin. Bana azap veriyorsun sen. Ben fena bir kulum, bu fenalığın hocası sen”... Kabul etmedim. Şöyle düşündüğün zaman, doğrudur. Niçin? ,O Cebriye sebeplere inmiyor, sensin diyor. Ama niçin yaptığını... Çok inkâr ettim, çok itiraz ettim, Allah affetsin. Ne zaman ki 6.666 ayetini birledim, 60.000 Hadise baktım. Bir ayeti, bir ayeti tekzip eder gördüm, nasıl ki bazı kanunlar birbirini tekzip eder; Ne zaman ki bunların hepsini toplayacaksın, ondan sonra Tevhîd’e gireceksin. Daima söylediğim, ısrar ettiğim; Kur’an’ı çok okuyacaksın, Hadis-i Nebevi’yi çok okuyacaksın.
Önce gel, bizde bir kitap var, onu oku, ondan sonra ötekilerini oku. Kitaplar sana bir şey vermez, bir serinlik verir, ama giremezsin mahremine. Mahremine girmek için ne yapmak lazım? Kız istemek, kız almak gibi. O Kitap’la izdivaç edecek, Mutabık gelecek, o zaman zevk alır, o zaman lehim tutar. Götürüyorsunuz tenekeciye, bir tarafı temiz, bir tarafı pis, iki tarafını temizler. İnsan da öyledir. Okuyacaksın, ama Ümmü’l Kitab’ı bulacaksın. O Kitap’ın anasını buldun mu, tamam. Zeytin’e ve İncir’e kasem ediyor, demek ki insan ondan üstünmüş, bunu ilk defa burada duyduk, niye anlatmıyor hocalar? Bilseler de, anlatmak yasaktır. Peygamber’imiz diyor ki, ”Siz, iki ilim sahibisiniz, o taraf bir ilim sahibi. Sakın o ikinci ilmi ona anlatma, şaşırır ve seni küfürle itham eder, kâfir bu, der”. Ben burda 28 sene onun, bunun küfrünü üzerime çektim, bugün elhamdülillah böyle bir cemiyetimiz var. Diyor ki,”Onların aklı alacağı kadar konuşun”.
Çıktılar Mekke-i Mükerrem’eden, mağaraya girdiler, orda Hz. Muhammed bu ilmi verdi Ebu Bekir’e, geldiler Medine’ye.. Bu ilimden konuşuyorlardı,kapı da açıktı; Hani İslam’da, Kur’an’da, kapı kapalıyken kapıyı tıklatın, eğer içerden kapıyı açarlarsa, ses verirlerse.., kapının biraz arka tarafına saklanın, içerdeki mahremi görmeyin. Sonra, annenizin, babanızın, sabah, öğle, akşam, odalarına kapıyı vurmadan açmayın -Terbiye-, konuşuyorlardı, kapı açıktı, Hz. Ömer girdi, onlar da devam ediyorlar, bu tevhit sohbetine. Sonra Ömer dedi ki; ”Ya Resulullah, arapça konuşuyorsun, bende arabım, ama bir tek kelime anlamadım”, ”Anlamak istiyor musun?”... Zorlamak yok bunda, istek var, hiç birimizi zorlamadılar, o ondan duydu, o ondan duydu, geldi. Sohbetimizi dinledi, ayrılamıyor, yani yakaladı. Demiyoruz ki buraya gelenlere cami’ye gitmeyin, namaz kılmayın. Daha fazla mecbursunuz, çünkü anlamıyordunuz, şimdi anladınız. Cemaat’ten daha çabuk gideceksin, çünkü kıldığın namazı bilmeyerek yapıyordun, şimdi bilerek yapıyorsun...
Hemen teveccühe aldı Ömer’i, ”Şimdi anladım ya Resulullah”.İlmi ledün bu, tasavvuf ilmi derler, mana ilmi derler, bu gizli bir ilim, herkes için değil. Niçin? Almaz o, ona verilmemiş. O hediye ona verilmemiş, azm edemiyor o, bırak onu haline, çünkü her şey yerinde yakışır. Nedir bu işte? Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Şeriat’sız bu işleri konuştuğun zaman, yavandır... Şeriat’sız konuşuyorlar, laf-ü güzaf, laftan ibarettir. Başka? Başka bir şey yok... Niçin şeriat? Şeriat nizamı ilahidir. Hem bu dünyanın nizamıdır, hem öbür dünyanın nizamıdır. Bir misal vereyim; Hepimiz, bütün kâinat, Kâbe’ye doğru teveccüh ediyoruz, bu tertibi ilahidir. Eğer bu tertibi ilahi olmasa, sen oradan, ben buradan kılarken. Tak! Trafik, iki insan çarpıştı mı ölür. Peki, orada nasıl? Orada da Kıble yine bu. Kaybolmadı. Cenab-ı Hak diyor... ”Kıble neresidir?”, ” Zahir olan, tebliğ edilen Kıble ’dir. İstersen doğu’ya dön, istersen batı’ya dön, Kıble’niz biziz”. Çünkü her yer ve her şeyi Allah ihata etmiştir, maksat Allah’a değil mi? Hikmet baba vardı, Rumeli’de, anlatırlar, herkes Kıble’ye döner, o tersine dönermiş. “Hikmet baba, ters durdun”, ”Benimki de gider, sizinkinin gittiği yere”. Ne güzel şey. Bir misal daha vereyim; Tren’e bindiniz, Tren’de giderken namaz kılanlar var, otobüs’te kılanlar var. Nerede kıble? Dönüyor, geliyor, gidiyor. İşte kıble her tarafta. Cevaz vermiş. Öyle cevazlar var ki şeriatta, şeriat hakikatin ta kendisidir. Zerre miktarınca birbirinden ayrı değiller. Ama bilmiyor hocalar. Bilse de anlatamaz.
Resulullah Efendimiz anlatmadı. Büyüklerimiz hiç anlatmadı. Bana dediler ki; ”İbrahim amca, sen çıksana kürsüye, babamı itelim bir tarafa-İmam’ın oğlu söylüyor-, sen anlat cemaate. Çok güzel anlatıyorsun ve çok haz alıyorum”, ”yok” dedim, yasak. O şeriattır, bu hakikat. Şeriatı tatbik edeceksin, Hakikati tatbikte kendin bileceksin. ”Ya eyyuhellezine amenu” dediği zaman, bunda Peygamberler var, Evliyalar var.
İman edenler, etmeyenlerden çok az. Çünkü iman edenler Allah’la beraber olanlardır, Peygamberlerle beraber olanlardır. Hepsini oraya getirmez. Kaide-i İlahi öyledir. Madde’de de öyle, herkes çok zengin olsa, mesela Sabancı gibi, kimi çalıştıracak? Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa.
SOHBET 4
Bismillahirrahmanirrahim;
Baklayı ağzından çıkardı TGRT. Şimdi, zaman zaman bu millette, İslamiyet’te, kükremeler, ayaklanmalar var. Ama taşkınlık derecesinde değil. Bir kere oldu...
Hz. Ali dedi ki; ” Ya Fatıma, ne olur, bak herkes Resulullah’a yemek çıkarıyor, biz de öyle bir güne kavuşsak da bizde yemek çıkarsak Resulullah’a”, ”İstiyor musun ?”,dedi, “İstiyorum ama birşeycik yok”, “Hadi sen git Resulullah’ı davet et bu gece. Ben yaparım”. Sevinçle gitti, doğru Huzur-u Rahmet’e; “Ya Resulullah, kızın Fatıma seni bu akşam yemeğe davet ediyor”, “Yalnız beni mi davet ediyor ?”. Şimdi ne desin ?, ”Sende istediklerinden, sevdiklerinden kaç kişi alırsan al”, dedi. Akşam bakıyor Ali, yemek yok, bir şey yok, 100 kişiyle geliyor Resulullah. Fatımatu’zzehra validemiz bakıyor tencere dolmuş; “Buyurun, yiyin”. Resulullah Efendimiz diyor ki ashabına; “Bu taam cennetten gelmiş, ne kadar yerseniz yiyin bitmez”.
4 büyük halifenin ayrı ayrı büyüklükleri var. Hiç birisi, birinden ayrılmaz ama her biri ayrı bir mesele, ayrı bir âlem. Ebu Bekir Sıddık ayrı bir âlem, Ömer ayrı bir âlem, Osman ayrı bir âlem, Ali ayrı bir âlem. Hepsi birbirini teyit ettiler, tekzip etmediler. Evvelki akşam TGRT baklayı çıkardı ağzından; “Hz. Resulullah Efendimize nübüvvet verildi, Hz. Ali’ye velayet verildi”, dedi. Doğrudur. Bütün evliyanın başı Hz. Ali’dir. Hz. Ali nereden alıyor? Resulullah Efendimizden. Açıyor Kur’an-ı Kerim’i ; “Hiç günah işlememiş Peygamberler, ismet sahibidirler, masumdurlar, onlara biz katiyen günah işletmedik”, diyor. “Eziyet çekmişlerdir”, diyor, “ama bu eziyetlerin tahammülünü verdik onlara”.
Peki, diğer ümmet, Peygamberler değil, veliler. Nereden gelecek? Hz. Ali’den. Velayetin kapısı Hz. Ali. Malumatınız, Mekke’den kovuldukları zaman, ashabı Resulullah Efendimize, bir sene sonra, “Gidelim” dediler. Onlar Müslüman olmadan evvel de Kâbe’yi ziyaret ederlerdi, tavaf ederlerdi; Gittiler, Hudeybiye’ye. Hz. Osman’ı gönderdiler (elçi olarak), günlerce gelmedi. Ve orada biat ayeti geldi.- Evveli akşam okadar memnun oldum ki, TGRT’den. Bidat kadar küfür yoktur, dedi. Şöyleymiş, böyleymiş...... 30 gün Ramazan, 5 vakit Namaz, ömründe bir Hac, varsa paran Zekât. Demek ki büyük bir inkılap var dini anlayışta. Büyük bir ilerleme var. Resulullah Efendimiz bunları emir vermedi, diyor. İçtihat dini kapladı. Her tarafını kapladı, farzı da kapladı, vacibi kapladı, sünneti kapladı. Daha üstün çıktı-. Ve orada deve semerlerinden bir oda yaptı, malumatınız, Ali’yi kapıda bıraktı. -Ali’ye uğramadan Muhammed’e uğramak yok. Bizde de yaparlar efendiler. Kapıda birini bırakırlar. Ali’dir O. Teveccühe aldığı zaman efendi, o çok kıymetlidir, çok makbuldür-. “Ey habibim, senin eline değen el bizim elimize değdi, senin dizine değen diz benim dizime değdi, sana verilen söz bize verildi. Onlar asla dönmeyecekler”. Şimdi ne oldu? Bir kere Peygamberler kurtarıyor yakayı, masumdurlar, hiç günah işlemediler onlar. Hepsi peygamber değil ki bunların. Ebu Bekir geldi teveccühe, Osman geç geldi, o geldi, o geldi, o geldi...
