Copyright 2024 - MEKSAV

ARİFLER GÜL BAHÇESİ - 4. BÖLÜM 

OLALI AŞKINDAN DİLİ MÜNEVVER

(Hakkı Efendi) 

Birlik tarafından bir haber duydum mu, bana birlikten bir haber geldi mi, artık gönlüm kesrette durmaz diyor. Bu alemde gözlerimiz ne görüyorsa bu gördüklerimize kesret denir. İnsanlar, hayvanlar, birkiler, yerler, gökler, dağlar, ovalar, ay, güneş bunlar hepsi birer kesrettir.Peki bu zatı muhteremin gözüne vahdetten haber gelince bu kesreti ne yaptı? Bu kesretten kaçtı. Nasıl ki Mısri Niyazi Efendi Hazretleri bir sözünde diyor: 

     Halvetten ettim rıhleti

     Kesrette buldum vahdeti

     Pazarda kurum halveti

     Ruzu şebim idü berat 

Niyazi Efendi Hazretleri Halveti tarikatından olduğundan onu dört duvar arasına halvete kapatmışlar. Fakat, o böyle dört duvar arasındaki bir halvetten rıhlet ettim, yani kaçtım diyor. Nereye kaçmış? Kalabalığa kaçtım ve o kalabalıkta "biri buldum" diyor. 

     Pazarda kurum halveti 

Dört duvar arasında halvete girmek değil, pazar ortasında halvete girdim diyor. Ruzu şebim idü berat sözleriyle de, her günüm bayram, her gecem Beraat oldu diyor. İşte bu da bir marifetle olacaktır. O, ilimsiz tasavvur edilemez. Çünkü, bu bir ilimdir. Yine Niyazi Efendi Hazretleri bir sözünde diyor. 

     Vahdeti kesrette bulmak

     Kesreti vahdette hem

     Bir ilimdir ol ki cümle

     İlmü irfan ondadır 

Onun için bu ilim bütün ilimleri kendinde toplar. Bu ilme de Ledün İlmi, Tasavvuf İlmi, Tevhit İlmi denir. Bu ilimle kişi hem kalabalığın içinde olacak, hem de kalabalığın içinde bir'i bulacaktır. Bu nasıl olur? İrfaniyetle olur. Kesretin, yani bu görünen kalabalığın bir vücudu, varlığı yoktur. Bunların her birisi hayalden ibaret olup, vücut sahibi ancak Hak Teala Hazretleri'dir. Bir arif-i billah, bütün bu kalabalığın vücudu olmadığını anladı mı onun gözüne görünen hep bir varlıktır, buyuruyor. Bu da Allah'ın varlığıdır. Okunan ilahisinde Hakkı Efendi Hazretleri kesreti görmüyor, kesret içinde bir olan Allah'ın varlığını görüyor. Onun için: Bu gönlüm kesrette durmaz nedendir, diyor ve ekliyor; 

     Tecelliye doymaz dağ ile taşlar

     Lütfü kahrın gözler yaz ile kışlar 

Cenabı Hak, tecellisini her yere bahşetmiştir. Buna işaret olarak Resulullah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar: (İza edleytümül hable leyekau alallah) "Yukarıdan bir ipi sarkıtın. Evvela Allah'ın üzerine değer." Çünkü, dağ, taş hepsi Allah'ın tecellisine mazhar olmuştur. Hatta bir iğne dürtecek boş yer yok. Yani Allah'ın tecellisinin olmadığı bir yer yoktur. Onun için dağlar, taşlar bile, Allah'ın tecellisini arzuladıklarını ve ona mazhar olduklarını bildirmek için; "Lütfü kahrın gözler yaz ile kışlar" diyor.

Cenabı Hakk'ın tecellisi iki cihetledir. Biri celali diğeri cemalidir. Celalinden kahr etmesi, cemalinden de lütuf esması tecelli eder. Bir sene içinde bir yaz vardır, bir de kış. Yaz, Allah'ın lütfuna, kış ise kahrına mazhar olmuştur. Öyle ki, kış hiç bir bitki bırakmadan hepsini kurutuyor. Yaz ise bütün canlıların yiyecek rızkını kemale getirip, her bir canlının rızkını temin etmiş oluyor. Bu da Allah'ın lütfuyla olduğu için şöyle diyor; 

     Lütfu kahrın gözler yaz ile kışlar

     Seni gören gözler efgana başlar 

Kim Rabbini görmüş ise, onun gözünün yaşı asla dinmez. “Akar gözümün yaşı durmaz nedendir”. Nedeni mi var? Çünkü, Allah onun gözünden perdeyi kaldırdı ve ona göründü. Görünmesiyle artık o kişinin gözleri, Rabbini gördüğünün bir nişanesi olmuş olur. Onun için gözyaşı aşkın nişanesidir. 

     Aynaya bakıp kendini sanır 

Bir insan aynaya baktığında kendini görür. Fakat, gördüğünü zannettiği kişi kendi değildir. O bir hayaldir. Cenabı Allah da bizlere varlığını böylece ihsan etti. Bu varlığı bizlere emanet verdi. Bizim aynamızda görünen varlıkları, biz kendimiz zannettik. Neydi bu varlıklar? Varlıkların en büyüğü hayattır, yaşamaktır. Bizim aynamızda yaşamak göründüğünde, biz gene zannettik, yaşamak bizimdir.

Hem Kur'an okuyoruz, hem sözlerini kulağımız duymuyor, hem de manasını düşünmüyoruz. Gerek namazlarda gerek sair zamanlarda okuduğumuz ayetel kürsi'de buyruluyor ki (Allahü lailahe illa hüvel hayyul kayyum) “O Allah tektir, ondan başka bir varlık yoktur. İşte, o tek olan Allah hayatla kaimdir.” Bu itibarla Cenabı Allah hayatı kendisine almış oluyor. Biz bundan gafil olduğumuz için, nasıl bizim suretimiz aynada hayal olarak görünüyorsa ve ona biz diyorsak, bu vücut aynamızda da Hakk’ın hayatı tezahür etmesiyle biz bu hayatı benimsedik.

Bundan sonra bu aynada bir ilim de göründü. İnsanda ilim, bir bilgi var. Biz bunu da kendimize aldık. Bu da bizimdir dedik. Ama Cenabı Hak Teala Hazretleri Kur’an’ı Kerim’inde buyuruyor: (Vallahu ya’lemu ve entüm la ta’lemun) “Bilen Allah’tır, siz bilmezsiniz.”.

Bundan sonra bir de duyma ve görme varlıklarımız var. Bu da bizim aynamızda tecelli etmiştir. Haddizatında Cenabı Allah kendisinden başka hiç bir şey yaratmadı. Ancak, kendisini müşahede etmesi için bir ayna yarattı. Bu aynaya da Adem aynası dendi. Adem, bir aynadan ibarettir. Biz de onun evlatlarıyız. Böylece bu aynada bir duyma, görme zuhur etti. Bu duymayı, görmeyi de biz kendimize mal ettik. Ben duyuyorum, ben görüyorum dedik. Halbuki (Vehüvesse’miul basir) Yani o tek olan Allah, hayatla kaim olan Allah, aynı zamanda ilim sahibi olan “Allah, duyar ve görür” Merhum Hakkı Efendi Hazretleri bunu demek istiyor. 

     Aynada gören kendini sanır

     Hayalinden geçip bir gün utanır 

Resulullah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde (En nasu niyamun ve iza matu intebehü) “İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanacaklardır.” İnsanlar ömür boyu uykudadır. Bu uyku nedir? Gaflettir, bilmeyiştir. Onun aynasında görüneni, kendisi zannetti. İşte bu bir uykudur. Ama, Cenabı Allah bir gün gelecek uyandıracak. Fakat, o zaman uyanmak insana bir fayda vermeyecektir. Bu uyanma hangi uyanmaktır? Ölümle uyanmaktır.

Cenabı Allah yine buyuruyor: “Allah-u Teala hiçbir canlının ruhunu kabzetmez, taki onun yerini göstermeyince.” Yerimiz gösterildiği zaman gözlerimiz fal taşı gibi açılacak, yerimiz cehennem olarak gösterildi mi uyanacağız. O zaman, aman Yarabbi, bize biraz daha mühlet ver, demiş olsak bir saniye bile mühlet verilmez. Ama, bunun çaresi var.

Resulullah Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: (Mutu kable entemutu) “Siz ölmezden evvel ölünüz” ki, bir daha ölüm görmeyesiniz. İşte bu ölümle ölebilen bir kimse uyanacaktır. O zaman önceki yaptıklarından dolayı utanacak. İlahi ne diyordu? 

     Hayalinden geçip bir gün utanır 

Eyvah ben ne yapmışım, ne kadar da cahilmişim, nasıl terbiyesizlik yapmışım. Allah’ın varlığına tecavüz etmişim, yazıklar olsun bana diyeceksin. Ama hadisi şerifin gerektirdiği ölümle ölecek olursan, önce yaptıklarından dolayı üzülsen de kurtulmuş olursun. Lakin “Mutu kable entemutu” ile ölemeyip de ızdırari ölümle ölecek olursan, O zaman ki uyanıklığın sana fayda vermeyecektir. 

     Bu gün uyanmayan yarın uyanır

     Yolda duran menzil almaz nedendir 

Bir kimse yolda duruyor, ama menzil alamıyor. Menzil ne demektir? İnsanın en son varacağı yere menzil denir.Bu dünya bir imtihan yeridir. Biz de bu aleme niçin geldik? Nereden geldik ve nereye gideceğiz? Sorularına cevap bulduğumuz zaman, menzile varmanın yolunu bulmuş oluruz. Bu soruların cevabına Resulullah Efendimizin bir hadisi şerifleri ışık tutuyor. “Dünyada garip bir kimse gibi olun. Asla vatan tutmayın, veya bir yolcu gibi olun, asla ikamet eylemeyin, veyahut kabir ehli gibi olun” Kabir ehli ölüdür ve hiçbir variyeti yoktur. Sen de böyle ol, vatan tutma. Yani gurbetçi gibi ol, veyahut bir yolcu gibi ol, daima ileri yürü. Madem ki yoldasın, menzil alasın, yürümedikçe menzil alınır mı? Bunu teyit eden başka bir hadisi şerif daha vardır: (Menisteva yevmahu fehüve mağbunun) “İki günü bir olan mümin zarardadır.” Kim ki iki gününü bir geçirmiştir, yani, dün ile bu günü aynı geçen kimse zarardadır. Peki nasıl olunması lazımdır? Dünkü öğrendiğimiz ilimden bugünkü daha fazla olacaktır.

Allah’ın aslanı İmamı Ali Efendimiz “Ban bir kelime öğretenin kölesi olayım” diye söyledikten sonra bize ne kaldı! Biz niçin böyle bir şeyler öğrenmek istemiyoruz? Niçin bu yolda ayak diretip de, bir adım ileriye atmaya korkuyoruz? Ama bu adım bildiğimiz suret adımı değildir. İnsanın yolculuğu, kendisinden kendisinedir. Niyazi Mısri Hazretleri bir beytinde buyuruyor: 

     Visalülabdi lillahi bila beynin vela eynin 

Kulun Allah’a kavuşması mesafesiz ve mekansızdır diyor. Orada ne bir mesafe var, ne de bir mekan var. İşte bunun için Cenabı Allah bizi uyarıyor; (Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verid) “Biz ona şah damarından daha yakınız.” Bu kadar yakınlığıyla niçin onu aramıyoruz, bulmuyoruz? İşte bu aramamız, bulmamız bir ilerlemedir, ilimle ilerlemedir.

Cenabı Hak bize bütün varlıklarını bahşetti. Biz ise bu yolda ayak direttik bir adım ileriye doğru bir mesafe kat etmiyoruz. Yani Allah’ı bilmek için hiç ceht etmiyoruz. Yalnız ne var ki, Allah’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmak yeter, gerisini düşünmeyelim, şeklindeki düşünce yanlış olur. Cenabı Allah, bize bu kadar nimetini verdi, hele akıl gibi bir nimetini verdi ki, bu, en büyük cevherdir. Bunun kıymetini bilelim, çünkü bundan dolayı sorulacağız.

Ey kulum, ben sana akıl verdim.  Niçin yaptığın ibadetin nedenlerini aramadın? Ben sana akıl verdim, kitap ta gönderdim. O kitabı okudun, ama niçin anlamaya gayret etmedin? İşte bunlardan dolayı hep sorulacağız. Bunun için, Allah bizden çok ibadet istemiyor ve bizim ibadetimize de ihtiyacı yok. O halde bize ibadeti niçin emretti? Resulullah Efendimize Ashabı Kiram sordular; İbadet nedir Ya Resulullah? İbadet, Allah’ı tevhit etmek ve bilmektir dedi.

Allah’ı tevhit etmemişsin, bilmiyorsun da o zaman senin ibadetinin ne yararı olur? Kur’an’ı Kerimde buyruluyor: (Feveylün lil mussallin ellezinehüm ansalatihim sahun ellezinehüm yuraüne ve yemneunel maun) “Vay şol namaz kılanlara ki namazlarını gafletle kılarlar, Bilmiyorlar! yatıp kalkıyor ama namazın ne olduğundan haberi yok. İşte onlara yazıklar olsun.

Bazı kimseler de gösteriş için ibadet ederler, yaptıkları ibadete riya katarlar. Halkın arasında kendilerini halka beğendirsinler diye namaz kılarlar. İşte, böyle namaz kılanların vay hallerine diyor. Öyle ise biz her ne yapıyorsak yaptığımızı anlayarak yapmalıyız. Merhum Hakkı Efendi Hazretleri bundan sonraki beyitlerinde; 

     Hakkı ehli gaflet bulmadı şuhud

     Bilmedi hakikat nedir bu vücut

     Dost ile pazarın kılmayan hasut

     Faniyi Beka’ya vermez nedendir 

Şuhud: Şahit olmaktır. Cenabı Allah bizi birliğine, vahdaniyetine, kendinden başka bir varlık olmadığına şahit olarak yarattı. Fakat, ne yazık ki o ehli gaflet şuhut bulmadı, şahit olamadılar diyor. 

     Bilmedi hakikat nedir bu vücut 

Her varlık, insanlar, hayvanlar, dağlar, taş, toprak bunların her birisi birer vücuttan ibarettir. İnsan kendisi de bir vücut sahibidir. Ama bu vücudun hakikatini bilmedi diyor. Hakk’ın varlığından başka bir varlık olmadığını ehli gaflet bilmediler diyor. Bütün bu görüntüler Hakk’ın vücudundan gayri değildir. Öyle ise gözümüz ne görüyorsa görsün, bunlar Hakk’ın varlığından başka bir varlık değildir. Ama bunu kimler bilir? Kimler müşahede edebilir? Gafletten uyananlar. Gaflet uykusundan uyanmış, neyle uyanmış? Biraz önce bahsi geçti. Allah’ın zikriyle uyanmıştır. Allah onların gözlerinden perdeyi kaldırmıştır. Onların gözlerinden bir an bile kaybolmaz. 