Şimdi, Makam-ı Velâyet, bizim de var. Tevhid-i Ef’âl, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zat, Cem... Bunlar birer velayettir. Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretlerinden verilmiş birer makamdır. İşte diyor, bu makam üzere çağrılacaksınız. Herkes makamını biliyor, zevkini biliyor. Demek ki iki tane kurtarıcımız vardır bizim. Birisi Hz. Resulullah Efendimiz “ve ma erselnake illa rahmetelli’lalemin”. Ama yine diyor ki; Hiçbirine şefaat edemez Hz. Muhammed, Allah’ın izni olmadıkça. Gördün mü?. Döndüler Medine’ye, ortalık kaynıyor bu biat meselesinden. Daha evvel de biat etmişlerdi, 2- 3 yerde, Akabe biatı falan... Musafaha ettiler. Öyle değil o. Hala görüyorum ki, el öpüyor, musafaha ediyor. Değil, böyle değil Ayet-i Kerime. Diz çökeriz, açık, tefsirler, mealler çok açık. Sonra istiğfar edeceksin, tövbe edeceksin.
Bir gün Hamza’ya dedi ki; “Nerede toplanıyorsunuz ?”, Hz. Resulullah Efendimiz. “Ashabının evinin birinde”. Ayrı ayrı. O gün Hamza’nın evinde toplanıyorlar. Enteresan tarafı şu, bizi alakadar eden tarafı şu; Resulullah Efendimiz gitti, kapıyı çaldı. İçeriden; “Kimsin”, dediler. “Allah’ın Resulü Muhammet” dedi. “Yok burda”, dediler. Allah Allah, hep kendi adamları içerde ama “Öyle birisi gelmedi, gelmeyecekte”. Tuhaf değil mi? Merak etti Resulullah Efendimiz, gitti dolaştı geldi, taktak, “Kim o ?”, “Ebu’l kasım Muhammed”, “Yok, o gelmez buraya”. Gene dolaştı, gitti, gene taktak, “Kim o ?”, “Abdullah oğlu, Amine’den doğma yetim Muhammed”, “Gel, gel”. Enteresan tarafı bu. Allah rütbe ile mevkiyle kimseyi almaz. Büyük ders var burada, yetim Muhammed, ondan sonra en büyük rütbesi onun; “El fakru fahri”, fakirlik benim iftiharımdır, hiçlik benim iftiharımdır.
Demek ki halde, velayette rütbe yok, mevki yok, şöhret yok. Ne var? Hû , Hüve., yokluktur. İşte Kur’an-ı Kerim’i okurken yoklukla, namazı kılarken yoklukla, Allah derken yoklukla... Daha evvel biz kılardık namazı, biz giderdik Hac’ca, biz verirdik zekatı. Demek ki en büyük makam hiçlik makamı, yokluk makamı. İşte bu Ali’ye verilmiştir, Hz. Ali’ye. En garibi oydu, yokluk içindeydi Ali ve Ali hakkında, Ebu Bekir hakkında da ayet gelmiştir. Ötekiler hakkında da gelmiştir. Efendi, Ruhu şad olsun; “Ali, Ali, Ali.. Çırpındıkları Ali’yi onlar bilmezler”, derdi. Ahmet Efendi merhum; “ Onlar bilmezler Ali’yi”, derdi. “Ali canıyla, kanıyla, her şeyiyle bizimdir”, derdi. Çünkü Cenab-ı Resulullah Efendimiz ona demişti ki; “Her şeyi benimdir, ben de onunum”. Hz. Ali için bu sözü söylemiştir, “Ali benden, ben Ali’denim”. İşte, 1400 sene evvel işlenen cinayet, bugün hala silinmedi. Evladı Resul, Kerbela’da... Kerbela güzel bir yer, Dicle-Fırat kenarı, sular var, ama çocukları bırakmadılar suya insinler. Ondan sonra başlarını kestiler, mızraklara takıldı, Şam sokaklarında dolaştılar. Kimdi bunları yapanlar? Yezit... Rasûlullâh’ın yakın akrabası, Mervan, Yezid... Muaviye, oğlu Yezid’e diyor ki; “Senden bir ricam var, bak, saltanat senindir, herşey senin”,diyor,”ben ölmeden canımı alma”. “Daha mı konuşturuyorsunuz bunu? Alın canını”,diyor Yezid. Oda gitti. Şimdi bunun hikmetleri nelerdir? Ayrı mesele bunlar...
Hep lütûfla bir şey olmaz, büyümez. Hem celal, hem cemal’den sonra lütûf var. İslamiyet... Demek ki Dünya böyle... En büyük rütbe şehitlik rütbesi, Peygamberlerden sonra şehitlik rütbesidir. Ömer camide şehit oldu, Osman Kur’an-ı Kerim okurken, Ali namaza gelirken, Hasan, Hüseyin... Böyle anılacak onlar, niçinler, nedenler ayrı mesele. Altı ay, bir sene atıştılar Mehmet Oruç’la Şemseddin Yeşil, Sebil-ül Reşat diye dergi vardı o zaman, takip ettim onları. Büyük zatların kimisi, Muaviye’ye dil uzatmazlar. Bir kitap aldım, mezarlık başında bir kitapçı vardı, soyadı esmer, sakallı; “Alma o kitabı”, dedi, “Neden”, dedim. “Sevmeyeceksin o kitabı”, dedi, “Biliyorum, sevmeyeceksin dediğin için alıyorum”, dedim. Var o kitap bende, hala duruyor. Zamanın Diyanet işleri başkanı, Ömer Nasuhi Bilmen, öyle bir methediyor ki Muaviye’yi, Yezid’i, Allah’ım Yarabbim, “Eh, haklıymış!”, dedim. Öyle methediyor, öyle methediyor ki sorma. Efendinin bir ihvanı vardı, Balçova da, Binbaşı, Rabbani ’nin eserlerini okurdu, oda Muaviye’yi methederdi.
Methedemeyiz biz, Ben methedemem, ama zem de etmem. Şimdi büyüklerimiz der ki; “Onlar o zaman ellerini kana bulamışlar, biz hiç olmazsa dilimizi kana bulamayalım”, derler. Çok güzel bir laf, çünkü kader-i ilahi böyle, nizam-ı ilahi böyle, takdir-i ilahi böyle. Biz Ali’yi severiz, ama herşey yerli yerinde sevilir. Öyle ileri giderler ki; Hz. Resulullah Efendimiz Ali’den büyükmüş, Peygamberlik geldiği zaman kapmış, Peygamberlik Ali’ninmiş... Yok öyle şey... Sor Ali’ye, katiyen öyle bir şey düşünmez, yapmazda. 9 yaşında Müslüman oldu, “Git annene, babana söyle”, “Annem, babam senden iyi bilmezler”, dedi. Hemen Müslüman oldu. Ve 3 kişi Kâbe’de namaz kılıyorlardı, birisi Haticetü’l Kübra, birisi Resulullah Efendimiz, birisi de Ali. Sıdkiyet mertebesinde olan Ebu Bekir Sıddık; “Kim bunlar?”, dedi. Ama sonra bağlandı, başka.
İnsan, bildiklerini büyüklerinden, devlet ricalinden, bilhassa Diyanet’ten öğrenirse, teyit etmiş olur, sevinir. Bu devletin her sınıfı satıldı, satılmayan birtek sınıf yok. Diyanet? Çoktan satıldı, ellere geçti, menfaat ellere geçti. Ama arasıra böyle sesini duyuran topluluklar olacak, o zaman hizaya gelecekler. Fethullah Gülen evvelki gün bir şey kaçırdı ağzından. Onun geniş malumatı var, ben size söyleyeyim, her sınıfta askerleri var. “Ordu mırıldanıyor”, dedi, “İhtilâl hazırlığı var”, dedi. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı; “Bu ne kehanet?”, dedi. “Biz içindeyiz”... Siz içindesiniz ama söyler misiniz !.. ?Hiç iyi görmedim ben. Yakıştıramadım Fethullah Hoca’ya. Ama geniş malumatı var. Ne diyorum sana, bir anda her şeyi yapabilecek kudrette, milyarları aktarıyor. Din adamları siyasete karıştıkları gün berbat olurlar. Din adamı sıratı müstakim ’den ayrılmayacak. Boynu da gitse ayrılmayacak Çocuklar gitmişler Azerbaycan’a, telefon etmişler, hayırlı olsun dedim. Evvelki senelerde de gitmişlerdi, bu ikinci, üçüncü. Nedir bilemiyorum, sormadım da, güle güle gitsinler, gelsinler.
Zaki Baba hasta. Biz toplanacağız. Sevelim sevilelim. En büyük ibadetin zikrullah olduğunu kabul ettik biz. Kur’an-ı Kerim’de öyle diyor. Çünkü 5 vakit namaz iki saattir, ondan sonra çıkarsın, ama zikre girdiğin zaman çıkamazsın. “Girdim anın zikrine, azalarım dil oldu”. Ne kadar aza ve cevahir varsa onların hepsinin Allah demesini bekle. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki zikirde, açıklayayım biraz; Erkek ve kadın münasebetlerinden vazgeçmişlerdi, bir zaman gelmiştir; Yok, biz o sevgiyi verdik. Kadının erkeğe, erkeğin kadına olan sevgisini biz verdik, çoğalasınız, zürriyet artsın. Hani günah? Yok. Her şeyin bir hududu var. Hududullah. Ve ayeti kerimelerde geçer bu münasebetler, kadın erkek münasebeti. Meşru yoldan olmak şartıyla sizin helalinizdir, tarlanızdır o... O kadarcık açalım... Öyleyse bütün azayı cevahiri; Allah, Allah, Allah... Allah demeyen hiçbir yaratık yoktur, iman edeni de, inkâr edeni de Allah’ı anarlar. Ne ile? Kalpleriyle anarlar. Allah demek... Ama gaflettedirler. “Ben demeyeceğim !”. Sen diyorsun, diyorsun ama haberin yok.