     Dost ile pazarın kılmayan hasut 

Hasut: Hasetçi demektir. İnsan kiminle alışveriş ettiğini bilmelidir diyor. Muhiddin-i Arabi Hazretleri, insanlar günde yirmi dört bin defa Allah’la alışveriş ederler diyor. Nefesimiz kimden alıyoruz kime veriyoruz? Yine burada bir soru çıkıyor. Cenabı Allah her verdiği nimeti için bir soru soracaktır. Fakat nefesimiz için iki soru soracaktır.Ey kulum nefesini kimden aldın, kime verdin? İşte, bu dost ile Pazar kurmaktır. Bunu ancak arifler yaparlar. Fakat, ehli gaflet olanlar dost ile pazarı kuramadılar. 

     Faniyi Beka’ya vermez nedendir. 

Fani, yokluktur. Baki, varlıktır. Sen yokluğunu varlığınla niçin değişmiyorsun? Ey insan, Ey Ademoğlu sen seninle sen değilsin, sen boş bir mazhardan ibaretsin. Senin hiçbir varlığın yoktur. Bu yokluğunu niçin varlığınla değişmiyorsun? Yokluğundan çık, yokluğunu bil. Senin yokluğunu Cenabı Allah varlığıyla doldursun demektir. 

RAMAZAN VE KURBAN    

Bir sene içersin deki iki olan dini bayramların ilki, Ramazan Bayramıdır. Bu bayrama, Fıtır Bayramı da derler. İnsanın bir yaratılış fıtratı vardır. Fıtrat : Kişinin yaradılışına derler.

Sadakayı Fıtır diye tabir edilen bir sadaka vardır. Bu sadaka, yaradılışımızdan dolayı veriliyor. Cenabı Allah bizleri yaratmasaydı, bu kainatı görebilecek miydik? Tabi ki göremeyecektik.

Bu kainata gelmemizden murat yalnız bu kainatı görmek mi? Hayır. Bu kainatta Rabbimizi, gerek kendi nefsimizde, gerekse afakta müşahede etmektir. İşte bu yaratılışımızın sadakasıdır.

Orucumuzu tutup, fitremizi de verdikten sonra bayrama eriştik. Lakin, burada kafamıza bir soru takılıyor. Fıtır bayramı neden üç gün oluyor? Üç gün olmasının nedeni, üç varlığımızdan geçtiğimiz içindir. Birinci gün, fiilimizi ifna ettiğimiz için, ikinci gün, sıfatlarımızı ifna ettiğimiz için, üçüncü gün, zatımızı ifna ettiğimiz için; veyahut diğer yönüyle zevk etmeye çalışırsak, birinci bayram günü zatımızdan, ikinci bayram günü sıfatımızdan, üçüncü bayram günü de ef'alimizden ifna olduğumuz için üç gündür.

Ayni, Besmeleyi Şerifte olduğu gibi. Çünkü, Besmele önce zatımızdan, sonra sıfatımızdan, daha sonra da ef'alimizden alır. Bu sebeple üç varlığımızdan geçtiğimiz için, Fıtır bayramını yapmaya hak kazandık demektir.

Bundan sonra, Kurban Bayramı gelir. Kurban Bayramı da dört gündür. Peki bu bayram neden dört gündür? Ramazan Bayramının üç günü ile varlığımızdan geçtik. Başka bir varlığımız var mı ki, gene bir bayrama erişelim? Var ya, en kıymetli varlığımız can kaldı, onu da kurban edeceğiz. Yunus Emre Hazretleri bir beytinde şöyle diyor : 

     İsmail'em Hak yoluna canımı kurban eylerem

     Çünkü bu can kurban sana ben koç kurbanı neylerem 

Kurbandan murat, canı kurban etmektir. Çünkü bu can, kurban olmaya aşıktır. Onu kurban etmezsen, hakkına tecavüz etmiş olursun ve menzilin tamamlanmaz. Şimdi Kurbi Feraizden, Kurbi Nevafile geçtiğin zaman kurban keseceksin, canını kurban edeceksin. Feraizde canlandın, kurban edeceksin. Kurban ettiğin zaman da dört gün bayram olacak.Bir gün fiilin için, bir gün sıfatların için, bir gün de canın için. Hepsinin toplamı yedi eder. Bu, yedi meratibi ilahiyedir.

Bundan başka ayrıca, bir de Cuma Bayramı vardır. Cuma Bayramı,t üm mü'minlere verilmiştir. Yalnız burada, mü'minlik de iki kısımdır. 

     Mü'mini Kamil

     Mü'mini Nakıs 

Mü'mini Kamil olan kimseler, meratibi ilahiyeyi tamamlamış, kemalatta ve irfaniyette hiç bir noksanı kalmamış olanlardır.

Mü'mini Nakıs olanlar, Tevhidi Ef'al, Tevhidi Sıfat görmüş, Tevhidi Zatı görmemiş, meratibi tekmil etmemiş olanlardır. Ne zaman meratibi tekmil eder, ondan sonra tekmil edilecek tahsil edilecek makam kalmaz, böyle olan bu merhaleye gelen kişiye, mü'mini kamil denir. Böyle kimseler Cuma Bayramı yapmaya hak kazanırlar.Seyyid Nizamoğlu Hazretleri bir hikaye remz etmiş. Nefsi Acem kızı, ruhu da Arap oğlanı tabir etmiş. 

     Bir arap gelse araptan

     Alaydı bir Acem kızı acemden

     Acem bilmez Arap dilin bilirsin

     Arapta bilmezse nice kılarsın 

Burada sözü geçen Arap oğlanı ve Acem kızı birbirlerinin dillerini bilmiyorlar. Şimdi bunlara bir tercüman lazım, başka türlü nasıl anlaşacaklar. Aralarında yabancı bir tercüman da olmaz, o halde bir nikah memuru gelip bunların nikahını kıyacak. Burada nikah memuru mürşid-i kamil'dir. Bu kamil nefs ile ruhun nikahını kıyacak ve bunları izdivaç ettirecek. Bunlardan bir oğlan dünyaya gelecek. Oğlana babası kendi dilini, anası da kendi dilini öğretecek. Böylece çocuk her iki dili öğrenmiş olacak. Baba ve annesine tercümanlık yapacak. Bu ne demektir?

Kişinin ruhu ile nefsi birleştiği zaman, onlardan bir zevk hasıl olacak. Şimdi bu zevk ile gelen tecelli ruhani midir? nefsani midir? Bunu zevk ayırt edecektir. Ama, evvela nikah memurunun nikahlaması şarttır. Yani mürşid-i kamil'e bağlanmak, nikahlanmak şarttır. Ondan sonra gelen tecellilerin ruhani mi, nefsani mi olduğunu o zevk ayıracaktır. Ayrıca onlara tercümanlık yapmış olacaktır. Gelen zevklerde ehli fark olacak. Fark ettiği zaman da hayır mıdır, şer midir ayırım yapacak. Demek, o da diyor ki, bu ikisi birleştiğinde Cuma namazını kılarlar. Kemalat, nefisle ruhun birleşmesiyle mümkün olur. Çünkü kişi Kurbi Nevafilde nefis sahibidir. Ondan sonra nefis ile ruh birleşir, kemalat tamamlanır. Böylece Cumayı kılarlar.

Burada bahsedilen nefis, raziye, merziye olmuş nefisdir. Çünkü, nasıl ruhun yedi sıfatı var ise, nefsin de yedi sıfatı vardır. Nefsin sıfatlarının başında emmare sıfatı gelir. Levvame, mülhime, mutmainne, raziye, merziyye ve safiyye ile yedi oluyor. En tehlikeli yer mülhime sıfatıdır. Bir de emmare sıfatıdır. Mülhime ilhamdan gelir, ilham veren nefse mülhime denir. Mutmainne ise, itminan bulmuş demektir. Raziye, merziye olan nefis ise, o Allah'tan razı, Allah'ta ondan razı, olur. Ondan sonra nefis safiye olur. Bizim dediğimiz Kurbi Nevafil'de nefis sahibi olur. İşte o raziye, merziye, safiye olmuş nefistir, onun zararı yoktur. Allah orada onun ikiliğinden razıdır. Eğer o ikileşmese idi bilinmezdi.

Allah tekliği ile bilinmez, ancak ikiliği ile bilinir. Bak sen varsın, tenin var, bir de ruhun var. Bir olan şey ikilikle görünür, öyle olmasaydı, bir bilinmezdi.  

SAİT VE ŞAKİ 

Resulullah Efendimiz, bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: "Sait olan ana rahminde de saittir, bu alemden sait olarak gider. Şaki olan ana rahminde de şakidir, bu alemden şaki olarak gider." Onun için sait, şaki olmaz. Bu alemde sait gibi görünen kimse, ana rahminde şaki ise, sait gibi görünse de şaki olarak bu alemi terkeder. Bu yüzden sait ve şaki olma, görüntülerinin getirdikleri neticelerdir. (Essaidü saidün fi batni ümmihi veşşakıyyun fi batnı ümmihi).

Bu son sait ve şaki görüntülerimiz, evvelki görüntülerimizin neticesi olduğuna göre, ilk görüntülerimiz, yani Allah'ın ilmi zatındaki görüntülerimizin görünmesi, kendi isteğimizle mi meydana geliyor? Yoksa, Allah'ın zatında görünmemize bir sebep var mıydı? Asıl, önemli olan bir nokta da budur.

Cenabı Allah, kendi zatında bütün sıfatlarıyla mevcut iken, ilmiyle zatının kemal bulması için, ne iktiza ettiğini bildiğinden, "Meyli Zati" cemal ve celal sıfatlarını kabul etti. Cemali, sait istidatları, celali de, şaki istidatları meydana getirmiş oluyor. Şu halde, hadisi şerifte bahsedilen ana rahminden murat, Allah'ın zatı olmuş oluyor. Ana rahminde sait ve şaki yani iyi veya kötü olmalarının sebepleri de, "Meyli Zati" olan cemal ve celalin getirdikleri neticedir.

Madem ki hal böyle, kişilerin istidatları Allah'ın cemal ve celalinin getirdikleri netice idi, kişilerin, istidatlarından dolayı sorumlu tutulmalarının sebebi ne olabilir?

Şeytan da, Adem'e secde etmediğinden dolayı lanetlendi. Fakat, kendisini haklı çıkarmak için dedi ki: Yarabbi, bana Adem'e secde etme istidadını vermedin, eğer verseydin secde ederdim. Bu nedenle ben sorumlu değilim. Bunun üzerine Allah'u Teala: Ey melun, ben senin Adem'e secde etmeyeceğini bildiğim için, o istidadı vermedim dedi. Ayeti Kerimede şöyle buyuruluyor: "Allah işlediğinden sorulmaz, lakin onlar sorulurlar." Bu itibarla, bir işi kul işlerse elbette sorulacaktır. Fakat kul, hadisi şerifte buyrulduğu gibi: "Lahavle vela kuvvete illa billah" sırrına mazhar olursa, sana ibadet etmeye takatim, kuvvetim yok, kuvvet ve kudret ancak senindir der. İşte buna bir delil daha, "Siz katletmediniz Allah katletti." Kuvvet ve kudret Allah'ın olduğu için, bütün işleri kulun elinden işleyen Allah olmuş oluyor. Bunun hakikati budur.

"Size iyi bir tecelli erişirse Hak'tan, kötü bir tecelli erişirse nefsinizdendir" ayeti kerimesine uymamız şeriata edebendir. Buraya kadar anlatılan bütün çetin mevzuların anlaşılması, ancak tevhit ile mümkün olacaktır. Kim tevhidi tam manasıyla idrak ederse, sorumluluktan kurtulur. Tevhide süluk etmeyen de, şeytan gibi kendini sorumluluktan kurtaramaz. Cenabı Allah cümlemizi tevhidi kolaylıkla idrak eden kullarından eylesin.(AMİN)

Şimdi dedik ki, Cenabı Hak cümlemizi tevhidi kolaylıkla idrak eden kullarından eylesin. Peki bu kolaylık nasıl olmalıdır? Cenabı Hak Teala Hazretleri, bir ayeti kerimesinde öyle buyuruyor: "Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Tahkik her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır." Kolaylık iki defa tekrar ediliyor. Bu kolaylık nasıl olabilir? İnsan, tevhide süluk etmiş olsa dahi, tam teslimiyetle yola girmemişse güçlükler kolaylanmaz. Tam teslimiyet nasıl olmalıdır? Yolun getirdiği vazifeleri aynen uygulamakla olacaktır. Yunus'un bir deyimi vardır. 

     Şeriat tarikat yoldur varana

     Hakikat marifet ondan içeri 

Güçlüklerin kolaylanması için, bir insan evvela şer'i emirlere uyacak. Şeriatın emirleri herkese malum olduğu üzere oruç, namaz, hac, zekat, kelimeyi şahadettir. Süluk erbabı da, evvela emirlere uyup, yasaklarından kaçınacaktır. Netice itibariyle, Allah'ın emir ve yasaklarını kabul edip, tarikata süluk edecektir.

Tarikat yol demektir. Bu yol da, bizi bir yerden bir yere götürmek için vasıtadır. Fakat, Hak yolcularının yolu, kendisinden kendisinedir. Çünkü Cenabı Allah, Kur'an’ı Keriminde buyuruyor: "Biz size şah damarınızdan daha yakınız." Peki, bize bizden yakın olanı bulmak için yola hacet nedir? İnsanın kendisinden kendisine sefer etmesi lazımdır. Fakat, bu yolculuk maddi değil manevidir. Bu manevi yola, seyri süluk denir ve bir mürşidi kamilin terbiyesi ile olur.

Salik, mürşide biat edince, mürşit saliki alemi tabiattan alemi nefse, alemi nefisten alemi ruha sefer ettirir. Alemi tabiattan alemi nefse yolculuk, emir ve yasaklarla başlar. Alemi nefisten de, alemi ruha yolculuk, tarikatla başlar. Tarikat yol demiştik. Bu yol ise ilimdir. Yani alemi nefis olan şeriattan, ilim yoluyla ruha varacağız. Bu ruh da makamı hakikattir. Yunus'un bir beyti vardır: 

     İlim ilim bilmektir

     İlim kendin bilmektir

     Çün kendini bilmezsin

     Bu nasıl okumaktır 

Burada ilim ne imiş? Kendini bilmekmiş. Resulullah Efendimiz hadisi şeriflerinde buyuruyorlar: "Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu" Kim nefsini bildi, Rabbini bildi demektir. Kişi kendini ve Rabbini bildi mi hakikat şehrine ayak basmış olur. Şeriat yolculuğunda yürümek, Allah'ın emir ve yasaklarıyla olduğuna göre, tarikatta dahi yolculuk ilimle olacaktır. Bu ilmi kolayca öğrenmemiz nasıl olabilir? Sezai Hazretleri bir ilahisinde; 

     Unut bildiğini cümle

     Eriştir ilmini cehle

     Pes andan oku gel anla

     Sezai ilmi Mevladan 

Nasıl ki insan, bir yerden diğer bir yere giderken, o bir yeri terk ediyor, bırakıyor. Bu yolculuk da ilimledir. Eğer yeni bir ilim öğrenilmek isteniyorsa, evvela öğrenilen ilmi bırakmamız icap eder. Eğer bilişlerimizi bırakmadan, yeni bir ilim öğrenmeyi arzu edersek yol güçleşir. Demek ki, güçlüğün kolaylaşması eskiden bildiğimiz ilmi bırakmayla olacaktır. Ayeti kerimede buyrulan birinci güçlüğün yanındaki kolaylık budur.

İkinci tekrarda kişi, kendi bilişini bırakıp Hakk'ın ilmiyle alim olduğunda, yine bunu uygulamaktan kaçarsa ondan her şey sorulur. Kişinin her şeyi bilmesi imkansız ve zordur.

Bu güçlüğün yanındaki kolaylığa ehlullah lisanında "Fena Ender Fena" derler. Yani, bu ilimden kazandığın bilgileri de sahibine iade et, o zaman güçlükten kolaylığa erişirsin, yani cahil kalırsın.

Önceden cahil idin, yine cahil kaldın. Evvelki cahilliğin şirk ileydi. Çünkü; Hakk'ın varlığını kendi varlığın zannediyordun. Senin olmayan bir varlığa sahip olduğun için şirki hafideydin. İster şirki celi olsun, isterse şirki hafi, hepsi birdir. Şirk ise affolunmayan bir günahtır. İkinci cehaletin seyri sülukla, kendi varlığımızı yok ederek ilmin Allah'ın olduğunu anladığımız zaman, bize bu kalan pay cehalettir. Bu durumda hep susacak mıyız? Hiç mi konuşmayacağız?

İlmi Fıkıhta bir mesele vardır. Akan suyun üzerinde bir hayvan laşesi bırakılmış olsa, o leş kendini suyun üzerinde gösteriyorsa, o leşin altındaki su pistir. Abdest alınmaz. Şayet leş suyun içinde kalmış, görünmüyorsa, o zaman su temizdir. Suyun neresinden olursa abdest alınabilir. Hakikatte de bir alim konuşurken, hep kendini methederse, onun konuşması suyun üzerindeki leş gibidir. Ondan istifade edilmez. Fakat, konuşmalarında kendisinden önce geçmiş bir alim veya ehlullaha atfen konuşuyorsa, o alimin sözü dinlenir, ondan istifade edilir. İkinci cehaletin getireceği fark budur. Şu söze kulak ver (Men kane ene alimun fehüve cahilun) "Kim derse ben alimim o cahildir." Bu itibarla her alim, kendisinde mevcut olan ilmi, kendisinin değil Allah'ın olduğunu, kendisinin de bir mazhardan ibaret olduğunu bilecek ve Cenabı Allah'ın onu, kendi zati ilmine mazhar ettiğini anlayıp şükredecektir. Aksi halde kendinin bir mazhardan ibaret olduğunu bilmeyip, ilim ve diğer varlıkların hepsini kendinin zannederse, müşriklerden olur. Allah muhafaza etsin.(AMİN)

(Hel yestevillezine ya'lemune vellezine laya'lemun) "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ayeti kerimesinin anlamı burada açılmış oluyor. Kendisinin bir mazhardan ibaret olduğunu bilen, alim, bilmeyen ise, cahil olmuş olur. Bu nispetler de, Allah'ın cemal ve celalinin getirdiği neticelerden ibarettir. Bunun için Mısri Niyazi Efendi bir beytinde diyor: 

     Lahut ile nasutu anladı ise gönül

     Mısri ana sor kaf ile anka haberin sen 

Burada lahuttan murat celal, nasuttan murat ise cemaldir. Kim, cemal ve celali bildi ise, Kaf ile Ankanın ne olduğunu o bilir. Burada Kaf: Zahir, Anka: Batındır. Peki zahir, batın nedir? Kelime olarak, görünen ve görünmeyen demektir. Hakikatta ise, görünmeyen; Hakk'ın hüviyeti. Anlaşılması gereken husus, hüviyet ve eniyettir. Hüviyet, Hakk'ın sıfatları Hayat, ilim, irade, semi, basar, kelam, kudret, tekvin. Bunlar sekiz olup, eniyyet de bu sıfatların zahir oldukları yerdir. Bu yerlere de, suret veyahut halk tabir olunur. Onun için Allah'ın hüviyetine Hak, eniyyetine Halk deniliyor. Allah hüviyetiyle hiç kimseye, ne dünyada, ne de ahirette, hiçbir zaman görünmez. Görünmesi, ancak eniyeti itibariyledir.

Allah'ın suretle görünmesine, nurani perde deniliyor. Bu nurani perde ilimdir. Zulmani perde de, cehil olmuş oluyor. Onun için, Allah'ın görünmesi ilim gözüyledir. Eğer nurani perde kalkmış olsa, Hakk'ın tecellisi zatla olmuş olur. Bu tecelli, muhatap bırakmıyor. O zaman Allah'ı, Allah'tan başka gören olmaz. Bunun için Cenabı Allah, ister dünyada isterse ahirette tecellisi nurani perde ile olacaktır. Cehil bu sureti kabullenmeyip, Allah'ı suretsiz olarak görmeyi arzular, bu ise imkansızdır. Çünkü ,Allah'ın iki ciheti vardır. Biri mutlak, biri mukayyet. Mutlak olarak görünmesi ne dünyada, ne de ahirette mümkün olacaktır. Ancak, mukayyet olarak görünmesi mümkündür. Cenabı Allah, cümlemizi zulmani perdeyi kaldırıp, nurani perde ile yani ilim gözüyle gören kullarından eylesin.(AMİN)

Cenabı Allah, Kur'an’ı Keriminde buyuruyor: (İnallahe la yağfiru en yüşrake bihi veyağfiru ma düne zalike limen yeşau) "Murat ettiğim kulumun her günahını affederim, yalnız şirkini affetmem."

Şirk günahı olmazsa, katilin bile günahını affediyor. Bir gün Resulullah Efendimiz hutbede iken, gözlerini semaya dikip tebessüm etti, Ashabı Kiram da Peygamber Efendimizin bu halini gördüler, hutbeden sonra Peygamber Efendimize sordular. “Ya Resulullah, hutbede iken arşı alaya bakıp tebessüm ettiniz. Bunun sebebini bize açıklar mısınız?”. Peygamber Efendimiz, evet diyor. Arşı alaya nazar ettim, huzuru ilahide iki şahsın muhakeme olduklarını gördüm. Biri katil, biri maktul. Maktul, katilden davacı oluyor ve diyor ki: Yarabbi, benim daha yaşamam gerekirken, yani daha ömrüm var iken, bu beni haksız yere öldürdü, bu hakkımı isterim.

Bunun üzerine Allah-u Teala Hazretleri o kişiye, bir defa olmuş sen de onu affet, demesine rağmen, Yarabbi affetmiyorum. Çünkü, bu bana çok ağır geldi diyor. Cenabı Allah, bu sefer maktule soruyor. Beni sever misin? Evet Yarabbi, seni severim. Şu halde, onu bana bağışlar mısın? Bağışlarım Yarabbi. O halde, haydi ben ikinizi de affettim.

Haydi katil kabahatli idi, maktulun, ölenin kusuru ne idi ki Cenabı Allah ikinizi de affettim dedi. Burada şu anlaşılıyor. Bunların her ikisi de muvahhit idi. Çünkü muvahhidin fiilleri yoktur. Onlar muvahhidil ef'al olmuşlardır. Yani (La havle vela kuvvete illa billah) sırrına mazhar olmuşlardır. Onlardan işleyen Hak'tır. Fakat ölenin bu halden gaflet edip dava etmesi kabahat. Öldüren de şer'an sorumlu olduğundan kabahatli olmuş oluyor. Lakin bunlar,ikisi de ehli tevhit olduklarından Allah affediyor. Muvahhit olmayanların, şirki hafiden kurtulamayanların günahları affolunmuyor.Cenabı Allah, cümlemizi şirki hafiden kurtulan kulların zümresine ilhak eylesin. (AMİN) 

SAKİSİ ONUN MEVLA

(Sezai Efendi) 

Cenabı Allah cennet ehline kendisi saki olup sarhoşluğu olmayan bir içki sunacak. Sakisi Onun Mevla: Bir insan intisap ettiği yere sıdk-u sadakatle sarılıp, aldığı dersi herhangi bir esmadan değil de doğrudan doğruya Hak'tan aldığını kabul etmesi lazımdır. Çünkü Cenabı Allah emir ve yasaklarını bir peygamber vasıtasıyla tebliğ etmiştir.Sakisi onun Mevla dediği; bu içilen içki acaba nasıl bir içkidir? Bir kamil bunu ilahisinde şöyle anlatır. 

     Bu alemde öyle bir güzel isterim

     Bahar gülü gibi rengi olmasın

     Ağzı kadeh olsun kelamı kevser

     Ondan içen aşık ebed ölmesin 

Demek ki, bu içilen içki nereden içiliyormuş? Ağız kadehinden. Buna uygun bir hadisi şerif vardır. "Siz, ilmi erkeklerin ağzından öğrenin." Demek ki, o ağız bir kadeh olacaktır. Şu halde Kevser nedir? Kevser; ağızdan çıkan kelamlardan sadır olan ilimdir. Bu ilmi idrak edebilmek için de, kulakrarımız açık tutmamız icap eder.

Fehmi Efendiye zamanında, Turgutlu'dan bir zat misafir olarak geliyor. O gün Fehmi Efendi bir sohbet ediyor. Mecliste bir de doğulu bir zat var imiş. Siz yetişmediniz bu yaşlı adam Ulvi Efendinin memleketlisi imiş. Fehmi Efendi sohbeti yaparken, o, ona dönüp ara sıra diyormuş; anladın mı, anladın mı? Bu hareketi bir kaç defa tekrar edince, Fehmi Efendi Hazretlerinin nazarı dikkatini çekmiş ve sohbeti kesmiş. Ondan sonra dönüp, "Ulvi Efendi, sen ona anladın mı, anlamadın mı sorma, sen anladın mı" demiş. Ondan sonra Fehmi Efendi Hazretleri, Cebrail Aleyhisselam vahy getirdiğinde, Peygamber Efendimize evin kapılarını kapattırıp pencereleri açardı diyor. Vahy getirdiğinde Cebrail Aleyhisselam pencereden girermiş.

Demek ki, bizler de ağız kapılarımızı kapatıp, pencere olan kulaklarımızı açacağız. Şimdi ağız kadeh, içilecek içki de kevser olunca, bu sözleri iyice idrak etmiş oluruz. Hatta yine memlekette bir sohbette, acaba ruh insana nereden girer konusu oluyor. Fehmi Efendi Hazretlerine soru intikal ediyor. Mecliste bulunanlara: Siz hepiniz koyun sahiplerisiniz. Vaki olmuştur, bazı koyunlar kuzuyu cansız doğurur. Çoban kahyaya der. Kahya! Falan koyun kuzuladı ama ölü, üfle kulağına üfle kalkar o. Demek can kulaktan girermiş. Peki, bu nasıl bir candır ki kulaktan girer? Ruhlar kısım kısımdır. Haddizatında, ruh bir olarak halk olunuyor.

Evvela benim ruhum halk olundu. (Evvelü ma halakallahü ruhi) Pir Efendimiz bu hususta şöyle buyuruyor: "Cenabı Allah, ruhi Muhammediyi dörde taksim etti. Toprağa, bitkiye, hayvana, insana." Aslında, ruh tek bir varlıktır. Taksim kabul etmez, fakat anlaşılsın diye böyle taksim olundu deniliyor. Ruh, ol emri ile olmuştur. Onun için Kur'an’ı Kerim'de (Ve yeselüneke anirruh külirruhu min emri rabbi)

"Sana ruhtan sorarlar ruh Rabbimin bir emridir diye cevap ver" deniliyor. Bu ruhi Muhammedi "ol" emriyle oldu ve yine bir emirle o ruhu Muhammediye "toprak ol" dedi toprak oldu. "Bitki ol" dedi bitki oldu, "hayvan ol" dedi hayvan oldu, "insan ol" dedi insan oldu.

Ruhu Muhammedi insan suretiyle teşekkül edinceye kadar, bu mertebelerden geçmiş oluyor. Evvela toprağa giriyor, toprak oluyor, topraktan bitki oluyor, bitkiden hayvan, hayvandan insan oluyor. Bunlar birer mertebedir. Ruh, su gibidir. Nasıl suyun bir rengi yoktur, girdiği kaba göre renk alır. Cüneydi Bağdadi Hazretlerine demişler. Ya Şeyh, bize biraz hakikatten, Allah'ın uluhiyetinden, gerçeklerinden bahset. Şeyh cevaben: "Suyun rengi kabın rengine göredir" buyurmuşlardır. Haddızatında suyun rengi yoktur. Girdiği kaba göre renk alır. Ruh da böyledir. Hangi kaba girdiyse, o rengi almış olur.

İnsan neden Allah'ın varlığına tam bir mazhar oluyor? Toprak da bir ruh vardır. Bitkiye gelince bitki iki ruhludur. Bitkinin hem cemadi ruhu var, hem de nebati ruhu var.

Hayvana gelince hayvan üç ruhludur. Birisi cemadi ruh, birisi nebati ruh, bir de yeme-içme hayvan ruhu var. Eğer bir insan da bu üç ruhta kalır, hayvanlar gibi yer içer, yürür, duyar, görürse, hayvandan bir farkı olmaz. İnsani ruha erişebilmesi, nasıl, Adem babamıza ruh üflendi, onun gibi bir insana da ruh üflenirse, o zaman insan hayvaniyetten kurtulup insan olur. İnsani ruh üfleneceği zaman kelimeyle üflenir. Kelimeden üfleneni kulağıyla dinler, duyar ve kabul eder. İşte, ruh böyle üflenir. Bu insani ruha ilim denilmiştir. Onun için Resulullah Efendimiz müteaddit defalar bu ruh hakkında, hep evvela benim ruhum halk olunmuştur, buyurmuşlardır. Yani, Allah evvela benim nurumu halk etti. Arkadan hemen Allah evvela benim ruhumu halk etti. Tekrar diyor, Allah evvela kalemi halk etti, arşı halk etti bu isimler her ne kadar ayrı gibi görünüyorsa da, hakikatte bunların hepsi birdir. Nur ne ise, ruh da odur. Ruh ne ise ilim de odur.

Yalnız hayvanda ilim olmadığı için, o hayvani ruhta kalmış oluyor. İlmi tahsil eden bir kimse ancak insani ruhu kabul etmiş oluyor. Öyleyse, ilmi olmayan insan diri gibi görünüyorsa da, hakikatte ölüdür. Yani, cahil bir kimse hiç ilmi yoksa, sureti zahire de diri gibi görünüyorsa bile, hakikatte ölüdür. Böyle olan kişileri, Cenabı Allah Kur'an’ı Kerimindeki şu ayeti kerimeyle dirilmeye davet ediyor: (Ya eyyühellezine amenüstecibü illlahi velirrasuli iza deaküm lima yuhyikum) "Ey iman edenler, Allah ve Resulü sizi diriltmeye davet ettiğinde icabet ediniz.".