Evvelki gün Mehmet Oruç’un dostlarından birisi, bilmem hangi otelde, bilmem ne konferansı varmış. “İbrahim amcaya uğramadan gelmeyin”. Geldiler, uzun bir sohbet yaptık. Ona dedim; “Bakın, bir meyve ağacı ki; bir portakal, bir şeftali, bir elma, bir armut... Bahçıvan evvela onların en güzel olmuşlarını seçer, kasaya kor, götürür satar. Hep güzel olmaz, biraz daha indirim, biraz daha indirimli, öyle bir hale gelir ki ne kasaya konur, nede ikram edilir”. Hanımı var; “Onlar ne olacak?”, dedi. Bir manada bir şey soruyorlar. Dedim; “O çıkıntılar olmazsa, ötekilerin kıymeti olmaz”, ”Hep onların içinden seçildi”, bak dedim, bu bir Ayet-i Kerime’dir. Bir ağacın üstünden toplanır iyileri, en kötüleri kalır ki, bunlar işe yaramaz, ama mutlaka o ağaç güzelini de hazırladı, onları da hazırladı. Özen gösterdi, tarlanın kuvvetiyle, çiçek açmasıyla, bu hale geldi.
İşte, Cenab-ı Hak bizi Rabbül’alemin olarak yarattı. “Elhamdulillahi rabbilalemin”Bütün ins’i, cin’ni. İşte bu Rahman olan sınıfın içerisinden, Rahmaniyete uygun olanlarını aldı, Peygamberleri aldı. Bir müddet Rahmaniyetle Rahimiyet beraber yaşadılar, bilgisizce yaşadılar, ama hemen Peygamberleri aldı onun içinden. Rahmandır bütün âlemlere, Rahimdir yalnız iman edenlere. Peygamberleri aldı, ondan sonra evliyaları, onlarla beraber haşr etti. Bizim halimiz, şimdi, kaldı ötekiler. “Onlar ne olacak?”, diyor. “Oruç’a sorun, hem selam söyleyin, imkân bulursa açar, baktı ki olmadı, açmaz”. Yani bütün millet bir çıkışı arıyor. Haklıdır. Hepsi Peygamber olmadı, hepsi veli olmadı, neler var. “Ve ma erselnake illa rahmetel lilalemin”. Rahmet edemeyecek! Allah’ın müsaadesi olmadıkça. Ayet böyle...
Var, çıkış yolları var, çocuklar çıkış yolları var. Hep, bütün Peygamberler çıkış yollarını, bütün veliler çıkış yollarını aramışlardır. Mevlana şöyle bulmuştu çıkış yolunu, Mesnevisinde; Hz. Süleyman, Hz. Davud’un oğlu, bütün dillerden bilirdi. Bir gün sivrisinek fırtınadan şikâyet etti. Olur, şikâyet şikâyettir. İkisini çağırdı. Filan gün, filan saatte huzurda bulunacaksınız. Sivrisinek geldi, bekle biraz daha, dedi, şimdi fırtına gelir. Fırtına göründü, sivrisinek dayanır mı o fırtınaya. Fırtına dedi ki; “Mahkemeye geldim”, “Sivrisinekte geldi mahkemeye, ama ikinizin bir arada olması ihtimali yok”,dedi Hz. Süleyman... Bilmem anlayabildiniz mi bir şey?. Mesnevi’de bunu açar, bu kadar...
Mehmet Oruç’la bir gün Balçova’daydık, bir evde, sarıldık, musafaha ettik. Şunu demek istiyor, Allah öyle bir Allah ki, öyle bir yaratan ki, yarattığı ile yan yana gelmeyecek, bunu bilesiniz. Bunu benden duyun. Katiyen, ben Allah’a gideceğim de, seni şikâyet edeceğim de... Yok öyle şey. Tevhit var, birlik, birdir O. Ne var? Sen onda yok olursan, müstağrak olursan, fenafillah olursan, ayrı mesele. O zaman olur. Başka türlü olmaz. Namaz en güzel ibadettir. Bir zevk var şimdi. Kaşını, gözünü, elini, ayağını oynatamazsın namazda. Namaz miraçtır. “Esselatu mirac ül müminin”. Namazda Ef’âli ilahi, sıfat-ı ilahi, vücûd’u ilahi vardır, yani kıpırdayamazsın. Senden Ef’âl zuhur edecek, sıfat zuhur edecek, zat zuhur edecek, Kâbe olmuş. Zikir öyle değil. Zikir öyle bir şey ki; Ef’âl-i ilahi var, Sıfat-ı ilahi var, Vücûd’u ilahi var. Zikir, ne yapıyor zikir? Dikkat etmişseniz ki ettiniz hepiniz, hiç şüphem yok, bir aşk geldi, bir zevk var, bir muhabbet var, bütün azalarda, bütün vücudunda. Allah, Allah, Allah... Öyle bir ibadet ki; Orda Ef’âl yok, Sıfat da yok, Vücûd da yok. Hakk’a vermişsin. Ef’al’in Hakk’a verdin, Sıfat’ını Hakk’a verdin, Vücûd ’unu Hakk’a verdin, sende kıpırdamak yok, bir şey yok.
Güzel bir mevzuya gelindi; İşte burda bütün kâinat, zerresinden kürresine kadar ne yaratmışsa, hepsi aşk-ı İlahi’ye bürünmüş. Gece böcekleri var, ateşe atılırlar, yanarlar kül olurlar ama zevklerinden onu kimse durduramaz. Oda gelir atılır, oda gelir atılır. İşte burada yek vücûd bir tevhit var. Ve bu aşk-ı ilahi ‘dir. Mevlana’lar aşk demişler, Yunus’lar aşk demişler, Hacı Bayram-ı Veli’ler aşk demişler, bütün Peygamberler aşk demişler, aşk. Namazda bir taat vardır, teslimiyet vardır, zikir’de de. Bir ibadettir O, büyük ibadettir ve fevkalade, kendinden geçer, hiç bir maksat olmadan, Allah...
Açın tefsirleri, açın mealleri, Süleyman Çelebi’ye kulak verin. Allah dendiği zaman, bütün Esma’sı, sıfat’ı, fena ve beka makamları, zerresinden kürresine kadar Allah der, bir ağızdan... Ötekinde ayırıyor, namazı müminler kılar. Kaç tane bulacaksın? Mümin deyince çocuklar Allah gelsin hatırınıza, en başta Mümin Allah’tır. Ve sen Allah’ın ahlakıyla, meziyetleriyle, şerefiyle bezenmedikten sonra mümin olamazsın. Peki, Peygamberlikten üstün mü müminlik? Müsavi. Allah’tır diyorum !.. Bütün Peygamberler, bütün imâ n edenler, namazı kılmak için mümin olmak lazım, başka türlü yok. “El Mü’minu, El Müheyminu”.
Zikir öyle değil. Çok güzel bir hava var bu akşam burada, benim zevkim, Allah o zevki hepinize versin, inşallah. O çocuk, yavrucak, nasıl dedi; Allah, Allah... Beni mest etti, öyle ki, kendinden geçiyor işte. Eflak, seyyareler, aylar, güneşler hep aşk ile döner. Muhabbet aşktadır, ibadet aşktadır. Zikir Aşk’la başlar, aşksız oldu mu, olmaz o. Efendi, ruhu şad olsun; “Olmadı öyle”, derdi, “Allah beğenmez zikri”, derdi. Oturarak zikir, Halka-i zikir, ayakta zikir, dönerek zikir. Melamiliğin en üstün mertebeleri zikir ’dedir, daha biz oralara gelmedik. İnşallah, biz yaşlandık, istiyorum içinizden gençler, bunun, bu aşkın sahibi olsunlar.
Dönelim, Mevlana’nın döndüğü gibi, Hacı Bayram’ın döndüğü gibi dönelim, tüm meleklerin, eflakın döndüğü gibi ve Allah diyelim... Kim dermiş Allah? Allah... Allah demedikten sonra, hiç kimsenin Allah demesinin imkânı ve ihtimali yoktur. Allah lafz-ı celal’i, Allah’ın kendi mülküdür. Allah demedikçe, dedirtmedikçe, diyemezsin sen Allah... Gördüm ben öylelerini, çok, “Diyemiyorum efendi”, diyor. Doğrudur.
Hiç bir şey bilmiyorsak, bu cemiyetimizde biz, sevenin kim, sevilenin kim olduğunu öğrendik. Seven Allah’tır, O sevmedikçe hiçbir yaratık Allah’ı sevemez. Hiç kimse...
Sözüme başladığım zaman dedim ki; Cenab-ı Peygamber Hz. Fahri Kâinat Efendimiz “Ve ma erselnake illa rahmetel lilalemin”, O’nun müsaadesi olmadıkça hiç kimseye şefaat edemez. Ama ne diyor? “Şefaati benden beklemeyin, Muhammed’den bekleyin, Muhammed’siz bir kâinat yaratmadım, yaratmam, yaratamam”.
Münakaşa ediyorlar, Adapazarı’nda; “Allah dilerse bu kâinatı yıkar, tekrar yapar”, diyor, “çünkü Kuvvet, Kudret sahibidir, her şey, her şeydir O”. Bir Melami dervişi diyor ki; “Ne yıkabilir, ne yapabilir”, “Ulan zındık, ulan kâfir, Allah’tır O”, “Ne olursa olsun”, “Neden?”, “Eğer yıkarsa, tekrar yaparsa, Allah’lık vasfını kaybeder”, “Ne olur?”, “Yalancı olur”. “Ulan, sen kimsin”, diyorlar, “Olmayasın sen Melami?”. Şüphe ediyorlar, Melami’ler söyler bunu, Melami’lerde kabahat çok, bize yapılan işkenceler azdır !.. “Nedir? Anlat”, diyor. “Seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım, diyor”,dedi. “Ah! Ne kafa bizde. Doğru, Allah verdiği sözden döner mi? Yalancı olur sonra, Allah korusun”. İşte, diyor ki; Benim emrim olmadıkça...
Şimdi burada incelikler var çocuklar, o incelikleri artık açmaya mezun değilim. Gitmiştim kadınlar toplantısına bir gün, Hacı Efendinin evindeydi; “Tevhide gel tevhide”,”kemâlatta erenler, gizli sırrı açar mı?”, diyor. O gece manamda da Ahmet Efendi merhum iki defa, “Açma”, dedi. Ama üzerine basa, basa duruyoruz ki; Biz Allah’a ve onun Resulüne... İstimdat buradadır, başka kapı yok, başka gidecek yer yok. Beni, Allah’ın ve Resulünün kapısından kovdular. Gittim bir gün Şemikler’e, Ahmet Efendi merhum kapıda, zil taktırıyor. Selam verdim, aldı selamı, döndü; “Ne işin var senin burada? Git, git, nereye gidersen git”, döndü. Allah, Allah. Ama bana öyle bir zevk verdi ki o, git deyişi, tekrar döndü; “Hala duruyor, git işine “. Nereye gideyim be, yok kapı ki, gidecek kapı yok. Bak şimdi, Allah ve Resulünün kapısı o, Mürşid kapısı. Üçüncü’de, bir girdi koluma, çıktık merdivenden. Bir sohbet. “Ya Ze’lcelali ve’likram”. Demek ki; Mürşid-i Kamil’ler hep cemaliyle değil, bazen celaliyle terbiye ederler, Celal şarttır.
İşte, bu zikir mevzuu, “Bir kez Allah dese şevk ile lisan, dökülür cümle günah misli hazan”. Kim derse olur? Sen dersen olmaz, senden diyen Allah olursa ki öyle ders aldık ve öyle girdik Melamete. Bizi Efendilerimiz Allah’a biat ettirdi. Sizi, hepinizi, Allah’a biat ettirdi. 60 kiloluk İbrahim’de ne var? 60 kiloluk İbrahim, Fehmi, leş, toprağa gider. Ama öyle bir Allah ki; “Hüve’l Evvelü ve’l Ahiru ve’z Zahiru ve’l Batınu ve hüve bi Külli şey’in âlim”, her şeye ilmi yeter, kudreti yeter. Ve Allah diyor ki; “Kabul ettim ey habibim, kabul etim. Senin dizine değen, eline değen, istiğfar yapan tamamdır, onları ebedi olarak biz himayemize aldık”. Yani ölümsüzlüğe aldı. Şimdi, Efendi ölmüş, hayır, o bir oyundur, bir hiledir, bir mekirdir o. Nereden geldik? Düşünün, ana rahminden. Her ölüm bir diriliktir, onun için hepsinin zevki var, ama namazda bulunduğunuz yarım saat, bir saat. Bu zevk olmaz. Olur, olmaz. Hem olur, hem olmaz. Ama zikir meclisine girdiğin zaman, vardır o... Yavaş, yavaş...
Ehlullahın birisi öyle diyor; “İnsan 3 kısımdır. Hani çam ağaçları vardır, kesmişler, kuru, getirirsin eve onu, hanım koyar ocağa bir kibrit çakar, yanar. Bir de meşe vardır, o suyunu kaybetmez kolay kolay. Biraz ayrılırsan ocak söner, yemek de pişmez. O ikinci. Bir de üçüncüsü vardır, söğüt, bizim anlayacağımız, ne kadar kuru olsa o, yine de yanmaz. Birincisi atar, kıvılcımlar atar, yakar ortalığı. İhvan da öyledir. Gelir ihvan, mürşid ona bir kibrit çakar, yanar, yanar. Cinsinde var, cinsiyetinde var onun. Ötekinin cinsiyetinde pek yok. Hele üçüncüde”. İşte, Mürşid-i Kamil’ler anlarlar, o üçüncülerle çok meşgul olurlar.. Ve benim başıma geldi, götürdük Kantarcı Halil Efendi’ye; “Olmaz, olmaz”,dedi, “buna tevhit verilmez”. Gittik Hacı Sabri Efendi’yle Ahmet Efendi’ye; “Buna tevhit verilmez”,dedi, “katiyyen olmaz, aman, aman”. “Ya, Hoca bu, imam bu, namaz kıldırıyor, biliyor”. Nerede!.. Bana dediler ki; “Sen kendini getirmişsin!..,O gelmemiş”.
İşte, iki yolu vardır bunun. Evvelki akşam, dün akşam galiba, Hz. İbrahim’le Hz. Nuh’u anlattı. Hz. İbrahim’in de hatasını anlattı, Hz. Nuh’un da hatasını anlattı. Çok hoşuma gitti. Çok istifade edersiniz çocuklar. Kur’an-ı Kerim’i okumaya başlayın, Kur’an-ı Kerim’i dinlemeye başlayın, zor değil, 3 ayda öğrenirsiniz. Kur’an üzerinde çok durun. “Bıçak kesmedi”, diyor İsmail’i. Hiç Cenab-ı Hak özene, bezene kulu yaratır da kes emri verir mi? İncelik var. İbrahim 90 yaşında, Hacer yaşlı, Bütün sevgisi İsmail’e düştü, “İsmail’i kes artık, aramıza girdi, kes.”. Yani İsmail’e olan sevgiyi kes, beni unuttun. Hata var... Nuh’a geldi; Gemi yaptı, oğlu Kenan’a dedi ki; “Gel gemiye”,”Yok, tepeye çıkarım”,dedi... Ve dedi ki; “Ya Rabbi, benim Kenan’ı korumadın !”, “Senin Kenan senin sulbünden, belinden, soyundan değil “,dedi. “Biz soyumuzdan olanları müdafaa ederiz”. Çok mühim, buna Kur’an-ı Kerim’de Sıbğatullah diyor, Allah’ın boyası diyor. O boya Allah’ın boyası, kimde varsa zikre o girdi, tevhide o girdi, Allah dostu o oldu, sakın onlara dil uzatma.
Bu, “Tevhide gel, tevhide”, TGRT’de de var. “Dervişlere taş atan, iman ile göçer mi?”. Efendi, ruhu şâd olsun, Ahmet Efendi merhum; “Bütün kâinat bizi arıyor”, derdi.- Hani, gelmiyorlar?- Arıyor ama bulamıyorlar. Rengimizi, boyamızı, yolumuzu, izimizi bulamadıkları için gelemiyorlar. Hepsi, “Allah”,diyor, hepsi, ”Muhammed”, diyor, hepsi namaz... Ama yok ki, orda engel var. O boya yok. O boyayı görenler var, anlayanlar var, Mürşid-i Kamil’ler bunu anlıyorlar.
Bir zaman demişim ki; “O veliler, Mürşid-i Kamil’ler, ihvanı avucunun içindeki hardal tanesi gibi bilir”. İhvanın biri dedi ki; “Nereden bilecek İbrahim Amca beni !”. Yapma canım, yapma... Bir öğretmen talebesini bilmez mi?, Bir kumandan askerini bilmez mi?, Bir işveren ırgatını bilmez mi?. Görmüşümdür öyle; “Oğlum sen onu bırak da, sen su taşı, sen süpürüver...”, “Neden”,dedim.,”Yakışmıyor, berbat ediyor harcı”. Aşk gelince, diyor Mevlana, bütün eksiklik biter. Ayet bilmiyorsun, hadis bilmiyorsun, fıkıh bilmiyorsun, akait bilmiyorsun, kelam bilmiyorsun... Bilme !.. Mehmet Oruç’a söylemişler, bizim ihvanlardan birisi; “Akaid bilmez, İlim bilmez..”. Şöyle demiş Mehmet Oruç; “Avrupa’dan birisi gelse, Müslüman olacak, Fıkıh mı, Akaid mi, Kelam mı bahsetsin İbrahim Amca. Allah’ı anlatacak, peygamberi anlatacak”. En üstün ilim Allah’ı bilmektir, Muhammed’i bilmektir. Fıkıh, Akaid, Kelâm, bunlar açıklamadır. Biz bunların kökünü biliyoruz ama açıklaması da lazım. Ama bunun mektebi var şimdi, İmam Hatip okulları var ya?.
Mesele, künhünü, kökünü bilmek lazım. Benim başımdan geçti, bana kızanlar oldu, ama hiç kızmasınlar. Benim yaradılışımda bu böyle, Allah diyenleri, Allah büyüktür diyenleri sevmem. Allah yoktur diyenleri severim. Nasıl oluyor bu?. O annesinden, babasından, hocasından, Mürşidinden duymuştur ki; Allah büyüktür. Hiç şüphe yok. Ama nasıl büyüktür? Nice büyüktür?.. Başımızdan geçti bizim, hem de Üniversite Öğretim Görevlisi, dedim ki; “Büyük müymüş?”, “Çok büyükmüş”,dedi. “İnandın mı?”, “İnandım”,dedi. Ama 3 sene geçti. Dayanılır mı buna ?, Hoca dayanır mı? Git, kâfir oğlu kâfir. Cehenneme atar... Biz atamayız. Neden atmadı? Ebu Bekir çıkmış orada! Bende olsam Ebu Bekir, çıksam orada!.. Olmaz mı?.. O zaman çıkmış Ebu Bekir, şimdi çıksa!..
Veli Efendi, ruhu şâd olsun, anlatırdı; Gelmiş Halil Efendi, Rumeli’den, göçmen, Tire’ye. Gitmişler, tütün kırıyorlar, çapa yapıyorlar. Almış masrafını, Cuma günü, Cuma’yı da kılayım, çardağa öyle gideyim, demiş. Hoca uzatmış işi, cehenneme atmış, cennete atmış, - O, Mürşid-i Kamil, hakikaten Mürşid-i Kamil, sohbetini dinledim, iltifatına mazhar oldum. Nazmi Efendi vardı, onun halifesi, vekili. Efendi geldi o küçük eve, benim. Veli’yle. O’da arabasının başında kaldı. Gittim, yalvardım, yakardım, gelmem dedi. Yahu, kadem bas, var mı benim kabahatim? Evin kabahati olmaz, affet beni, gel... Gelmedi, gitti. Olmaz öyle şey. Bazı bağırırım, çok dikkat edin çocuklar. Öyle bir dergâha girdiniz ki, aman çok dikkatli olun, kime ne söyleyeceğimizi, nasıl yapacağımızı bilesiniz-, canı sıkılıyor Halil Efendinin; “Hocam, ne ka söylersin! O ka somayacak Allah”, Hoca da insaflıymış; “Ne soracak?”,diyor. “Kulum, ben sendeydim, sen nerdeydin?”, “Ben de sendeydim”, “Geç bu tarafa”, “Yoktu haberim benim, bende olduğunun”, “Geç bu tarafa”, “O ka be”... İşte biz bunu öğrenmeye geldik. Allah ayrı, Kul ayrı değil. Olmaz ibadet, olmaz miraç.. “Miraç edeceğim ama, Allah yok !..”, “Sende...”. Kim... Anlatmadı mı bana?..”Canım, bende Allah olur mu? Ben 60 kiloluk leş..”. “Seni alemlere rahmet olarak gönderdim”.