Demek ki Allah ve Resulünün daveti bir kimseyi ilimle ihya edecek, diriltecek. Çünkü, ilim olmadığından o hayvani yaşantıyla yaşıyor. İnsani yaşantı henüz ona intikal etmemiştir. İnsani ruh üflenmemiştir. Onun için, Allah ve Resulü onları dirilmeye davet ediyor. Burada niçin Allah ve Resulü diyor? Allah davetini Resulüyle yaptığı bilinsin diye. Yoksa, Allah sebepsiz konuşmaz ve davet de etmez. Ancak Allah'ın daveti Resulü iledir. Bu elçiler şimdi, peygamberlerin varisleri olan velilerdir. Bir veli de bizleri davet ettiği zaman, bu daveti Allah'tan kabul edersek, niçin "Allah ve Resulü" dediğini daha iyi anlamış oluruz.

Sezai Hazretleri de sakisi onun Mevla demesiyle, bu sakiyi Mevla’mız bir vasıtayla yani herhangi bir mürşidi kamilin telkiniyle sunuyor. Mürşidi Kamil her ne kadar, sureti zahirede, insan suretiyle görünüyorsa da ondan sadır olan nutuk, nutku ilahidir.Bunu böyle kabul etmemiz lazımdır. 

     Sakisi onun Mevla

     Hak dahi onun esma 

Bu esma ile, isimler ile, Cenabı Allah kendisini örtmüş oluyor. Muhiddin-i Arabi Hazretleri Futuhatı Mekkiyyesinde bu isimler hakkında şöyle diyor: Hani kış günleri soğuktan korunmak için üzerimize palto giyeriz ya, işte bu esmalar, bu isimler de Allah'ın paltosudur. Onlarla kendini örter. Ariflere ise bu esmalar bir zarar getirmez. Çünkü, onlar esmada müsemmayı veya doğrudan doğruya davetin Allah'ın daveti olduğunu idrak ederler. İlahinin sonunda: 

     İşit şu Sezai'den

     Ne gördün şu faniden

     Dost vechini gösterdi

     Mir'atı mücelladan 

Burada fani yokluktur. Yoklukta kalan bir insan ne görebilir? Yokun yalnız ismi vardır. Kendisi yoktur. Yok ki, orada bir şey anlayabilsin. Dost vechini gösterdi: Burada dost kimdir? Dost, bizim Rabbimizdir. Dost yüzünü nerede gösterdi? Biz Rabbimizin yüzünü nerede görebiliriz? Mir'atı Mücella. Mir'at aynadır. Cilalanmış bir aynada dostumuz yüzünü gösterir ki, bu da şüphesiz insanın kalbidir. Bir kimse dostun yüzünü görmeyi arzuladığı zaman, kendi aynasına bakacaktır. Fakat bu ayna cilalanmamış, parlak değilse, görüntü meydana çıkmaz. Onun için diyor. 

     Dost vechini gösterdi

     Mir'atı mücelladan 

Resulullah Efendimiz bir hadisi şerifinde "İnsanların kalbi demir gibi paslanır. Onun cilası zikrullahtır." buyurmuşlardır. Bizler de kalbimizin cilalanması ve parlaması için ne emir aldık? Her nefes zikrullah emrini aldık. Eğer, biz bu emri bir insan suretinde değil de, Allah'tan kabul edersek, ayna olan kalbimiz cilalanır. Bu şekilde dostumuzun yüzünü, bu cilalı aynada görmüş oluruz. İşte Sezai Hazretlerinin bizlere işaret ettiği mana budur. 

EY HOCAM BENİM SUALİM ÇOKTUR

(Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi) 

Bu sohbetimizde Hasan Fehmi Efendi Hazretlerinin bir ilahisine mana vereceğiz. 

     Ey hocam benim sualim çoktur

     Aradım müşkülüm halleden yoktur

     İşittim seni alim dediler

     Alemde nam ile şöhretin vardır. 

İnsanlar bir müşkülle karşılaştıkları zaman bu müşküllerinin hallolması için bir alim bir bilgin arar. Alem de böyle nam ve şöhret sahibi olan ulemalarımız olduğundan müşküllerimizi ancak o ulemalarımızdan sorabiliriz. 

     Namazda kıyam huzuru Hak ise

     Muhit ve muhatap var mı bir kimse

     Kimedir huzurun görmedin ise

     Huzursuz namazın encamı yoktur. 

Namazda kıyam edip Hakk'ın huzuruna durduğumuz vakit, eğer kendi etrafımızı Cenabı Hakk'ın kaplayıp ihata ettiğini yani doğu ve batıda Allah'ın yüzünden başka bir yüz olmadığını müşahede edemediysek, kılmış olduğumuz namaz huzursuz olur. (Feveylün lil musallinellezine hüm ansalatihim sahun) "Vay şol namaz kılanlara ki namazlarında gaflet ederler" ayetine mazhar olmuş oluruz. Böylece kılınan namazın da sonu yoktur, yani sonunda hiç bir faydasını göremezsin. 

     Ahkamı şeriyye cümlemize farz

     Elimizde asa başımızda taç

     Beş vakit namazdır mü'mine miraç

     Bu derde bir deva bulacak yoktur. 

Ahkamı şeriyyeden murat emir ve nehiydir. Bir kimse Allah'ın emirlerini tutar, yasaklarından da kaçınırsa ahkamı şeriyyeye uymuş demektir. Allah'ın emirleri başa taç , yasakları da ele asa edilirse kurtulur. Nasıl ki, padişahlar taç giyerler ve taç ile padişahlıklarını sürdürürler. Fakat bir düşmanla muharebeye girseler, düşman padişahın tacını almaya çalışır. Eğer padişah başından tacını aldırırsa, artık o padişah mağlup olmaya mahkumdur. Onun yerini düşman istila eder. O zaman onun elindeki asa da fayda vermez. Bunun gibi bir salikte Allah'ın emirlerini terk ederse düşman denilen nefsi emmare de o vücut padişahı olan saliki tahtı idaresine alır ve onun memleketini tamamen işgal eder. Allah muhafaza buyursun (AMİN).

Kim emri başına taç, yasaklarını da eline asa edinirse işte o kimse her gün kıldığı beş vakit namazında daha evvelki sohbetlerimizde anlatıldığı üzere yani namazı Hak ile bir vücut olarak kıldı ise, o kimsenin namazı miraç olur. Peygamber Efendimiz (Essalatu miracül mü'minin) "Namaz mü'minin miracıdır" buyurmuşlardır. Cenabı Allah Celle Celaluhu Hazretleri, cümlemizi böyle namazı miraç olan kullarından eylesin (AMİN) 

     Ne rümuz Musa'nın Turisinası

     Yunus'un girdiği balık kursağı

     Hazreti İsa'nın göğe çıkması

     İdris'in cennette kalması nedir? 

Musa Aleyhisselam zahiren Allah'la tekellüm etmek için Turisina dağına gidiyor. Hocaya buradaki rumuz soruluyor. Turdan murat gönüldür. Allah'la tekellüm etmek gönül turunda olur. Çünkü Allah ile konuşmak sessiz ve harfsizdir, o ise gönüllere vahy olunandır. Demek ki Musa Aleyhisselamın turu, gönül turu idi.

Yunus Aleyhisselam'ın da kavmi kendisine iman etmediklerinden dolayı, kavmine küstü ve memleketten firar edip bir gemiye bindi. Geminin yolunu bir balık kesip kurban istedi. Gemide halk, kura attılar. Kura Yunus Aleyhisselama isabet etti. Yunus'u denize attılar. Yunus'u balık yuttu. Tam kırk gün balığın karnında hapsoldu. Yunus Aleyhisselam orada daima şu tespihi çekerdi: (Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin) "Yani senden başka Tanrı yoktur, sana sığınıyorum. Ben nefsime zulmedenlerden oldum."

Hakikatte ise, o gemi şeriat gemisi idi. Balık da ehli tahkikten biri idi, yani mürşidi kamil idi. Bir salik sıdku sadaktla mürşidine teslim olup kırk gün gönlüne girmesi gerekir. Kırk günden murat dört meratiptir. Bunlar: 

     1) Tevhidi Ef'al

     2) Tevhidi Sıfat

     3) Tevhidi Zat

     4) Makamı Cem 

İşte, buraya kadar mürşidi kamilin sözlerinden çıkmayıp, dediklerini harfiyyen yerine getirir ise, kamil'de onu Kurbu Nevafilde, butunundan taşraya atar ve bu suretle miracını yapmış olur. Cenabı Hak, cümlemizi bu cümle kullardan eylesin (AMİN) İşte, Yunus'un girdiği balık kursağı bu demektir.

Hz.İsa'nın göğe çıkması ise, zahiren şöyle: Hz.İsa'yı yahudiler öldürmek istedi. Cenabı Allah onu semaya, kendi indine refetti. Allah (Ya İsa inni müteveffike verafiuke ileyye) "Ben seni öldürüp kendi indime refettim" buyuruyorlar. Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hazreti İsa mevti izdirariyle değil, mevti İhtiyariyle Cenabı Hakk'ın indine yükselmiştir. Onun için Hz.İsa'nın bil'asale makamı, Makamı Cem'dir. Ölüyü diriltmesi de bu sebeptendir. Hz.İsa'nın göğe çıkması işte budur.

İdris'in cenette kalması ise: Zahiren İdris Aleyhisselam Azrail ile arkadaş olup, Azrail'e sordu, dedi ki: Ya Azrail, ruhları nasıl alıyorsun? Benim ruhumu alsana göreyim. Azrail Aleyhisselam itiraz etti. Ben Allah'ın emriyle işlerim dedi. Sonra Allah'tan emir geldi İdris Aleyhisselam'ın ruhunu aldı. Fakat Cenabı Allah yine iade etti. Oradan cehenneme ziyarete gittiler, sonra cennete geldiler. Cennete girdiklerinde yemin ettirdi ve cenneti ziyaret edip çıktılar. Fakat hemen İdris Aleyhisselam, Azrail Aleyhisselama makasını unuttuğunu söyleyip geri döndü. Cennete tekrar girdikten sonra, cennet ehline elbise biçip dikmek için bir daha geri dönmedi.

Hakikatte ise, İdris Aleyhisselam enbiyalar'ın kutbu idi. İdris Aleyhisselamın iki veziri vardı. Birisi Hızır Aleyhisselam, birisi de Hazreti İsa idi. Hızır Aleyhisselam sahibi şimal olduğundan, yeryüzünün mutasarrıfı oldu. İsa Aleyhisselam dahi sahibi yemin olduğundan gökyüzünün mutasarrıfı olup, semaya ref olundu.

İdris Aleyhisselam meşrebinden olan kamiller, elan tevhit elbisesi biçip dikmektedirler. Çünkü İdris Aleyhisselamın ruhaniyeti tecelli etmemiş bir kamil, saliklerine tevhit elbisesi giydiremez. İdris Aleyhisselamın da cenette kalması işte budur. Cenabı Allah, cümlemize İdris Aleyhisselamın biçtiği elbiseleri giymeyi nasip eylesin (AMİN) 

     Nedir Ashabı Kehf'in mağarası

     Zülkarneynin iki yakın manası

     Şark ile gayba gitmenin esası

     Bu remzin hakikat hikmeti nedir? 

"Ashabı Kehf" Tarsus'ta zuhur edip Hakk'ın birliğine iman ettikleri için, o zamanın padişahı olan Takyanus bunlara şiddetle işkence etti. Sonra, sizden bir daha bu sözü duyarsam sizi öldürürüm dedi. Bunun üzerine, bunlar yedi kişi olup firara karar verdiler ve Tarsus'ta bir mağarayı kendilerine mesken tuttular. Mağarada üç yüz sene yattıktan sonra uyandılar. İçlerinden birisini ekmek almak için şehre gönderdiler. Giden zat ekmeği alıp, eski Takyanus'tan kalma parayı verince yakayı ele verdi. Fırıncı o şahsa "korkma" Takyanus denilen zalim hükümdar öldü, yerine salih bir hükümdar geldi, saklanmanıza gerek yok dedi. Fakat, onlar bir daha geri dönmediler. Mağarada sır oldular. Bu mağara zahirde Tarsus'taki mağaradır.

Hakikatte ise, zalim olan hükümdar kişinin nefis emmaresidir. O salih yedi kimse de, kişinin yedi sıfatıdır. Üç yüz seneden murat ise: Ef'al yüzü, Sıfat yüzü, Zat yüzüdür. Böylece üç yüz sene olmuş olur. Bundan sonra geri avdet olunmaz. Çünkü, aynı zamanda bundan murat beka alemine terakki etmektir. Buradaki Ashabı Kehf'in mağarası ise, zati ilahi olan mağaradır. 

     Zülkarneyin iki yakın manası

     Şark ile garba gitmenin esası 

Zülkarneyn Aleyhisselam bir yola tabi olarak, güneşin battığı yere geldi ve orada bir kavimle karşılaştı. Karşılaştığı kavme bazı nasihatlerde bulundu, yani Allah'ın emir ve yasaklarını bildirdi.Güneşin battığı yere uğradıktan sonra da başka bir yola tabi olarak güneşin doğduğu yere geldi. Orada da bir kavim ile karşılaştı. Fakat bu kavmin güneş üzerlerine doğup, kendileri örtüsüz üryan, aynı zamanda sözleri anlaşılmaz bir kavim idiler. Onlara da aynı emirleri ve yasakları beyan etti. Oradan başka bir yola tabi olarak  Yecüc ve Mecüc'den şikayetçi olan başka bir kavimle karşılaştı. O kavim Zülkarneyn Aleyhisselam'a dedi ki: Sana gerekli olan malzemeyi tedarik edelim, bizi Yecüc ve Mecüc'den koru, içimize karışmasınlar. Çünkü, onlardan rahatsız oluyoruz. Zülkarneyn Aleyhisselamın zahiren hikayesi böyledir.

Hakikatte, Zülkarneyn Aleyhisselamın batıda gördüğü kavim Kurbu Nevafil salikleri olup onlara Allah'ın emir ve yasaklarını bildirdi. İşte bu Nevafil sahipleri hakkında Cenabı Allah kudsi hadisinde buyuruyor. (Ekünü lehu sem'an ve besaran ve yeden) "Kulum bana nafilelerle öyle yaklaşır ki, ben o kulumun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, tutan eli ve tüm azayı cevahiri ben olurum." Bunlar ikinci şeriat sahipleri olduklarından Allah'ın emir ve yasaklarıyla emir olundular.

Doğudaki örtüsüz, üryan,sözleri anlaşılmaz olan kavim ise, Kurbu Feraiz sahipleri olup, üzerlerindeki beşeri nispetleri kalıp ,fiillerini Hakk'ın fiilinde, sıfatlarını Hakk'ın sıfatlarında, vücutlarını da Hakk'ın zatında yok etmişler. Kendilerinde yalnız bir ruh kalmıştır. Yani tensiz bir ruh olduklarından örtüsüz üryan olup, sözlerinden avamı nas hiç bir şey anlayamaz. Çünkü, avamın gözleri perdelenmiş, keza kulakları da böyle. Havasın sözlerini nasıl anlayabilsinler? Çünkü, onları hicabı zulmet kaplamıştır. Hicap iki türlüdür: 

1) Hicabı Zulmet

2) Hicabı İzzet 

Hicabı Zulmet avamın hicabıdır. Hizabı İzzet de ehli tevhidin hicabıdır. Bu da Cenabı Hakk'ın suretlerle tecellisidir. Çünkü Cenabı Hakk'ın görünmesi suretledir. İşte bu suret Hicabı İzzettir.