Dime, niçin şu şöyle
Yerincedir o öyle
Sen sonunu seyreyle
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler
Hak şerleri hayreyler
Zannetmeki gayreyler
Arif anı seyreyler
Mevla görelim neler,
Neylerse güzel eyler
Hakkın olacak işler
Boştur gam u teşvişler
Ol bildiğini işler
Mevla görelim neler,
Neylerse güzel eyler.
Yalnız, sen bilesin O’nun ne işlediğini, arifiyet buradadır. “Ya Resulullah, bize de buyursana”,diyor ashabın birisi. “Olur”,diyor, “akşama sendeyiz”. Geldiler, Ebu Bekir var, Osman var... Koydu önlerine bir tabak sirke, Arpa Bezdirmesi de kılçıklı. “Buyurun”, dedi. Resulullah Efendimiz; “Bismillahirrahmanirrahim, Ne güzel taam, ne güzel”. Öyle methetti ki o sirke ile arpa bezdirmesini, bütün şahit oldu melekler. Ve dediler ki; “Bunun üzerinde Resulullah bir yemek beğenmedi”. Okudular, dua ettiler, Kur’an okudular, uğurladı. Ertesi hafta birisi davet ediyor Resulullah Efendimizi. Oda ordaydı, hani arpa bezdirmesi ile sirkeyi bandı bandı yedi. Yemekler çok, yine de arpa bezdirmesi ile sirkeyi eksik etmemiş. Beğendi ya!.. Yiyorlar şimdi, “Ne bu?”,dedi. “Efendim arpa bezdirmesi ile sirke”, “Neden?”,dedi. “Beğendiniz diye”, “Orda beğendim, budalalığın lüzumu yok, orda beğendim, kaldırın”.
Geçen gün, bir hadis-i şerif, benim için yazılmış. Demek ki, herkes için ayrı, ayrı hadis yazılmış. “Ya rabbi, benim günahım çok, ben bu günahtan nasıl kurtulurum?”, derim. Yemek yapar hanım, “Aman, ne güzel, ellerine sağlık olsun”. Bakarım, olmuyor birşeyler... Yağı, tuzu... Yaparım ben, “Yap başka bir şey”. Günah demi? Ama Resulullah Efendimiz sevmediği yemeği yemezmiş. Hadis-i Şerif’e rastladım. İstek bu, her yemek her zaman yenmez.
Ben daha tevhide girmemiştim, 27 yaşındaydım, başımdan geçen bir hikâyeyi anlatıyım size; Birinci Hoca vardı, rahmetli, mevlit yapılırdı Kale içi camisinde, oturduk bizde. Ben O’nun Karaoğlan’ıydım. “Âmine hatun...”, “Ne veriyor?”, “Bir şeker veriyor”, “Hocam, bu mevlitleri kabul etmez Allah”, “Neden İbrahim?”. Yahu, Âmine hatun...” Benim karnım aç ya, getirsin zerde, getirsin pilav, getirsin hoşaf. Allah’ın karnı aç”,derdim. “Ulan, Allah’ın karnı aç olur mu? Allah yer mi?”, “Vallahi yer. Bulmazsa yemez, benim gibi. Ben şimdi yedim mi, doydum mu, Allah’ın karnı doydu”... Ne diyor? “Karnı aç olanın halinden anlayınız”. Evvela onun karnını doyurunuz, ondan sonra buyur ediniz. Demek ki, yeri varmış bu söylediğimin, yeri tutuyor. Ve ne yapar Anadolu da? “ Selamünaleyküm “,”Aleykümselam, hoş geldiniz”, “Hoş bulduk”, “Sofra hazırlayın, hemen, karnınız açtır”. Kimisi; “Yok, yedik de”. Yalan.. Evvela karnını doyurur onların, ondan sonra merhaba der. Daima mütevazı, alçak gönüllü olun, diyor TGRT, mütekebbir olanlarla Allah beraber değildir. Çok dikkat etmek lazım bunlara. Namaz kılmak kâfi değil, bunlara dikkat etmek lazım.
Öyleleri vardır ki, kendi saltanatını göstersin diye seni davet eder çiftliğe. Koyun kesiyor. Bunlar, bunlar benim.. Sana ikram etmek için değil, bunları gösterecek sana, yoksa lokma vermez sana. Onları methettikçe parasını da alırsın... Tevhidin dışında olanların hepsi öyledir. Kendilerini beğenmişler ve kendi azametlerini, kendi saltanatını devam ettirmeye çalışırlar. Eğer bir Melami de böyle olursa, yapamaz. Hayat ebedi değildir, hepimiz göçeceğiz, ama isteriz ki bu sohbetleri aktaralım, aktaralım...
Allah, Allah, ben ne kadar eziyet etmişim babama; “Anlat evladım, konuş, anlat bir şeyler”. Hiç... Duvar!.. Allah, Allah. Bir şey söylemek isterim, “Durun bakalım,-Aile efradına-,İbrahim ne söyleyecek, biliyor bir şey”. Hep dinlerim, okurum, dinlerim, okurum... 22 yaşımdaydım, asker oldum, bir elbise giydirdiler bana, kayboldum içinde. Bit... Sene 1934, DDT yok. Aman Yarabbim... Kumandanın muavini geldi bir gece. Ona sordu, ona sordu, bana da, “Buyurun”,dedim. “Ne bu kâğıt, asılı? ”dedi. “Harita”,dedim, “Ne demek, Ben bilmem harita?”, dedi. Ne varsa çıkmış bizim, zuhura; “Bir nispet dahilinde, dağları, nehirleri, şehirleri, kasabaları küçülterek, kağıt üzerine çizilen resmine harita derler”...Demek ki, bunları öyle getirdi. “Sayarmısın komşu devletleri?”. Saydım. ”Nehirleri?”, saydım. “Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya deyince, bir şey gelir mi hatırına?”, “Bittabi”. Bu terimi duymadınız siz, eski bu, yani tabiatıyla. “İstiklal savaşı gelir”,-Bir tuttum, Bornova’da yapıyordum, askerlik daha bir aylık-, “9 Eylül 1922’de İzmir körfezi Yunan askerlerinin şapkalarıyla doldu”, dedim. Bir duygulandı, Rıza Bey, benim kumandanım; “Bu nefere dikkat et”,dedi, “Çok şey var bunda”,dedi. Demek ki, o okuduklarım, dinlediklerim yetişti imdada, dayaktan da kurtuldum. Nöbete, içerde başladım. O söylemiş Alay Kumandanına, bütün kumandanlara, büyüklere söylemiş. Hangi kumandan görse; “ İbrahim, evladım, nasılsın”, “İyiyim”. Ama bit... Şapka böyle, palyaço gibi. Babam geldi sonra, rahmetli, canı sıkıldı; “Beni kumandana çıkar”,dedi. Çıkardım. Babam da yüzbaşı, emekli, ama çizmeleri hala üstünde. Hatıra olarak söylüyorum. “Efendim, babam geldi, zatı alinizi ziyaret edecek”, “Gelsin”,dedi. Girdi, onlar konuşuyorlar içerde, ben dışarıdayım. Çağırdı beni, büyük kumandan. Girdim. Şimdi, babam diyor ki; “İbrahim’i çok seveceksiniz”,diyor. “Seviyoruz”, diyor. O mesele oldu ya!. “Bu gördüğünüz çizmeler 33 sene Topçu Yüzbaşılık yaptı”, diyor.
Hürmet etti, kalktı, elini öptü babamın. “Bir daha var, bitmedi, bunun abisi topçu”,dedi. O zaman soyadı yok. “Selahaddin”, dedi. “Ne? Benim sıra arkadaşım, evveli gün geldi yılbaşı tebriki, niye söylemedin böyle, böyle diye”. Bak, insanlar ne kadar hataya düşüyorlar. Dedim ki; “Efendim, askerlik yapmaya geldik. Bunun oğlu, bunun yeğeni, bunun torunu, bu paşanın bilmem nesi, askerlik olmaz bu memlekette. Asker dedin mi, hepsi müsavi”.
Nereden geliyor bu hatırıma? Dedim ya, mevlitler kabul olmaz, okumak, yatmak... Evvela Cenab-ı Resulullah Efendimiz yalanı kaldırmıştır. Yalan söylemeyeceksin. Hadis koymuştur. Haset edenin iki yakası bir araya gelmez. Ve haset edenler cennete gidemezler, dedi. Cimri olanlar da. Neden? Kıldığı namazı bile vermezler onlar. Ver cenneti, al namazı. Kiminle pazarlık ediyorsun? Nasıl iş bu? Onun için yalanı, hasedi, kıskançlığı... Hiç kıskançlık yapmayacaksın. Mana âleminde yükselme olduğu gibi, madde aleminde de yükselme olur. Hiç görünmez yerden Cenab-ı Hak verir sana. Şımarma hiç, senin değil o. İşte böyle imtihanlar ede, ede tevhidi anlatır bize, tevhide alır bizi böyle.