Yani ne dünyada, ne ukbada Cenabı Hakk'ın suretsiz görünmesi mümkün değildir. Hatta Cenabı Allah dünyada cennet ehline "Elestü birabbiküm" dediği gibi, Alemi ahirette de "Ene rabbüküm" diyecektir. Dünyada görmeyenler ahirette dahi diyecekler, "haşa biz böyle hem bir taraftan, hem de suretle görülen Rabbi tanımayız." Zira onlara dünyada denilmişti ya (Leyseke mislihi şey'un) Allah suretten cihetten münezzehtir. Allah ise, hem bir suretle, hem de bir cihetten tecelli ettiğinden inkar edeceklerdir. Tıpkı dünyada inkar ettikleri gibi. Halbuki suretsiz ve cihetsiz görünmesi mutkaliyet cihetidir, mutlak olarak görünmesi mekansızdır.

Dünyada ve ahirette görünmesi suretle ve cihetle olduğu anlaşılabilir ve görülebilir. Hazreti Musa'ya da ateş suretiyle göründü. Turisnaya geldiğinde, ağaçta yanan ateş kendisine (Min eşşecereti en Ya Musa inni enallahu Rabbül alemin) "Ben alemlerin Rabbi olan Allah'ım" dedi. Musa Aleyhisselam ululazim bir peygamber olduğundan inkar etmedi ve kabul etti. Fakat, Cenabı Allah dedi ki: Ya Musa, beni ateş suretiyle kaydetme, ben bundan münezzehim. Eğer Cenabı Allah Hazreti Musa'ya bu sözü söylememiş olsaydı, Hz. Musa, Allah'ı her zaman ateş suretiyle arayacaktı. Başka bir suretle tecelli ettiği zaman onu inkar edecekti. O ise tek bir suretle kaydedilmez. Çünkü Kur'an’ı Kerim'de Cenabı Allah şöyle buyuruyor. (Yes'elühü men fis semevati vel ard külle yevmin hüve fi şe'n) "Onu yerlerde ve göklerdekiler sorarlar, (deki) o her an bir şandadır." Cenabı Hak hepimizi, gözünden hicabı kaldırıp, hicabı izzetle her surette görünen o olduğunun idrakine nail eylesin(AMİN) 

     Lokmana tabiblik eyledi ihsan

     Eyyübe sabrile verildi derman

     Yusuf'u tenezzül eyledi sultan

     Yakub'un kör olma hikmeti nedir? 

Lokman Aleyhisselama Cenabı Hak doktorluk ilmini bahşetmiş idi. Eyyüb Aleyhisselama sabrı verdi. Hatta o kadar sabır verdi ki: Kendisine şeytan aleyhilla'ne haset etti ve Allah'tan izin istedi. "Yarabbi bana izin ver, Eyyüb kulunun malına tasallut edeyim." Cenabı Allah, "izin verdim" dedi.

Şeytan ateş olup, çobanlarıyla beraber Eyyüb Aleyhisselamın mallarını yaktı. Kendisi de çoban suretine girip dedi ki: Ya Eyyüb, bizim bulunduğumuz mevkiye Cenabı Allah gökten bir ateş indirdi, bütün davarlarımız yandı. Ancak ben kurtulabildim. O zaman Eyyüb Aleyhisselam, malı Allah verdi ve yine Allah aldı, sen de iyi bir kimse olsaydın o mallarla beraber yanardın dedi. Zerre kadar incinmedi.

Bu hadiseden sonra evladına tasallut etmesini istedi, müsaade edildi, evlatlarının üstüne binayı göçürdü. Evlatları bina altında kalıp can verdiler. Yine gelip ihbar edince Eyyüb Aleyhisselam bu defa dedi ki: sen de iyi birisi olsaydın binanın altında kalır ölürdün, çocuğu da Allah verdi yine Allah aldı.

Bu defa da vücuduna tasallut etmek için izin istedi. Cenabı Allah o zaman yalnız aklına, kalbine, diline iznim yoktur dedi ve diğer azalarına izin verildi. Kalbinden, aklından, dilinden maada bütün azalarını şeytan, nefesiyle zehirledi. Bu duruma rağmen yine Eyyüb Aleyhisselam bir günden bir güne şikayet etmedi. Bu hastalığı tam yedi sene çekti. Ondan sonra Cenabı Hak kendisine; yeter ya Eyyüb senin sabrın artık inat yerine geçiyor. bana şikayetini yap, yalnız benden gayriye yapma. O zaman Eyyüb Aleyhisselam dedi ki; Yarabbi sen halimi bilirsin, halimi sana arz ediyorum.

Cenabı Hak vahyetti, ayağını yere vurdu. Oradan iki kaynak suyu çıktı; biri soğuk, biri sıcak. Eyyüb Aleyhisselam'ın zahiren hikayesi bu şekilde anlatılır.

Hakikatte, soğuk su Hakk'ın iradesine mazhar olmaktadır. Yıkandığı sıcak su ise, Hakk'ın hayatıyla hayat bulup, ebedi hayata erişmektir. Çünkü, insan (Mutu kable en temutu) sırrına mazhar olunca ebedi hayata kavuşur. Cenabı Hak, Eyyüb Aleyhisselam'ın ebedi hayat sırlı yaşamını, cümle ihvanımıza nasibi müyesser eylesin (AMİN)

Yusuf Aleyhisselamın ise zahiren hikayesi, gerek Kur'an’ı Kerimde, gerekse kitaplarda mevcuttur. Burada tekrarına lüzum görmüyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim. Yusuf Aleyhisselam çok güzeldi ve o güzellik, ondan sonra dünyaya gelmedi. Bu güzelliğe rağmen köleliğe tenezzül etti, köleliğe sabretti ve zindana suçsuz atıldı.

Bu zindandan murat, ten zindanı idi. Yani ten zahir, ruh batın. Halk zahir olduğundan; Halktan hatırlanmasını istemesi doğru idi. Fakat oradan bir yolcu geçerdi, ona vahy olunurdu. Sen Rabbini bıraktın da bir kuldan imdat istedin. O da dedi ki, bu halimle Allah benden razı mı? Evet razı, öyleyse ben de yatmaktan razıyım. Buradaki gibi, kabahati üzerine almak büyük bir tenezzüldür. Nasıl ayeti kerimede (Ma esabeke min hasenetin feminallahi vema esabeke min seyyietin femin nefsike) "Size hayırdan ne gelirse Allah'tan (deyin), şer gibi bir şey olursa, o da nefsinizdendir (deyin). Halbuki hakikatte ikisi de Allah'tan olduğu halde, günahı nefsine isnat büyük tenezzüldür. Böylece, tenezzül edenler muhakkak ve muhakkak sultan olacaklardır. Yusuf Aleyhisselamı da sultan eden tenezzülüdür.

Yakub Aleyhisselamın kör olmasının hikmeti, zahiren Yusuf için çok ağladığındandır. Çünkü Yusuf Aleyhisselam ruh, Yakub Aleyhisselam ise ten idi. Fakat Yakub Aleyhisselam zahiren kör olduğundan yollara çıkıp, gelen geçen yolculara Yusuf'tan haber soruyordu. Diğer evlatları dediler. Baba, bu hal seni helak edecek, niçin halkı taciz ediyorsun? Halk ne bilir senin Yusuf'unu, o zaman dedi ki: (Ve alemü minallahi mala talemun) Ya siz öyle mi zannediyorsunuz,  "Ben sizin bilmediğinizi biliyorum. Ben oğlumu halka sormuyorum, Hakk'a soruyorum.

Demek ki, Yakub Aleyhisselam'ın halkı gören gözleri kör oldu. Zaten, bir kişinin halkı gören gözleri kör olmayınca, Hakk'ı göremez. İşte Yakub'un kör olma hikmeti budur. 

     Süleyman kuş dilin bilirdi tamam

     Emrine musahhar idi hep cihan

     İbrahim'i yakmayan ol ateş heman

     Nuh kavmini gark eden ol tufan nedir? 

Süleyman Aleyhisselam Allah'tan diledi ve istedi, dedi ki: Yarabbi, bana öyle bir şey ver ki, ne benden önce, ne de benden sonra hiç kimseye vermiş olmayasın. Allah'ta duasını kabul edip, kurt ve kuşu emrine musahhar kıldı. Cihan Padişahlığını bahşetti.

Süleyman Aleyhisselam, batında da kalp sahibi idi. Nasıl ki bir vücutta kalp padişah ise, o zaman mazharı tecelligah olup, bütün organları da şahı olur.

İbrahim Aleyhisselam'ı yakmayan ateş de zahiren bildiğimiz ateş idi. Cenabı Hak ateşin Hakikatine yakma dedi. O da yakmadı. Ateş de bir surettir, her şeye tesir eden ateşin hakikatidir. Hakikat bir şey yapmayınca, suret ne yapabilir? İşte zahiren böyledir. Bunu inkar edersek, Kur'an’ı Azimüşşanı inkar etmiş oluruz. Çünkü, Kur'an’ı Kerimde şöyle buyruluyor: (Kulna ya naru kuni berden veselamen ala İbrahime) "Ey ateş sen İbrahim'e soğuk ve selamet ol." Eğer selamet ol demeseydi, bu defa da Hazreti İbrahim soğuktan ölecekti.

Hakikatte ise Hz.İbrahim'in atıldığı ateş, ilk halk olunan Nuru Muhammedi idi. Bu dahi, Aşkı İlahi idi. Cenabı Hak cümlemize, böyle bir ateşe atılmayı nasip eylesin (AMİN)

Nuh kavmini gark eden tufan ise, zahiren Nuh Aleyhisselam kavmini Allah'a davet etti. Kavmi kabul etmedi. Nuh Aleyhisselam bir gemi yaptı, kendisine tabi olanları gemiye aldı. Yani tevhide aldı. Geminin dışında kalanlar ise şirk denizinde boğulup gittiler ve hala tevhidin dışında olanlar boğulmaktadırlar. İşte Nuh Tufanı budur. Cenabı Allah cümlemizi bu tufandan muhafaza buyursun.(AMİN) 

     Madem ki mevcuttu Allah her yerde

     Muhammed niçin çıktı göklere

     İnsanın gözünden kalkarsa perde

     Tanrı görünmeyen bir taraf yoktur. 

Allah her yerde mevcuttur. Hazreti Muhammet’in semaya çıkması Allah'ı görmek için değildir. Bilakis, gökte ve yerde Allah'ın ne varlıkları varsa, onları görmek içindir. Bu göstermeyi de vasıta olan Cebrail Aleyhisselamla gezdirdi ve orada Hak mevcut olduğundan gördü. Çünkü Allahsız bir yer yok ki bu seyahat yalnız semayı göstermek için olsun, zaten bu abes olur. 

     Fehmi'nin müşkülü çoktur sayılmaz

     Bu sırrı meydana koyan bulunmaz

     Kur'an'da yedi mesan bilinmez

     Besmele üç isim manası nedir? 

Fehmi Efendi Hazretlerinin, bundan başka daha bir çok müşkülleri vardır. Bu müşküller sayıya gelmez, çünkü Allah'ın tecellisinin sonu yok ki sayılabilsin. Her tecellisi de esma ve suretle olduğu için, bunlar da birer müşkül olmuş olur.

Bu öyle bir sırdır ki, bunu bilen dahi olsa söyleyemez, zira söyleyen bilmez, bilen söylemez. “Kur'an'da yedi mesan bilinmez”. Zahiren bu yedi mesan'ın Fatiha’yı Şerif'in yedi ayeti olduğunu kabul ederler ise de, Fatiha'nın öz anlamıdır. Sebal Mesan'ın anlamı, "yedi iki" demektir. Fatiha’yı Şerif yedi ayettir. İki defa nazil olmuştur. Bir defa Mekke'de bir defa Medime'de, bu zahiren böyledir.

Hakikatte ise, yedi sıfatı subutiyedir. Salike iki defa nazil olur. Bir defa fenada, bu sıfatlar salike ismen bildirilir. Bunların Hakk'ın olduğu söylenir. Bir de beka'da. Bu yedi sıfatın, kendi mazharında zuhurunu zevk eder. Bu suretle iki defa nazil olmuş oluyor. İşte yedi mesanden murat budur.

Besmele üç isim manası ise: Bismillah, Zatı Uluhiyetine işarettir. Rahman: sıfata, Rahim de: ef'ale işaret etmektedir. İşte, bunlar Sırrı Kur'an olup, insanlar da bu Besmeleye elbise olmuştur. Cenabı Allah cümle ihvanımıza Besmelei Şerif'in zevkini idrak etmeyi nasibi müyesser eylesin (AMİN) 

TEMİZLİK-ORUÇ 

Temizlikten murat taharettir. Temiz olmayan, üstünde necis olan bir kimse namaz kılabilir mi? Kılamaz. Suret namazını bırak, hakikat namazına girebilmek için şirklerden temizlenmek lazımdır. Onun için başta oruç geliyor. Oruç bizi şirklerden temizleyecektir.

Cenabı Allah Hazreti Musaya 30 gün oruç tutmasını emretti. Hazreti Musa iftar zamanı keçi boynuzu ağacından misvak yapıp, dişlerini misvakladı. Fakat o zaman Cenabı Allah (Ya Musa,ne yaptın? Benim yanımda kulumun oruçlu ağzından daha iyi bir kokunun olmadığını bilmiyor musun? Şimdi on gün daha oruç tut da oruçlu durumda huzuruma gel) dedi. İşte bu ayniyettir.

Allah’ın huzuruna gayriyet ile, şirk ile varılmaz. Oruç bizi şirkten temizler. Onun için evvela savm, sonra salat gelir. Sen evvela içini temizle ki Allah seni huzuruna kabul etsin. Eğer bir kimsenin fiili, sıfatı ve vücudu duruyorsa, Allah onu huzuruna kabul eder mi? Etmez. Mutlaka bunlardan temizleneceksin. Allah’ın huzuruna temiz olarak çıkacaksın. Ayeti kerimede (Fağsilu vücuheküm ve eydiyeküm ilelmerafiki) “Yüzünüzü ve ellerinizi dirseklere kadar yıkayınız” buyrulmuştur. Temizlenen bir kimse, temiz olan bir kimse namaza durabilir. Namaz Allah’ın huzuruna durmaktır. Onun için başta oruç sonra namaz geliyor. Bunları yaptıktan sonra, malın varsa zekat vereceksin. Fakat zekat bahsinde yalnız zenginler verecek demiyor, umum diyor.

Burada zekat veremeyecek olan fakir kimdir? Allah sana göz vermiş, gözlerin görüyor, kulağın da işitiyor, dilin konuşuyor, elin tutuyor. Ayağın da yürüyor. Bu halde senin neren fakir, o zaman sen de zekatını ver.

Peki bu azaların zekatı nasıl olur? Gözün zekatını verirsen gözüne ibret gelir, kulağın zekatını verirsen kulağına ibret gelir, dilin zekatını verirsen diline ibret gelir. İbretle konuşur, ibretle dinlersin, ibretle bakarsın. Biz de bu zekatımızı mürşit huzurunda vereceğiz. Fiil Allah’ın, sıfatlar Allah’ın, vücutta Allah’ın. Allah bizden kendinin olanları istiyor. Zekatın gayesi de budur. Bu yüzden zengin ve fakir diye ayırmamış. Bu haliyle zekatı herkes verebilir.