Hemen almadı bizi tevhide. Peygamberleri hemen aldı. Biz böyle... 57 sene imtihan geçirdim ben, ondan sonra tevhide. Öyle bir yer geldi ki, efendime dedim; “Ben tevhidi anlamadım, anlayamayacağım da”, “Anlayacaksın”,dedi. Tevhidi anlamak mümkün değil çocuklar. Tevhidi bize Hz. Resulullah Efendimiz telkin ediyor, mürşid-i kâmil... Anlıyor mu Mürşid-i Kamil? Tevhidin nihayeti yok. Başlangıcı var, nihayeti yok. Eğer Allah’ın nihayeti olursa, Tevhid ’in nihayeti olur. İbadetin nihayeti yoktur. Namaz kılmanın, Allah demenin, Zikretmenin nihayeti yoktur. Çünkü O her an bir şe’n üzeredir. Değişir, Mürşid-i Kamil de değişir. Bakarsın bugün Mürşid-i Kamil bir şey anlatıyor, yarın başka şey. İmtihan etti beni Ahmet Efendi, başka birine intisaplıydım ben. Dedi ki; “Mürşid’in ne verdi sana?”, “Ef’al’i, Sıfat’ı, Zat’ı verdi”, dedi ki; “Kur’an’ı Kerim tüm olarak mı verildi Hz. Muhammed’e, yoksa ayet, ayet mi?”, “Ayet, ayet verildi”, dedim. “Olmadı”, dedi, “Bir kere, bir Mürşid-i Kamil’in önüne diz çüktün mü, sana zikri telkin etti mi,(dikkat edin, bu çok mühim, 30 sene evvelki sözü bu, hep düşüne, düşüne...), bütün tevhidi o anda verdi sana. Hz. Resulullah Efendimize de Kur’an’ı Kerim’i tüm olarak verdi. Yavaş, yavaş açıkladı”,dedi.
Gördün mü şimdi? Nereden nereye... Bu Efendi Ortaokul mezunuydu, ne hadis bilirdi, ne ayet bilirdi, hiç bir şey bilmezdi, ama almış, yanmış, yetiştirmiş kendisini.Vardır öyle, yüksek mektep mezunu, yok!.. Ondan aldığım zevki... Şimdi gelelim Hz. Resulullah Efendimize, var mıydı okuması? Yazması var mıydı? Yoktu. Ama bütün kâinatın efendisi oldu, öğretmeni oldu, mürşidi oldu. Sormuş; Zaki Baba’ya, Fehmi Efendiye, Ramazan Efendiye; “Mürşid diyorsunuz, var mı kariyeri? Fıkıh bilir mi? Akaid bilir mi?”, “Bilmez”, “Nasıl olur bu?”. Zaki Baba demiş ki; “Hz. Muhammed’de okumayı, yazmayı bilmiyordu”, “O Muhammed’di”, “Bu da İbrahim olsun”, demiş. O demek değildir, ama, mutlaka okumak, İkrâ. “Ben okumayacağım da”... Bu Mürşitlerin bir çok usullerini yıktım ben çocuklar,-şahitsiniz siz-, Hiçbirisi müsaade etmedi başka mürşide gitsin diye, sohbet dinlesin. “Hiç eser okumayacaksın!”, diyor, ”Hiç bir mürşide..”. Bozarmış seni!.. Ben dedim; “Gideceğim”, “Sen müstesnasın”. Neden? Zoru geldi... Ve gittim ben. Hala gitmekte devam ediyorum. Nerede bulursam giderim...
Aydın’da birisi var, 93 yaşında, Çeştepeli Ali Efendi. Gittik, ziyaret ettik. Dedim ki; “Avam gelir mi? Cemaat gelir mi sohbete?”, “Gelirler”,dedi, “Ne yaparsın, anlatır mısın onlara?”, dedim, “Kimisine arpa atarım, kimisine saman, kimisine de et atarım önüne”,dedi. Gördünüz mü çocuklar? Arif kişiyi gördünüz mü? Herkese açmayın diyor Peygamberimiz. Çeştepeli Ali Efendi bunu anlamış. O arpadan anlar, saman vereceksin, ot vereceksin, hayvan... Tevhit? Hayır. Tevhit ehli kolay değil...
SOHBET 5
Bismillahirrahmanirrahim;
İki günü müsavi olan kayıptadır. İhvanın bir tanesini, deseniz ki;” Geri verelim bunu “. Bütün kâinatı verseler, 10 tane daha verseler. Kulağının kılının bir tekini vermem. İnsan değilim. İşte, ”Ümmeti, ümmeti” diyen Muhammed bu. “Ümmeti, ah ümmeti, vah ümmeti”. Nasıl verirmiş? Kime, kimi verirmiş? Kimin malını, kime verirmiş? Kim verirmiş? Allah vermez ki, Muhammet versin. Verir mi Allah? Vermez. Muhammet hiç vermez. İşte, o gün, bu gün. O dem, bu dem. Değişen hiçbir şey yok, zarar yok. Fahri Kâinat Efendimizin ahlakı, Allah’ın ahlakıydı. Allah gösteriyor. Her celalde bir cemal gizlidir, diyor sultanlar. İşte, onlar 1400 seneden beri sağdırlar, yaşıyorlar. Nerede? İçimizde. Onların sevgilerine, sevgi katıldı. Onların muhabbetlerine, muhabbet katıldı. Var mı şahidin? Kur’an’ı Kerim... Ashabı, müminleri, 1400 seneden beri anlatıyor. Milyarlarca sene geçse, yine anlatacak.
Eğer o sevgiyi, o muhabbeti, o samimiyeti yürütemiyorsak aramızda; Fesat karışır, bozuldu bu iş. İnanıyorum ki her efendi bu düşüncededir. Başka türlü düşünmesini kabul etmem, sevgi düşüncesinde. Bu kâinat sevgi ile kuruldu, muhabbetle kuruldu. İşte muhabbetle kurulan, muhabbetle göçer buradan. Zarar yok, “Efendi; biz sohbet dinledik, dinledik ama pek anlayamadık”, olsun ya, olsun. Ondan daha hoş ne olabilir ki? Anlayamamaktan hoş ne olabilir ki? Anlayan var ya, anlayanı bulmuşsun sen ya. O dergâha gelmişsin ya. Bundan daha azizlik, daha büyüklük, daha cömertlik, daha büyük muhabbet olamaz. İşte, az olsun, bir topluluk olsun, Allah’ı zuhura getiren bir topluluk olsun, Resulullah’ı zuhura getiren bir topluluk olsun. Kendini zuhura getiren bir topluluktan Allah bizi muhafaza etsin, Ya Rabbim. Bak ne söylüyorum size; böyle bir topluluktan bizi korusun. Etti...
Her şeyi sahibine iade etmek lazım, sahibine vermek lazım. Dikkat ettiğim zaman, arza baktığım zaman, hemen o arz, afaktaki olan arz, afaktaki Kur’an’ı Kerim, hemen gizliyor kendini, aşikâre çıkarmıyor. Dikkat ettiyseniz, biz de aşikâre çıkarmayacağız. Onlar hemen çiçek açarlar ve o koca, ulu ağacın heyeti mecmuası, ecsamını, o çiçekte, o çiçeğin küçücük tohumunda saklarlar, göremezsin sen. İşte onlar kördür göremezler , sağırdırlar işitemezler , Ayette.. Öyleyse; Madde’de öyle, ağaçlarda; Mana’da da mı öyle? Elbette öyle. Sende Muhammed dürülmüş olmasaydı, ne işin vardı burada? Seni getiren kim? Daha büyük saltanatlar var! Oraya gidemezsin...
Hacca gittiğim zaman tetkik ettim. Kimin o toplantı? Hacı Sami Efendi, Tahir Efendi, bilmem ne efendi; Vay... İnad ettim bir gün, Hacı Osman’a dedim ki, ”Sen oralarda otur, benim gideceğim yere gelme sen”. Gittim, yok sohbet, lezzet yok, tat yok, hiçbir şey yok. Ama herkes koşuyor, elini öpsün diye. Emmare’ ye kul olan, imanıyla göçer mi? Göçmez. Öyle bir nimet sermişler ki bizim önümüze, Niyazi’ler, Hasan Fehmi’ler, Muhyiddîn Arabi’ler, İmam-ı Gazali’ler, Hacı Bayram-ı Veli’ler, alın diyor, bu sofradan afiyetle yiyin. Ne biter, ne tükenir. İşte Maide suresi, sofrası budur. Manevi sofra, nasibi olanlara.
Şimdi niçin bu mevzuya girdim? 10 günlük bir gaybiyet oldu aramızda. İki dostumuz İran seyahati yaptı, gezdi, dua ettik, güle güle gidin, güle güle gelin, tebdili mekânda ferahlık var. Ama bir hasret çektik. İşte o hasretin özetini yapmaya çalışıyorum. Karınca kararınca. Bir gün, bir saat göremedikleri zaman, Ebu Bekir, Osman, Ömer duramazlardı. Kim olursa olsun, ihvanın hangisi olursa olsun. O ihvandır seni tamamlayan. O ihvandır sana sohbeti hazırlayan. Huzur-u İlahi’ye götüren ihvandır. Kendi kendine gidemezsin. Cenab-ı Resulullah Efendimiz İslamiyetin kaçıncı yılında gitti? Onuncu mu? Mekke-i Mükerreme’den Mescid-i Aksa’ya, ondan da Sidre-i Münteha’ya. Ne ile gitti? O eshab olmasaydı, O başkumandan olurmuy du? Olmazdı. O başkumandanı Cenab-ı Hak davet etti ve imtihan etti. ”Gördün beni “, dedi, ”anlaştık. Var git davet et kullarımı, ta gelüben göreler didarımı. Sevgiliyi göreler”. İftiharla gitti. Din demek, iman demek, çocukları kandıran oyuncak demektir. Evet, oyuncaktan ibarettir. Ve o çocuğa desen ki; ”Başka oyuncak vereyim, o oyuncağı ver bana”, onları da alır ama yine vermez onları, kıyameti koparır. Çocuklar, -dikkat ederseniz-, bir ağaçtan at yaparlar, o ata binerler, bir de ip bağlarlar, deh olur. Bize de birer ağaçtan at vermişler, nedir o? Namaz demişler. Allah Allah... Ne demek bu? Oruç demişler, zekât demişler, hac demişler. ”Verir misin bunları? “, ”Vermem, Namazsız mı kalayım? Dinsiz, imansız mı kalayım? Mezhepsiz mi kalayım?”.