Eğer sen sağlık ve sıhhat sahibi isen zekat sana düşer, vereceksin. Zekatını verdiysen, hacca da gideceksin. Haccın Türkçe anlamı da ziyaret demektir. Hepiniz buraya niçin geldiniz? Ziyarete geldiniz. Bu ziyaretler hacdır. Madem ki hacdan gaye ziyaret imiş, birbirimizi ziyaret edeceğiz. Eğer ben sana ayna oluyorsam, sen de bana ayna oluyorsan, senin aynanda ben, Hakk’ı müşahede edebiliyorsam, sen de benim aynam da Hakk’ı müşahede edebiliyorsan, daha başka ne ziyareti arıyorsun? Kabeyi muazzama ya gittin ne gördün? Onun için dertlinin biri bak ne güzel söylemiş. 

     Dön ziyaret eyleme İbrahim’in binasını

     Dertlinin gönlünü ziyaret eyle beytullahı gör 

Cenabı Allah(Mavesiani ardi vela semai bel vesiani kalbü abdi mü’min) “Yerlere, göklere sığmam lakin mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyuruyor. Cenabı Allah’ın bu hadisi kudsisine mazhar olmuş bir mü’min kul bulup, onun kalbini ziyaret et ki, orasının Allah’ın evi olduğunu gör. Yalnız maddi durumun el veriyorsa ihmal etme kabeye ziyaretini yap. Çünkü bu haller salikin tenezzülüdür.

Bir gün kapılar’da (İzmir)bir mevlit olmuştu, Merhum Fehmi Efendi Hazretleri bu mevlitte bir konuşma yaptı. “Evvela orucu ehli tevhit tuttu, avam da ehli tevhide bakarak tuttu. Namazı evvela ehli tevhit kıldı, avam da onlara bakarak kıldı. Hacca evvela ehli tevhit gitti, bunları taklidende avam gitti. Sen gerçeği bildiğin halde yapmazsan avam nasıl yapar?” dedi. Onun için Fehmi Efendi bir yerde buyuruyor. 

     Ahkamı şeriye cümlemize farz

     Elimizde asa başımızda taç 

Bizim elimizdeki asa, şeriattır. Eğer şeriatı başımıza taç yaparsak elimize asayı alırız. Şeriat, emir ve yasaklardan ibarettir. Allah’ın emirlerini yaptın mı başına tacı giydin, yasaklarından kaçındın mı, eline asayı aldın demektir. Başında taç, elinde asa varken, kimse senin karşında duramaz. Bu büyük bir silahtır. Şayet sen bu silahı avama verirsen, silahsız kalırsın. Hakikat ehlisin ama, elinde silahın yok. O beğenmediğin kimseler sende olmayan o silahla seni vururlar, haberin bile olmaz.

Peygamber Efendimiz Ebuzer’e işte bunu tarif ediyor. “Ya Ebuzer gemini yenile. Zira eski gemiler bu deryada yürümezler.” Buradan şu anlaşılıyor. Artık tevhit deryasına dalacaksın. Eski bilişlerini at, o bildiklerinin burada hiç faydası yok. Onları bırakırsan yeni bilgiler edinirsin. Bu babta Sezai Hazretleri şöyle buyuruyor: 

     Unut bildiğin cümle

     Eriştir ilmini cehle

     Pes andan oku anla

     Sezai ilmi Mevla’dan 

Mevla ilmi o zaman anlaşılır. Gemini yenilemekten maksat eski bildiklerini bırakıp yeniye ait yeni malumatlar edin. İnsan intisap etmezden evvel bir çok ilim tahsil etmiş, epeyce bir şeyler öğrenmişti. Fakat Hakk’ı bilme hususunda hiç malumatı yoktu. Böyle bir ilmi Allah kabul etmiyor. Onun için Yunus diyor. 

     İlim ilim bilmektir

     İlim kendin bilmektir 

Peygamber Efendimiz de Ebuzer’e sen çok ilim tahsili ettin bir şeyler öğrendin ama, senin öğrendiğin bu ilimle tevhit deryasında yürünülmez. Bu ilmin tevhide hiç faydası yoktur, Sen şimdi bu ilmini bırak da yeni ilim öğrenmeye bak. Yeni gemiden murat, yeni ilim tahsil etmektir, Yükünü hafiflet. Yük: insanın bineğidir, demek istiyor.

Peygamber Efendimiz’e Cenabı Allah şöyle buyuruyor (Elem neşrahleke sadrek veveda’na anke vizrekellezi enkada zahrek)  “Ey Habibim biz senin sadrını yani göğsünü yarmadık mı?”

Rivayet olunur, Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimizi amaliyat etmiş, onun günah işleyecek damarını çıkarmış, Peygamber Efendimiz bir daha günah işlememiş. Ayeti kerime devam ediyor. “Biz senin belini büken yükü indirmedik mi?” Peki bu yük ne idi? Bu yük insanın benliği idi. Bu amaliyatı şimdi bir mürşidi kamil yapar, ama bu amaliyat tevhit hançeriyle olur. Tevhit hançeri nedir? Zikrullahtır. Zikrullah ile salikin sadrı yarılır, benlikleri çıkarılır. Günah işleyen, kişinin benlikleridir. Hatta bu nefsin yedi sıfatı vardır. Başta yalan gelir, sonra gurur, kibir, haset, inat, hırs, tamah bunlar hep nefsin alametleri, sıfatlarıdır. Günah işleyecek damarlar da bunlardır.

Daha mürşidi kamile ilk gittiğimizde bize yapılan ilk telkin kati surette yalan söylemeyeceksin! tir. Bütün günahların başı yalandır. Eğer bu yalanı kaldırabilirsek diğerleri yavaş yavaş kalkar. İnsana ağır gelen yük, insanın benliğidir. Bu yük alındımı insan hafiflemiş olur demiştik.

Yollar çok sarptır ve uzundur, azığını tam al. Sarp yol dediği: İnsanların tevhide süluk ettiği zaman, ona düşmanlarının hücum etmeleridir. Hatta bu duruma çoklarımız şahit olmuşuzdur. Birisi geliyor intisap ediyor ama çok kısa zaman da bakıyorsun eski Ahmed, Mehmed değil. Ona yahu sende mi derviş oldun, sende mi melami oldun, vazgeç diyerek onu yoldan çevirmek için ne entrikalar yaparlar. İşte bunlar tevhidin zorlu yollarıdır. Tevhidin bundan daha zorlu yolları da var. Bir kişi memlekette yalnız başına kalır, sohbet edecek bir ihvan bulamaz. İşte bu duruma sabır, tahammül etmek güçtür. Kalkarsın ihvan aramaya, memleket memleket dolaşırsın, varsa da kendini gizler, sana görünmez, İşte salik için en büyük bela yalnızlıktır. Bunlar tevhidin hep çileleridir. Onun için yollar çok sarptır diyor.

Eğer bu yola giren salikte benlik olursa bu yollardan geçemez, yalnızlığa sabredemez, bela ve musubete sabredemez. Peki neden? Vücudunda kesafet var, vücut hafiflememiş, günah işleyecek damarlar çıkmamış, onun için yollar çok sarptır, Ağır yükle geçilmez dediği budur. 

     Amelde eyledin ihlas

     Bilir Hak sırrı ifada 

Sen amelini ihlas üzere yap diyor. İbadet her ne kadar olursa olsun halisane olmazsa o ibadetin bir faydası olmaz. Peki bu halisane ibadet nasıl olacaktır. Buna Niyazi Mısri Hazretleri bir yerde değiniyor. 

     Taatın ihlasa ermez ilmile amel ile

     İzzeti ko zilleti tut oldur onun mayası 

Niyazi Efendi ne ihlas, ne ilimle, ne amel ile olur diyor. Peki neyle olur? Ancak tevhit ile olur. Tevhidin bize anlatmak istediği mana ise, tevhit ilmidir. Amelin halis olması ancak tevhit ilmiyle mümkündür. Büyüklüğü bırakıp zilleti tutmak ancak hadisi şerifte(El fakru fahri) “fakirlik benim iftiharımdır,” sözünün manayı hakikatine erilince maya olmuş olur. Bunun mayası budur. Yani azizliği bırakacaksın, zilleti, alçaklığı tutacaksın başlangıcı böyle olacaktır. Sonra kişi zaman zaman terakki eder, sırtındaki yük alınınca hafifler, hafiflediği zaman zor geçidi olan yollar kolaylaşır. 

TENZİH – TEŞBİH – TEVHİD 

Cenabı Allah her şeyden münezzehtir. Kime benzetebilirsin, hiçbir şeye benzemez. Bütün şeriat ehli böyle der, Allah her şeyden münezzehtir. Allah’ın böylece hiçbir şeye benzememesine “tenzih” derler. Hatta buna uygun Kur’an’ı Kerim’de ayetler vardır. (Leyse kemislihi şey’un) “Allah hiçbir şeye misal getirilemez.” Bu tenzihtir. Bütün şeriat ehli burada saplanıp kalmışlardır. Teşbihe yanaşamazlar.

Teşbih’e gelince; Teşbih benzetmek demektir. Tenzihte Allah bir şeye benzemez diyoruz.  Ama, ayeti kerimenin devamında (Vehüvessemiul basir) Allah-u Teala Hazretleri hiçbir şeye benzemez. Fakat “o duyar ve görür.” Bu ayet Allah’a bir benzerlik veriyor.

Bu ayete Kur’an’ı Kerim’de Müteşabih derler. Kur’an’ı Kerim’deki ayetler tüm itibariyle ikiye ayrılırlar. Birincisi muhkem ayetler, ikincisi müteşabih ayetlerdir. İşte bu son söylenen ayeti kerimede müteşabihtir. Bunun başka yerde de benzeri var. Allah-u Teala için önce o hiçbir şeye benzemez diyor, arkasından da o hiçbir şeye benzemeyen Allah duyar ve görür diyor.  Bu duymak ve görmek insanda da var. İşte burada teşbih yapıyor.

Demek ki, Allah insana benzermiş veyahut insan Allah’a benzermiş ikisi de aynı şeyler. Peki insanın Allah’a benzediğine dair bir ayet, hadis var mıdır? Evet bir hadisi şeriflerinde Resulallah Efendimiz (Halakallahu ademe ala suretihi) “Allah-u Teala ademi kendi sureti üzere halk etti” bu hadisi şerifin ışığı altında insanların Allah’a benzediği veya Allah’ın insana benzediğini idrak etmekteyiz.

Burada aklımıza şöyle bir soru geliyor. Allah’ın insanlara benzerliği nasıldır? Sıfatlarıyladır. Hak Teala Hazretleri kendi subut olan sıfatlarını insanın yüzünde tecelli ettirdi. İnsan Cenabı Allah bunun için yarattı. Çünkü, insandan başka hiçbir şey Cenabı Allah’ın sıfatlarını kabul etme istidadıyla halk olunmadı. Bu kabiliyette, ancak insana halk olundu. Onun için Cenabı Allah meleklerine dedi ki “Ben yeryüzünde kendime bir halife halk edeceğim.” Halife vekil demektir. Yani kendime bir vekil halk edeceğim diyerek, Büyük atamız olan Adem babamızı halk etti. Bütün varlıklarını onun mazharına bıraktı yani subut olan sıfatlarını Adem’de koydu. İşte bu itibarla Adem, Allah’ın benzeri olmuş oluyor. Fakat bir insan Allah’ı teşbih ederse o gene ne olur? Şirk ehli olur. Bunun için, bunların ikisi de kafi gelmedi.

Bundan önceki dinlerde suhuflar, suhuflardan sonra büyük kitap olarak Tevrat indirildi. Tevratla beraberde Cenabı Allah Musa Peygamberi bu aleme getirdi. Musa Aleyhisselam da Allah’ı teşbih etti, yani bir şeye benzetti.

Musa Aleyhisselam’a ilk peygamberlik verildiğinde kendisine bir ateş iktiza ediyordu. Bu ateşi aramakta iken ateşi yanar vaziyette bir ağacın üzerinde buldu. Orada ateşten bir seda geldi. (Ve lemma etaha nudiye ya Musa İnni ene Rabbüke fah’la’na’leyk) “Ya Musa mukaddes bir vadiye geldin nalınlarını çıkar. Ben bu alemlerin Rabbi olan Allah’ım” dedi. Musa aleyhisselam bu davete icabet edip dedi ki: Bak! Allah ateş gibiymiş. Fakat sonradan Cenabı Allah Musa Aleyhisselam’ın teşbihde kalmaması için korudu ve dedi ki: (Ve sübhanallahi rabbil’alemin Ya Musa innehu enallahül’azi-zül’hakim) “Ya Musa beni bu ateşle kayıtlama ben bundan da münezzehim.” Bu durumda tenzihe çıktı.

Bundan sonra, Hazreti Musa’nın getirmiş olduğu din tamam bir din olmadığından dolayı, Cenabı Allah İsa Aleyhisselam vasıtasıyla bir din daha getirdi, İncil’i indirdi. İsa Aleyhisselam Hazreti Musa’nın teşbih akidesine karşı Allah’ı tenzih etti, fakat bu dinde tamam olmadı.

Son din olarak Cenabı Allah Resulallah Efendimizi ve Kur’an’ı Kerim’i indirdi. Bu sayede teşbih ve tenzih birlenip tevhit edilmiş oldu. Hazreti İbrahim’in bizlere hediye ettiği tevhit bunu ifade ediyor.  Onun için siz Allah’ı teşbih ve tenzih ettikten sonra, tevhit edin ki cennete hem ağaçlarınız dikilmiş olsun, hem de altından nehirler aksın. Bu ancak tevhit ehline mahsustur.

Tevhidin dışında kalan insanlar ya tenzihte, ya da teşbihte kalmışlardır. Onun için bunların ikisi de noksandır. Cenabı Allah bu mübarek tevhidini cümlemize nasip ettikten sonra, hiç birimizden esirgemeyip bu tevhitten ayağımızı kaydırmasın. (AMİN) 

VEMA ERSELNAKE    

Peygamber Efendimizin rahmetinin herkese olması nasıldır?

Ayeti Kerimede ne deniliyor (Vema erselnake illa rahmeten lilalemin) "Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik." Madem ki, bütün alemlere rahmet idi, neden kafirlere de bu rahmet olmasın. Eğer, böyle olmamış olsaydı (Vema erselnake illa rahmetenlil müslimin) veya (Lil mü'minin) demesi lazım gelirdi.

Nasıl güneş umuma şamil ise, ısısını, ışığını hiç bir şeyden esirgemiyorsa, Resulullah Efendimizin rahmeti de bütün alemleredir. Mü'mine, kafire, yere, toprağa, bitkiye ve bütün alemlere. Bu rahmet, Cenabı Hakk'ın sıfatlarıyladır. Allah'ın sıfatlarından faydalanmayan hiç bir canlı yoktur. Bu sıfatların başında, hayat sıfatı gelir. Hayatını hiç bir şeyden esirgiyor mu? Bu hayvandır, bu bitkidir, bu kafirdir, bu mü'mindir diye ayırmıyor, aynı hayat hepsinde var. İlim, duyma, görme her canlıda var. İşte, dünyada böyle, bütün canlılara rahmet ettiği gibi, ahirette de bütün canlılara, bütün alemlere rahmet edecektir.