Sür çıkar ağyarı gönülden, ta tecelli ede hak
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan
Sen toplamışsın namaz oyuncağını, oruç oyuncağını. Tereciye tere mi satılır be?.. ”Gördün mü benim namazları mı? Gördün mü benim oruçları mı?”. Allah’a... Dikkat edin, avamla, havası ayırın. Davet eder, davetteki muradı yemek içirmek değil. O konağını gösterecek bir kere, sofrasını gösterecek bir kere, ”Konağa gittik, ne konak o, bize öyle yemekler çıkardı ki..”. Bu bir menfaat karşılığıdır, bir maksat karşılığıdır, bir enaniyet karşılığıdır. Ama öyle ağa var ki, maksatsız, menfaatsiz... Sordular bana; ”Ziyafet nasıl olursa gidersin yahut nasıl olursa ikram olur?”. Dedim ki; ”O ziyafette bana sofra açar, elime de peşkir tutar, bakar ne kadar garip var ceplerine bir şeyler koyar, ağlayarak seni uğurlar... Böyle olursa”, dedim, ”O ziyafet güzeldir.”.
İşte Allah’ın ziyafeti budur çocuklar, Allah davet ettiği kullarını beyan eder, onları rızıklandırır. Ve onlar öyle bir davete icabet ettiler ki, hiç orda maksat yok, garaz yok, riya yok, kin yok, büyüklük küçüklük yok, öyle bir davete icabet ettiniz. Yiyorsun, içiyorsun yahut ta evlerine de göndermiştir sofrayı. Onun için, Eshab-ı Kiram’ın sevgisini, muhabbetini... Bir nebze, kâfi değil, dilimiz de kâfi değil, ama aşkımız biraz o tarafa gidiyor ve ne diyor? ”Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.”. Ne kadar samimiyet. Yoksa o başka, ama varken yok olursa, o yokluğa sen müstahaksın artık. Nerede? Cenab-ı Hakk’ın vaat ettiği yerde, o hüsranı, o yokluğu çekeceksin "İkram ediniz ki, ikram edilesiniz.”
Fehmi Efendi;
Cenab-ı Hak der ki; ”Yeryüzünü gezin, dolaşın ve bakın, nazar edin, ibret nazarıyla bakın, mükezzibin akibetini, Allah’ı yalanlayanların, Hz. Muhammed’i yalanlayanların akibetini görün, anlayın”. Biz gezin emrine göre, 10 gün sizden cismaniyetimizle ayrıldık, fakat gönülde her zaman yeriniz olmuştur ve olacaktır da. Olmaması mümkün değil. Derler ki; “yediğin içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat”. Aziz Mahmut Hüdai’yi gördüm. Diyeceksiniz ki; Ne işi var Azerbaycan’da? O’nun halefleri olan insanlar, bir vakıf kurmuşlar, Muradiye Vakfı diye. İstanbul’da; orada onun elemanlarını gördük, onlar da Sünni, Azerbaycan’ın kuzey tarafında. O bölgede. Oranın Müftüsü ile biraz sohbet ettik. ”Yok mu burada “, dedim, ”eski sufi’lerden. Ki Erdebil sufi’leri meşhurdur, Anadolu’ya gelenler hep o Tekke’den geçmişler. ”Burada Halka-i Zikir olmuyor mu?”, Dediler ki; ”Kalmadı burada öyle şeyler”. Ama Aziz Mahmut Hüdayi’nin, vakfın elemanları oraya gitmişler, işin zahirinden başlamışlar şimdi. Nedir o? Kur’an’ı Kerim öğretiyorlar, Hafızlık öğretiyorlar. Ondan sonra İstanbul’a gönderiyorlar, artık batıni tarafı, mana tarafı İstanbul’da öğretiyorlar. Aziz Mahmut Hüdayi o yönüyle yaşıyor.
Bizim bir Vakfımız var, çok samimi gayelerle kurulmuş, içimden öyle geçti ki, bizim vakfımızda, inşallah, böyle bir... “İnsanlar”, diyor Efendiler, ”bizi arıyor, Melamiliği arıyor, ancak bulamıyorlar”. Ne hikmetse Efendiler hep saklanıyorlar, Onlar aramakla meşgul, efendiler saklanmakla meşgul. Ben diyorum ki artık bu gizlilikten açığa çıkalım da, insanları elinden tutalım, zira dini gerçek manada yaşayan bu cemaattır, bunu üzerine basa, basa ifade ediyorum.
İran’ı daha önce görmemiştim, ilk defa gördüm. Orada bir rejim var, adı İslam Rejimi, İran İslam Rejimi. Devletin adı İslam Cumhuriyeti ama insanların gönlünde islam yer etmemiş, iman yer etmemiş. Bir zorba, baskıcı idare var. Ne yapıyor şimdi? Huduttan içeri girerken, gayri müslim dahi olsa, inanmayan dahi olsa, o çarşafı giyecek. Tepeden tırnağa o siyah çarşafı giymek zorunda. Aksi takdirde içeri giremez. Ve İran hudutları içerisinde o şekilde dolaşmak mecburiyetinde. Ama İran kadınları gördük ki; İran’dan Türkiye’ye geçince, çarşaflar yere atılır. Free shop’lar var, bizim tarafta, dolaştım ne satılıyor diye. Satılan iki şey var; Biri içki, biri sigara. Başka bir şey yok. Bu şunu gösteriyor, İran’lının iki şeye ihtiyacı var; Bir içki, bir sigara. Kendini dışarıya attığı anda, hemen şişeyle baş başa kalmak istiyor, çünkü orada içemiyor.Demek ki zorlamakla hiçbir şey yapmak mümkün değil, zorlamakla insanlara bir şey kabul ettirmek mümkün değil.
Hz. Peygamber de insanlara İslam’ı anlatırken zorlamamış, onlara gönülden hitap etmiş ve can evlerinden vurmuş. Ve bizler, Melamiler, Mesleki Resulün sahipleri de, O’nun gibi olmanın sevdalısıyız, öyle olunca da baskıcı, zorba olmamak durumundayız. Bunun ötesinde, büyük bir sevgi, büyük bir hoşgörü, büyük bir tolerans sahibi olmak durumundayız. Öyle olursak insanlar bize ulaşacaktır.
Menfaat temini için gitmiyoruz, Gidişimiz Allah’a. Ve Resulünü anlatmak, onun sevgisini anlatmak. Efendinin deyişiyle o ilhakı, o suni tohumlamayı yapabilmek ki; O gönülde de Muhammed’i bir sevgi oluşsun, bir Allah sevgisi oluşsun, oluşsun ki Allah’ın lütfu keremiyle hem dünya’sı, hem ukba’sı mamur olsun.
Efendi Hazretleri, bir saat oldu geleli, görüştük, (Gayb-ı Hayat!) hasretinden bahsetti. Kendi kendime dedim ki; yazıklar olsun sana, dedim. Neden; O manada bir hasreti, ben kendimde duymadığım için, Efendimin duymuş olduğu manada hissetmediğim için, kendi kendimi levm ettim.
Efendi;
Güzeldir, güzel var, daha güzel var, güzelinde güzeli var. İş; Hep, hedefi, gayeyi büyük tutmakta. Hedef büyük olursa aşılacak yollarda o nispette büyük olur. İvazsız, garazsız, menfaatsiz, maksatsız İslam nedir? Biraz evvel serdim önünüze, oyuncaklardır dedim ama oyuncaklardan ileri sevgidir, aşktır, muhabbettir.
O’nu yerleştir, bak, sevmediğin, merhamet etmediğin kimse kalmayacak senin.”Canım ben merhamet edersem.. (namaz kılmıyor ya)! “.Bırak sen, her koyun kendi bacağından asılır, burada şahıs vardır, toplum yoktur, herkes kendinden mesuldür.
Sen, bunu hesap et, bununla yola çık. Anlamıyor! , Anlayamıyor!. İyi, şimdi. Biz eğer; Efendi anlamadık biz.., anlama, zararın yok, yahut var. Bunlar asker arkadaşları gibidir. Hani;”sen benim köyüme gelmiştin, bana uğramadın” gibi. Hani; orda bir topluluk vardır, kimin karşısında? Orgeneralin. Hepsi askerdir, bir gaye vardır orda. Nedir o ? Düşmanı imha etmek, vatanı kurtarmak. Bizimde bir gayemiz var. Askerlerimiz çok. Gayemiz vatanı kurtarmaktır, bu vatanın başkumandanının biz erleriyiz.
Allah ve O’nun Resul’ünü tanıtırız. Ve nasıl bir başkumandan olduğunu tanıtırız. Ve bağlı olduğumuz sınıfı bilmezsek, anlayamazsak; Allah’ı ve Hz. Muhammed’i müdafaa edemeyiz biz. Evvela Hz. Muhammed’i anlayacaksın sonra müdafaaya geçeceksin. Nedir bunlar? Bunların düşmanları var, onlarla mücadele kâfi değil, nefsinle mücadele var, o da kâfi değil. Bunları saymakla bitmez, bütün hadiseler her an senin karşına çıkıyor. Ve bize en mühim mesele olarak Tevhîd’i vermiştir.
Şimdi, hala, Tevhidi ben anlamış değilim, evet dün sabaha kadar; Tevhit nasıl olur? Nasıl olur? Nasıl Tevhit ederiz? Dedim ki; Edemezsin sen! Tevhit edemezsin.! Şimdi bak, birleyeceğiz, ama sen birleyeceksin, ama senin birlediğin sende kalacak. Getiriyorlar armut yiyorsun, bir lezzet var, anlamak mümkün değil, tamam orda tevhid ettin. Elma getiriyorlar, armut bozuldu. Hepsi ayrıydı? Olmaz öyleyse.
Peki; Bütün efendiler bunun üzerinde durmuşlar; ”Mutu kable entemutu” var. Ölmeden evvel ölünüz, var.”Men arefe nefsehu fekat arefe rabbehu”, var. Birde musalla taşına konan var. İşte esası bu. Sen kondun mu musalla taşına? Konmadın ama ne yapıyorsun şimdi, yaklaşıyorsun. Tevhit deyince birlemek, ama hiç bir zaman Tevhide girmeseydik bu kadarcıkta yapma imkânı yoktu. Çünkü Şeriat’te: Buğz ediniz gönlünüzle, düzeltiniz elinizle, dilinizle...
“Efendim, sizi niçin meşgul ediyor hadiseler?”.Bir gün gelecek, sizleri de bu haller meşgul edecek. Gördüğünüz dersler var ya, eyvah diyeceksiniz. Gelecek mülkün sahibi, ”Anlat bakalım”, diyecek, ”Tevhidi nasıl zevk ettin sen?”. Seni bülbül gibi konuşturacak, olmadı sana tespit ettirecek. Öyleyse mülkün sahibine dönmek, teslim olmak zorundasınız. Demek istediğim şey, gayeyi bilelim, vasıta ile uğraşıp durmayalım. Vasıta insanı bir yere götürür ve bırakır. Huzura götürmez.