Ahirette de bütün insanlara ve canlılara rahmet ettiğine göre cehennemliklerinde cehennemden kurtulmaları lazım gelmez mi? Dünyada iken Resulullah Efendimiz, bütün alemlere rahmet etmişti. Bu durumda, kafirler, neden kötü olarak kaldılar? Onlar neden bu rahmete mazhar olmadılar? Aslında onlar bu rahmete mazhar oldular ama, onların mazhar oldukları rahmet onları kafirlikten kurtarmak için değil, dünyalarının mamur olması içindir ve Hazreti Muhammedin Rahmeti, bereketi iledir. Eğer onlara, Hz.Muhammedin rahmeti erişmeseydi, dünyaları tenvir olmazdı. Demek ki, onların dünyalarının tenvir edilmesi Hz.Peygamberimizin rahmeti ile olmuştur. Onun için alemi ahirette ehli cehenneme rahmeti rahman isabet ettiği zaman, onların cehennemden kurtulmaları icabetmez. Yalnız cehennemdeki azaplarının hafiflemesi söz konusudur. Cehennem azabına alışkanlıkları, onlar için bir rahmet olacaktır. Bu hal, dünyada da böyledir.

Bir insan, yeni bir işe teşebbüs ettiği zaman o iş ona ağır gelir. Fakat, işine alıştıkça hafifler. Cehennemliklerin, cehennem azabına olan alışkanlıkları, onlara Hz.Peygamberin bir rahmeti olacaktır. İşte bu itibarla "Vema erselnake illa rahmetenlilalemin" denilmiştir. Yani "Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik." Bütün alemler denmesindeki sebeple on sekiz bin alemi kastediyor. Türkçe manada rahmet: Allah'ın insanlara bağışladığı iyiliklerdir. Peygamber Efendimiz, bu alemdeki yaratıkların ilkidir. Cenabı Allah, hiç bir şeyi halk etmeden önce gizlilikte idi. Bu gizlilikten zuhura gelmesi, Nuri Muhammedi ile olmuştur. Neden evvela Nuri Muhammedi deniliyor? Eğer Nuri Muhammedi halk olunmasa idi, bütün alemler karanlıkta kalırdı. Dünyamızı aydınlatan güneş bile, ışığını Resulullah Efendimizin nurundan almaktadır.

Resulullah Efendimizin Nurunun ilk halk olunmasının hikmeti, karanlıkları gidermek içindir. Bu alem sonradan olma değildir, hep var idi, fakat görünmüyordu, bu alemin görünmesi Nuri Muhammedi iledir.

Bu sebepten dolayıdır Resulullah Efendimiz hadisi şeriflerinde (Evvelü ma halakallahü nuri) "Allah evvela benim nurumu halk etti" buyuruyor. Bu nurun halk olunması, karanlıklardaki her şeyin görünmesine sebep olmuştur.

Diğer bir hadisi şeriflerinde (Evvelü ma halakallahü ruhi) "Allah evvela benim ruhumu halk etti" buyuruyorlar. Ruh ise, karanlıklarda bulunan cisimleri harekete geçirir. Çünkü ruhun ispatı hayattır. Hayatın ispatı ise harekettir. Bir yerde dirilik, canlılık olduğunun bilinmesi neyle anlaşılır? Hareket ile anlaşılır. Karşıdan gördüğün bir cisme baktığın zaman, eğer hareketi yoksa o cisim ölü demektir. Eğer hareketi var ise orada bir hayat, canlılık olduğu anlaşılır.

Bundan sonra da bu cisimleri birbirinden ayırt etmek için (Evvelü ma halakallahü ilmi) " Allah evvela benim ilmimi yarattı" diyor. Şayet ilim olmasaydı, bir hayvanla bir insanı birbirinden nasıl ayırt edebilirdik? Bu ayırım ancak ilimle mümkün olur. İlmi olmayan kimse, aynı bir hayvan gibidir, onun hayvandan farkı yoktur. Çünkü, bu ilim, hayvanda olmadığı için, hayvan, hayvan olarak kalmıştır. Eğer, hayvanlarda da ilim olsaydı ,insanlar gibi ayırım yaparlardı. İlimleri olmadığı için şu şöyle, bu böyle diye tefrikadan acizlerdir.

Bundan sonra ada Resulullah Efendimiz (Evvelü ma halakallahü kalem) "Allah evvela kalemi halk etti" buyuruyorlar. Kalemde bu kadar kelimeler gizlenmiştir. Bu kalem için Seyyid Nizamoğlu Hazretlerinin bir muamması vardır. 

     Bir acep oğlan yaratmış ol ilah

     Padişahlar eli olmuş bahtigah

     Beş babası var eli, anası bir

     Bu acep tir yetmiş iki dil bilir 

     İki dili var ağzı başı yok

     Cihan halkına onun nefhi çok

     Söylese mürdeler canlar bulur

     Söylemese tabuta girer ölür 

Bir kaleme ne kadar muamma vermiş, buradaki acep oğlandan murat kalemdir. Padişahlar eli oldu bahtigah. Bu kalem bütün padişahların ellerinde dolaşıyor. İki dili var, iki çatal. Eski mürekkep kalemleri iki çatal olup ağzı yok, başı yok. Fakat, cihan halkına faydası çok oluyor. Seyyid Nizamoğlu da bunu anlatmak istiyor. Bu kalemin yazdıklarını alıp okursan, hepsi canlanır. Ama kitaptan alıp okumazsan, bu yazılar tabuta girer. Çünkü, yazı kitapta durduğu vaziyettedir. O kitabı açıp okursan, bu kelimelerin hepsi canlanmış olur. İşte, bu da ruhtur. Bu kainat, birer harften ibarettir. Ruh olmasa hiç biri okunmaz. Böylece, dördüncü kalem halk olundu dedikten sonra, Peygamber Efendimiz buyuruyor: (Evvelü ma halakallahü arş) "Allah evvela arşı yarattı."

İşte, buraya kadar anlatılanların tümü nerede zuhura gelecek? Bir hava boşluğunda ki, bu hava boşluğuna da arş deniliyor. Yerler gökler olmasaydı, yerlerdeki ve göklerdeki varlılar kendilerini nerede göstereceklerdi?Arş, sonsuz bir alem, bir boşluk demektir. Her şey kendini bu boşlukta zahir ediyor. İşte, biz bunların hepsini Nuri Muhammedi ile idrak edebildik. Bu itibarla "Vema erselnake illa rahmeten lilalemin"  "Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik." Onun için, bütün kainat onun varlığıyla var olmuştur.

Biraz önce, Muhammedin hakikati, yani Hakikatı Muhammediye nedir dedik? Eğer, biz bu varlıkları arap yarımadasında zuhur etmiş bir peygamberin şahsına bağlarsak o, bu alemden gitti, fakat varlıklar kaldı. Onun için Hakikati Muhammediye Allah-u Teala Hazretlerinin sübut olan sıfatlarıdır. Bundan dolayı, Hak Teala Hazretler, kendisini Muhammed aynasında gösteriyor. 

     Aynadır bu alem

     Her şey Hak ila kaim

     Mir'atı Muhammedden

     Allah görünür daim 

Bu sıfatlar olmasaydı, biz o zatı ilahiyeyi nerde müşahede edebilecektik? Böylece Resulullah Efendimiz dünyada bütün alemlere rahmet ettiği gibi, alemi ahirette de aynı şekilde rahmet edecektir.

Muhiddin-i Arabi Hazretleri Futuhatı-Mekiyesinde; öyle bir gün gelecek ki o güne Yevmiddin deniliyor. Fatiha’yı şerifte okuduğumuz o günün yegane sahibi, maliki Allah olacak. O gün Cenabı Allah (Limenil mülkül yevm) Mülk kimindir? buyurduğunda: O gün hiç bir canlı yok ki cevap versin, yine kendisi diyecek (Lillahil vahidül kahhar) "Kahhar olan Allah'ındır." İşte o zaman Cenabı Allah herkesi toplayacak, herkese yaptıklarından soracak. Ey kulum ben sana el verdim, bu ellerle ne yaptın? Ayak verdim, onlarla nereye gittin? Göz kulak verdim, gözün nereye baktı, neyi gördü? Kulakların ne işitti? Sana dil verdim, neler konuştun? Bunları bana anlat.

Fakat, o öyle dehşetli bir gün olacak ki, herkes nefsi nefsine. Baba oğulu, oğul babayı göremeyecek, herkes kendisiyle meşgul olacak ve kendilerine bir yardımcı arayacaklar. Kimden yardım isteyeceklerine dair aralarında konuşacaklar ve diyecekler, büyük Atamıza koşalım, o bizim hayata gelmemize sebep olmuştur. Evvela yardımı ondan isteyelim. Adem babamıza gidecekler. Ey büyük Atamız, sen bizim dünyaya gelmemize vesile oldun, şu anda çok zor durumdayız, bize yardım et. Siz benden sonraki Nebilere gidiniz, ben bu yardıma yetkili değilim. Sırayla İdris'e, Nuh'a, Şit'e ve bütün Peygamberlere müracaat edilecek, en son olarak da Resulullah Efendimize koşulacak. Ya nebiyyallah, biz inandığımız bütün peygamberlerden yardım istedik, hepsi de size gönderdiler, sen bize yardım et.

O zaman Resulullah Efendimiz, Hamt sancağını dikecek ve şu sözü söyleyecek: (Bu gün ben insanların efendisiyim) Bakın, burada, müminlerin, Müslümanların demiyor, insanların diyor. Ayeti kerimede de buyruluyor (Vema erselnake illa kaffeten linnasi) "Biz seni bütün insanlara Peygamber gönderdik." İşte, orada da bu sözü ifade edecek, onun için alemi ahirette de bütün herkese rahmet edecektir.

Yine mevzumuza dönelim. Oradaki cehennemlikler ne yapacak? Orada cehennemlikler yine cehennemde kalacak, çıkamayacaklar. Velakin azaba alışkanlıkları, onlara bir rahmet olacak. Herkes yerli yerine yerleştikten sonra, cehenemliklere gidip senin burada rahatın iyi değil dense, benim rahatım iyi rahatımı bozma diyecektir.

Bu hususta ayeti kerime var (Velekad zera'na li cehenneme kesiran minel cinni vel insi) "Biz insan ve cinlerin bir çoğunu cehennem için halk ettik" buyruluyor. Peki bunların kusuru neydi? Allah bunları niçin cehennemlik yarattı? Bu ayeti kerime mucibince bu kişiler nasıl olur da kendini cehennemden kurtarabilir? Cenabı Allah, yarattığı hiç bir kuluna azap etmez. Çünkü Allah'ın yarattığı kuluna garazı mı var? Allah öyle bir Allah'tır ki, adaletle hükmeder. Adili mutlaktır. Onun gibi adil yoktur. Eğer maksadı cehennemlikleri cehennemde yakmak ise, bu adalet mi olur? Burada Yunus'un bir ilahisi vardır. 

     Ya ilahi ger sual et sen bana

     Bu durur anda cevabım hoş sana

     Ben mi yarattım beni, sen yarattın beni

     Pür ayıp niçin yarattın ya gani

 

     Nesne eksildi mi mülkünden senin

     Ya söz geçti mi hükmünden senin

     Rızkını yiyip seni aç mı kodum

     Ya öksüz hem muhtaç mı kodum

 

     Terazi kurun beni tartmaya

     Kasteddin beni od'a atmaya

     Mizan ana yaraşır bakkal ola

     Ya kuyumcu ya attar ola 

 

     Sen habirsin bilirsin halimi

     Ne gerektir tartarsın amalimi

     Bir avuç toprağa bunca kılu kal

     Ne gerektir ey kerimü zülcelal

 

     Günah murdarların murdarıdır

     Hazretinde yaramazlar karıdır

     Sen bu murdarı nerden tartıp anarsın

     Gerektir ki lütfunla örtesin

 

     Sen temaşa kılasın ben hoş yanam

     Haşa lillah senden ey Rabbül enam

     Çün Yunus'tan sana değmedi ziyan

     Sen bilirsin aşikar ve nihan 

Cenabı Allah o cehennemlikleri, cehennemlik olarak yarattı, onları orada yaşatacak. Büyüklerimiz bunu bir misalle anlatıyorlar. Bir gübre böceğinin halkıyyeti pislikler içerisinde, gübrede yaşamak içindir. Gıdasını oradan alır. O böceği yaşadığı yerden çıkarıp, gül yağları içerisine koysan derhal ölür. Çünkü, yaşayışı gübre içerisindedir. Onun için cehennemlikleri de Cenabı Hak cehennem için yarattığından onlar ancak cehennemde yaşayabilirler.

Hatta, büyüklerden birinin de böyle bir misali vardır. Cennetle cehennem yan yana olsa, cennetin duvarlarından iğne ucu kadar bir delik delinip cennetin kokusu cehenneme gelse, derhal helak olurlar. Hemen feryadı basarlar, aman Yarabbi şu deliği kapat, bu koku bizi mahvedecek. Çünkü, onların yaşamaları ancak cehennem içindedir. Bu sebepten Resulullah Efendimizin o alemde ben bugün insanlığın efendisiyim demesinden dolayı o kimseler, cehennemde azap duymayacaklardır. Mısri Niyazi Efendi Hazretlerinin bir beyti vardır. 

     Aşkınla tamuda olmak cennetidir aşıkın

     Leyk cennette olursa tamudur aşksız ona 

Bir kimse eğer Allah aşkıyla beraber olursa, onu cehenneme de koysalar, orası cennet olur. Velakin Allah aşkı olmaksızın cennete koysalar, orası da cehennem olur diyor.

Şu halde, insanı rahata eriştirecek neymiş? Allah aşkı. Bir kişide Allah aşkı olduktan sonra, isterse cennette, isterse cehennemde olsun, o kimse daima cennettedir. Seyyid Nizamoğlu’nun şu güzel sözü bu halin tam ispatıdır. 

     Yarabbi aşkını ver bana, gayri bir şey istemem 

Eğer bir kimse bu bahsedilen Allah aşkını benimseyebilir, kendisine mal edebilirse, dünyada da, ahirette de bahtiyar olur. Onun için, bu tevhit yolunda en lüzumlu olan, aşktır. Bu yolda aşksız gidilmez, aşkı olmayan korkaktır, cesur olamaz. Cesur olmadığı için de, bu yoldaki haramileri görünce geri döner. Ama aşkı ilahi olursa cesur olur. Bu yolda ise, cesur olan kazanır.

Hazreti İbrahim'i ateşe attılar. Fakat attıkları ateş güllük, gülistanlık oldu. Neden? Çünkü, İbrahim Aleyhisselam "heyman" mertebesine sahipti. Aşk ,her ne kadar tarife gelmezse de aşkın mertebeleri vardır.