“Efendim, biz, Resulullah efendimizin huzuruna çıksak “,-ki Allah’ın huzurundayız, daima-, ”Ya Rabbi, biz namazımızı nasıl kılıyoruz? Allahuekber.. Süphaneke’yi nasıl okuyoruz?...!. Hem Allah görüyor, hem Muhammed. ”Olmadı, -yahut oldu-, oldu ama, sen şu , şu noksanları yaptın, -ondan sonra- bunları yapmasaydın...!”. Hayda, al bakalım, büyük yerden tekzip geliyor. Ne diyor Siyasi Parti başkanları, ”Anayasa mahkemesine veririz, bozulur” diyor. O da bozuyor. İşte Anayasa mahkemesine uğramadan... Sende bir Anayasa mahkemesi müessesesi azaları mevcut; Hâkimi Anayasaya müracaat ettirme. Onları sen, işte, onları sen zevk ettin mi kim ne söylerse söylesin.
Hak tecelli eylediğinde her işi asan eder, halk eder esbabını, bir lahzada ihsan eder. Efendim, ”Ben bu ayeti bilmiyordum, bir mana veremiyordum, bunu nasip ettin...”. Yalnız; Sende tecelli şudur; Sen onda mütecelli olmak için, O’nun tecellisini bekle. Allah’ta zaman, mekân mefhumu yoktur. Burada olmaz, öbür âlemde olur. Bu âlemi, öbür alemi birleştireceğiz. “O alemle bu alem arasında, berzah alemi...”, Çıkar, Aldanma!. O alemde sende, bu alemde !. Nedir O; Mana âlemi de sende, madde âlemi de. Manada tevhit başka, maddede tevhit başka. Anlattım...
“(Ahmet Efendi), Gelmedi? Neden? Evvela buraya gelecek.”. -3 defa. Ef’âl, Sıfat, Zat. Ben kaybettim, O kaybettiğimi telafi etmeye çalışıyorum.- Size nasihatim olsun, Hac’ca gittim ben. Arabada, kafilede İzmir yolcuları da vardı. Selçuk’ta indim. -yani o kaybettiğimi, yüz cennet versen bana, istemem senin cennetini. Ben büyük kabahat yaptım- Selçuk’tan eve geldik, yattık. Kâbe’nin merdivenlerinin tozlarını yıkadık. Ahmet Efendi merhum, ”Ne olurdu” dedi, ”Doğrudan buraya gelseydin, O Mekke’nin tozlarını burada yıkardık”. Bir ağladım. Gaflete bak şimdi. ”Ne olurdu? Biz seni oradan alıp getirirdik buraya. Ne zuhur edecekti bakalım. Muhammed ne konuşacaktı Medine’de Allah ne konuşacaktı Kâbe’de. Biliyor musun bunu sen?”, dedi. “Bilmiyorum efendim”dedim. İşte o hali ilk defa açıyorum size. Göreydin ne tecelliler olacaktı, ne tecelliler... Gaflete bak...
İçimden dedim ki; ”Ya Rabbi, Ayaklarının tozuyla buraya gelsinler, ikiside.” Baktım geldiler. Gitti hanımları aldı geldi. Ne tecelli etti? Tecelliyi İlahı. Anladınız mı şimdi? Aynı yaşantıyı burada yaşadınız siz. Yaşamadınızsa burada yaşayın. Yaşadım ben; Hz. Muhammed’in, Ebu Bekir’lerin, Osman’ın, Ömer’in hayatlarını. Getirdik buraya biz, gaybiyetlerini getirdik. Demek ki tecelli, zamanı gelmedikçe olmuyor, bekle zamanını efendim. Hazırlanmaz. Bu kayda geçmez. Vaktinden evvel Mizan-ı Teraziye alınmaz bu. O konuşacak, O’nun sahibi konuşacak, o zaman bir tat, bir zevk verir.
Bir insan kendi kendini denize atarsa, vurursa, Allah muhafaza etsin, iyi şey değil. Buna Cenab-ı Hak, Peygamber cevaz vermiyor. Siz, size emanet edilen can’a kıyamazsınız. ”Niçin bunları söylüyorsun?” Büyük mana var bunun altında, büyük sır var. Birisi katildir, birisi maktuldür, birisi şahadet şerbetini içecek, işte burası sırdır. Ne güzel katildir O, ne güzel maktuldür. ”Felem taktulühüm velakin’nallahe Katelehüm”, burda bir oyun var diyor. Siz O’na bırakmadınız kendinizi, gittiniz kendi kendinizi öldürdünüz.
Oruç’un iki tane ahbabı geldi, buraya. Birisi var-isimleri bilemem-, çok bağlı Oruç’a. Bilmem hangi otelde bir konferans varmış. Demişler ki; ”Efendi, biz yarın gidiyoruz Ada’ya”, ada deyince,”Hacı İbrahim Efendiye uğramadan gelirseniz, bozuşuruz”. Vakitleri de müsait, geldiler, oturdular. Açtık... Öyle bir geldi. Dedim ki; ”Bakın, bir ağaç elma yapar, erik, şeftali yapar. Bunun mal sahibi evvela en güzellerini toplar. 1,2,3,.. Olanlar yere dökülürler.”, ”O dökülenler ne der efendi”dedi, “Onu Oruç’a sor” dedim...”Cevap veriyorum sana. Bidayette cevap verdiler sana. O ağacın bütün arzusu, emeli; aynı toprak, aynı su, aynı hararet; çiçek açtı, meyveleri başladı hepsinin. İstendi ki; Rahim sıfatına uğrasın onun çiçeği. Aslında Rahmet sıfatının içinde. Cenab-ı Allah Teala Hz. seçti Peygamberleri ,en güzelini seçti, velileri seçti, gavsları.. ötekilerde kaldı orada..”, ”Onlar ne olacak”dedi, ”Selam söyleyin Oruç’a, O kendi açsın size” dedim.
“La taknetü min rahmetillah”. Biz rahmet sınıfındayız efendi. Allah Rahman’dır bütün âlemlere, Rahim’dir yalnız iman edenlere. Söyledi mi kulağına? Söyledi, duyan duydu, duymayan duymadı. Haklarınızı daima helal edin. Benin sizde zerre miktarı hakkım yok, hiç bir şeyim yok hiç, hiç, hiç, zerre miktarı. Sizin bende alacaklarınız vardır, onu helal edin, Benim hiç bir şeyim yok.
Resulullah Efendimiz konuşurken Allah’ın Resulü bilir derlerdi. Allah’ın Resulü, veda haccında 100.000 kişiye deve üstünde hitap etti. ”Size islamı tebliğ ettim mi?”, ”Ettin Ya Resulullah”, ”Şunu, şunu, şunu, Allah’ın birliğini”, ”Hepsini...” , “Şahit ol Ya Rabbi, Şahit ol Ya Rabbi, Şahit ol Ya Rabbi”. Bu ikrarı 100.000 kişi içinden kim... 4 tane, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali....
Bütün gelenler, bütün Peygamberler hizmet için gelmişlerdir. Bütün evliyalar hizmet vermek için gelmişlerdir.. . Korkuyorum, beni yanlış anlamayın, mazur görün beni. Ne diyorum? Zerre miktar, kimsede hakkım yok benim. Allah’ın hakkı var mı bu işte? Yoktur. Varda yoktur. Niçin yoktur? Sen istedin, Sen yarattın, alemi sen istedin, Sana cebreden varmıydı? Sen de mi alkış bekliyordun... O yüzden hafızalarınızı biraz geniş tutun...
Geçen gün İstanbul’dan bir arkadaşla biraz sohbet ettik, çok memnun oldum. Çok açıyoruz biz dedim....Geçen gün ihvanın birisi,-İstanbul’dan. Çok sevdiğimiz Hafız Ahmet Efendi vardır, onunda oğlu var, Hasan Fehmi, İlahiyat mezunu-, geldi oturdu buraya, bir yerde sohbet etmişler burada da ettiler, -O Hafız Ahmet Efendi, Ahmet Efendi Hazretlerinin halifesidir, daima onunla iftihar ettiğini duymuşumdur-... Bütün mesele; Mana daima Madde içindedir. Bu gözler var, Madde’dir. Onun görmesi, kulağın işitmesi, ağızın tadı alması... Mana’dır bu. Ne yapmak lazımdır. Bu günkü sohbetimde bir ara dedim ki; O’nu açığa çıkarmak lazım, Allah’ı zuhura çıkarmak, Muhammed’i zuhura çıkarmak lazımdır dedim... İzmir’e gidenler vardı. Sünnet Düğününe... Hasan Fehmi itiraz etti, olmaz dedi, sonra hak verdi... Sende olmaz, başkasında olursa mani olma
Onun için sohbetlerimiz iyidir çocuklar, iyidir. Öyle sağlam basıyorum... Bizim ihvanımız, nereye giderse gitsinler, hangi mürşitle konuşurlarsa konuşsunlar, mahcup olmazlar ve Efendilerini aratmaz onlar. Hanım İhvanlarımızdan da çok memnunum. Huzurumda hepsi adab-ı muaşerete bürünmüşler, fevkalade sohbet ediyorlar. Belki, bizim ihvanın içinde evi müsait olmayan vardır, sohbeti taşıyamayacak vardır. Bizim ev tam merkezde, her eve yakın, Dergâhımız tamamlansın iyi olacak.
Oruç’un ahbapları geldiler ya, onlarda duymuşlar. Oruç’u biz arabayla getirip, götüreceğiz... Oranın havası daha başka olacak. Çünkü orası ne senin ne benim, Allah’ın dergâhı.
Sen yaramazsın, sen şusun, busun... Yok öyle şey, camide istediğimiz yere oturuyoruz... Orda yok öyle şey. Birbirinize sıhhat, afiyet dileyeceksiniz. Kötülerden Allah muhafaza eder.
Torunlar diyor; ”Dede, kendine iyi bak”, nasıl bakayım kendime, her şey bir sebebe bağlanmış. Bir şey yiyorsun, dokunuyor, öteki bakıyor... Bütün fiil’lerde Fail Allah’tır.