Bir kimse, bütün mevcudiyetiyle maşukuna dönüş yaparsa, buna "aşk" denir. Bu hal kimde görünürse o kimseye de aşık denir. Aşkı olmayan bir kişiye aşık dersen, bu abes olur. Bu mertebeden sonra ikinci mertebe gelir. Bu mertebenin adına "Valeh" denir. Tarifi ise şöyledir:

Bir kimse bütün mevcudiyetiyle maşukuna döndükten sonra kendini kaybederse "Valeh" mertebesine ulaşmış olur. Aşkın üçüncü mertebesi ise "Heyman" mertebesidir. Bu mertebeye nasıl ulaşılır? Bir kişi bütün mevcudiyetiyle maşukuna dönüş yapar, sonra kendinden geçer yani kendini kaybeder, kendini kaybettikten sonra maşukunu kendinde bulabilirse, yani görebilirse buna "Heyman" denilir. İşte Hz.İbrahim böyle bir mertebeye sahipti.

Bu aşkı temin edebilmemiz için bizlere önce zikri daim veriliyor. Bir insanda zikri daim olursa, Cenabı Hakkın aşkını o kimseye sunmaması imkansızdır. Sen, durmadan onu çağırıyorsun Allah Allah Allah diyorsun. Senin bu feryadına karşı onun şanından mıdır: Ey kulum, sen beni niye çağırıyorsun demesin, istediğini sana bahşetmesin. Bu mümkün değil. Muhakkak bu durumda sana aşkını bahşedecektir. Lakin, bunun için sabır lazımdır. Fakat burada ben şu zamandan beri zikre devam ediyorum, ama aşkım yok deme, Cenabı Hak ayeti kerimede (La teknatu min rahmetillah) "Siz Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz." buyuruyor.

Demek ki hiç ümitsizliğe kapılmadan, sıdku sadakat ve tam teslimiyetle verilen emirleri yerine getirirsen, o ilahi aşka erişirsin. Yok eğer ihmal edersen, o zaman ilahi aşka erişmen mümkün olamaz. İlahi aşka erişemeyen kimse menzile varamaz. İnsanları menzile eriştirecek ilahi aşktır. Bu ilahi aşkı elde etmemiz için, bize neleri yapıp neleri yapmamamız söylendi ise, bunları harfiyen uygulamamız gerekir.

Biraz önce aşktan bahsederken, bütün mevcudiyeti ile maşukuna teveccüh edilmesi durumundan bahsetmiştik. Burada salikin maşuku kimdir? Salikin maşuku mürşittir. Biz mürşidimize bütün mevcudiyetimizle nasıl teveccüh edeceğiz? Bize verilen telkine aynen uymak suretiyle ona dönmüş olacağız. Yoksa, şu görünen suret yüzümüzü mürşidimize dönmek değil. Biz elestü bezminde mürşidimizle bir ahitleşme yaptık. Ne zamandan beri Müslümansın? "Kalu Bela" dan beri, ne demektir "Kalu Bela" "Elestü bi Rabbiküm" ün cevabı demektir. Bu "Elestü bi Rabbüküm" hitabı nerede oldu? Bu hitap ilk kamile teveccühümüzde oldu. Mürşidi kamil bize bir şeyler söyledi. Biz ise sükut ettik. İşte bizim bu sükutumuz ikrardır.

Ayeti kerimede buyruluyor. (İnnellezine yubayiuneke innema yubayiünallah) "Ey Habibim sana biat edenler, Allah'a biat etmişlerdir." Ashabı Kiram her ne kadar gelip, Resulullah Efendimize biat ettilerse de, Kur'an-ı Kerim yalnız bir şahsa ait değildir. Nasıl Hz. Peygamber bütün alemlere rahmet olarak geldi ise, Kur'an-ı Kerim'de bütün alemleredir. Burada dikkat edilecek olursa, Ya Resulallah sana biat edenler demiyor. "Sana gelip biat edenler" aynen Allah'a biat etmiş gibidir diyor. Zira ayetin devamında şöyle diyor. (Yedullahi fevka eydihim femennekese fe innema yenküsü ala nefsihi femen evfa bima ahade aleyhullahe feseyu'tihi ecren azima) İşte, Elestü Bezminde kamille ahitleştik. Kamilimiz bize en evvela ne dedi? Neyi emretti? Bize en evvela temiz olmamızı, tahareti emretti. Devamlı abdestli olmamızı emretti. Bundan sonra, yani devamlı abdestli olduktan sonra, bizden yalanı kaldırdı. Yalan söylemeyeceksin dedi. Biz de evet yalan söylemeyeceğiz dedik. Bunların hepsi birer emirdir. Bu emrin içinde abdestli olmak, yalan söylememek, namaz kılmak, oruç tutmak ve diğer şartların hepsini yerine getirmek vardır.

Abdestli olmak ne demektir? Abdestli olmak, içimizin ve dışımızın temiz olması demektir. Dışımız nasılsa, içimiz de öyle olacak. Dışın temizliğinin abdestle olduğunu öğrendikten sonra, içimizin temizliğini de bize bildirecek.

Mevzumuzu toparlayacak olursak, evvela dışımızın temizliği bildiriliyor. Üstümüzü, başımızı ve her tarafımızı temiz tutacağız, yalan söylemeyeceğiz. Çünkü günahların, nefsi emmarenin başbakanı yalandır.

Bir zamanlar Rumelinden biri, ihvan olmak isteğiyle bir Efendi'ye gelir, der ki: Efendi ben ihvan olmaya geldim, yalnız benim ayıplarım çok fazla. Ben size ayıplarımı söyleyeyim eğer münasip görürsen o zaman ben de derviş olayım. Efendi, neymiş o ayıpların anlat bakalım der. Benim kumarım var, içkim var. Daha ne türlü melanet dersen hepsi bende var. Efendi, peki olsun kabul, yalnız benimde senden bir tek şartım olacak. Sen de benim şartımı kabul edersen, dervişliğe kabul ederim. Benim şartım tek. O da, yalan söylemeyeceksin. Bizim derviş adayı düşünür ve bu kolay deyip, Efendinin şartını kabul eder. Bu antlaşmadan sonra intisap eder. Mürşidin yanından ayrılır. Meyhaneye gidecek olur, düşünür, sorarlarsa meyhaneye gittim desem ayıp olur, kumar oynamaya gidecek olur yine düşünür, kumara gittim desem olmaz. Çünkü yalan söylememeye söz verdim. Derken, bütün kötülüklerden elini çeker.

Şimdi neymiş kötülüklerin başı? Yalanmış. İşte bu yüzden bize ısrarla verilen telkin, yalan söylememektir. Bu yüzden, biz yalan söylememeye evet dedik, bundan sonra ahdini bozma, çünkü ahdini bozmayanlara büyük ecirler gelecek. (Feseyu'tihi ecren aziyma) Burada büyük ecirler verilecektir. Biz, bu ecrin büyüklüğünü bilmiyoruz. Ama, Allah vadediyor. Allah vaadinde durucudur. Mutlaka vaadini yerine getirecektir. Yalnız biz meratibi tevhidi tahsil edinceye kadar, bütün vermiş olunan sözlere vefa göstererek, sözümüzde durursak o büyük ecire nail oluruz. Bu büyük olan ecir de, Cemali İlahidir. O, kendisini bize açacaktır. Bizden perdeyi kaldırıp, gerçekleri olduğu gibi teşhir edecektir.

Mevzumuzun başında dediğimiz gibi bütün mevcudiyetinle maşukuna teveccüh edersen, dediği her türlü emirlere yüzünü çevirirsen o zaman aşk sende tecelli eder.

İkinci mertebeye "Valeh" demiştik. Kendimizden geçmek, bir zaman gelecek bizim varlığımızın olmadığını bize bildirecek, işte o zaman eski benliğimizi kaybetmiş, bayılmış, kendimizden geçmiş olacağız. Buna sadakat gösterip mazhar olduktan sonra, zaman gelecek aradığımızı kendimizde bulacağız. İşte İbrahim Aleyhisselam'ın bulunmuş olduğu "Heyman" mertebesi burası idi. O yüzden ,Menrud'un ateşi, İbrahim Aleyhisselam'ı yakmadı. Büyük ateş, güllük gülistanlık oldu. İşte, salike de böyle nefsi emmarenin ateşi, hemen güllük gülistanlık olur. Nasıl ki Niyazi Efendi bir yerde buyuruyor. 

     Ben sanırdım alem içre bana hiç yar kalmadı

     Ben beni terk eyledim bildim ki ağyar kalmadı 

Şu halde yabancı olan kim imiş? Senin benliklerin. Benliklerin de ortadan kalktı mı, bütün alem sana dost olur.  

VETTİNİ VEZZEYTÜNİ 

Cenabı Allah Kur’an-ı Kerim’inde en sevdiklerine yemin ediyor. Arkadan diyor (Lekad halaknel insane fi ahseni takvim) “Biz insanı en güzel suretle halk ettik.”

Namaz sureleri içerisinde tin suresi vardır. (Vettini vezzeytuni ve turisinine ve hazelbeledil emin) Hak Teala Hazretleri burada incir, zeytin ve turisinaya kasem ediyor ve “İnsanı en güzel surette halk ettik” diyor.

Hepimiz incirin, zeytinin zahiren ne olduğunu biliyoruz. Fakat Hak Teala Hazretlerinin gerek incir, gerek zeytin gerekse turisinaya yemin etmesinin ayrıca bir mana teşkil ettiğini görmekteyiz.

Sözümüze başlarken Hak Teala Hazretlerinin sevdiklerine yemin ediyor demiştik. Şimdi gelelim incir, zeytin ve turisinanın ledünni anlamlarına: Hak Teala Hazretleri üç türlü insanı göz önüne alarak yemin etmiş oluyor. Bu üç türlü insanın birincisi Fena Fillah olanlardır. Bunu da incir ağacıyla remz ediyor. Yani bende yok olan kullarıma yemin ederim diyor.

Zeytin ise Bekabillah olan kullarıdır. Burada da yemin ederim ki kendi varlığını bende yok etmişler, benim varlığımla var olmuşlardır.

Turisina dediği İnsanı Kamil’dir. Yani noksansız insandır. Cenabı Allah, işte bu üç türlü insana kasem ederim diyor.

Bu üç türlü insandan birisi Hak’ta fani olmuş, birisi Hak’ta Hak’la var olmuş. Biriside insanı kamildir ki bunu da turisina ile ramzediyor. Ayeti kerimede bize bunu anlatmak istiyor ve bunun için diyor (Lekad halaknel insane fi ahseni takvim) “Yemin olsun ki biz insanı en güzel surette halk ettik.”

Neden Cenabı Allah insan suretini bu kadar methetmiş? hadisi şerifte buyuruluyor. (Halakallahu ademe ala suretihi) Hak Teala Hazretleri “Ademi kendi sureti üzere halk etti.” Nedir Hakk’ın sureti ki insanı o suret üzere halk etti? Onun için bir kişi bir varlığı aradığı zaman onu bulabilmesi için önce izleri bulması lazımdır. İz olmayınca hiçbir şey bilinmez ve bulunmaz. Allah-u Teala Hazretlerinin izi kendi sıfatları olup, bütün insanlar bu sıfatlar üzere halk olunmuştur. Ulemalarımız bunu ilmihallere yazmışlardır. İlmihaller de yazılan sıfatı subutiyelerin toplamı sekizdir. 

     1-Hayat

     2-İlim

     3-Semi

     4-Basar

     5-İrade

     6-Kudret

     7-Kelam

     8-Tekvin 

Hak Teala Hazretleri bu sıfatlarla kendini bu aleme bildirmiştir. Resulallah Efendimiz hadisi şeriflerinde buyuruyorlar. (La tefekkeru fi zatillahi ve tefekkeru fi alaillahi) “Siz Allah’ın zatını tefekkür etmeyiniz. Ancak sıfatlarını tefekkür edin” diyor. İşte bizde bu sıfatlarla Allah-u Teala Hazretlerinin nasıl olduğunu anlamış olacağız. Eğer biz bu sıfatları arayacak olursak, gerek ilmihallerde, gerekse Kur’an’ı Kerim de bize bildirilmiş. Hakikatte ise, bu sıfatlar insanlarda tecelli etmiştir. İnsanları bu sıfatlar üzere halk ettiği için üç türlü insana kasem ediyor. Mısri Niyazi Hazretlerinin bir beyti vardır. 

     Hakkı istersen yürü insana bak

     Şemsi zat yüzünde rahşan eylemiş 

Arayanlar için diyor ki; kim Allah’ı arıyor, onu bulmak istiyorsa insana baksın. Çünkü Allah’ın zatı, güneşi insanda parlamıştır. Allah’ı insanda aramayan bir kimse dünyanın her tarafını dolaşsa, hatta füzeyle yukarı alemlere çıksa, yine de bulamayacaktır. Cenabı Hak bütün varlıkları tüm insanlarda, insanları da en güzel surette halk ettiği halde. insanı kamili en sona almış ve ona turisina demiş.

Nasıl Musa Aleyhisselam Rabbı ile mukaleme etmesi için Turisina’ya çıkıyorsa, işte hakikatte de insanların Turisinası insanı kamildir. Çünkü Cenabı Hak Bütün tecelliyatı evvela insanı kamile bahşediyor.

Hatta Muhiddin’i Arabi Hazretleri insanı kamili vasf ederken bir insanın kendi vücudunda göz bebeği nasıl kıymetli ise, Allah’ın ininde de insanı kamil göz bebeği gibidir diyor. İşte bunun için bu üç türlü insana kasem ediyor. Allah Zülcelal Hazretleri kendinde fani olmuş, yok olmuş kimseleri Kur’an-ı Kerimde methediyor. (Ela inne evliya allahi la havfun aleyhim velahüm yahzenun) Evliyaullah “Onlar için korku yoktur. Hiçbir şeyden de mahzun olmazlar.” Onlar Rablarına sığındılar kendi benliklerinden çıktılar, Allah’ın katında yok oldular. Allah onları kanadı altına aldı, artık onlar neden korkup mahzun olurlar. İşte böyle kişilere (Vettin) diyor.

Böylece bütün varlıklardan geçip Cenabı Allah’ın kanadı altına sığınan sevdiği kimseler için Cenabı Allah kudsi hadisinde (İza takarrabe ahdi ileyye binnevafili hatta uhibbehu feiza ehbebtühü küntü sem’anlehu) “Bir kulun bana nevafille yaklaştığı zaman da ben o kulumu severim, sevdiğim kulumun duymasına kulak, görmesine göz, konuşmasına dil, tutmasına el, yürümesine ayak, tüm aza ve cevahiri sükun ve harekatı ben olurum” diyor. İşte bunlarıda zeytinle misal vermiştir. Bundan sonra da Turisina o dağların en yücesi denildiği halde ufacık bir tepe imiş. Ama bunun remzi insanı kamildir.

İnsanı kamil ise tüm insanların yücesi olduğundan bunu da emin belde olarak zikrediyor. Kur’an’ı Kerim’de (Ve turisinine ve hazel beledil emin) Hak Teala Hazretleri turisina olan insanı kamili emin belde buldu, bütün emanetini ona bahşetti. Onun için incir, zeytin ve turisinaya kasem olsun ki insanı en güzel surette halk ettim buyuruyor. Fakat böyle dedikten sonra da, (Sümme redetnahu esfele safilin) Burada hem diyor insanı en güzel surette halk ettik. Hem de aşağıların aşağısına reddettik. Ne zaman insan aşağıların aşağısına ret olunur? Ne zaman nefsinin esiri olur, o zaman aşağıların en aşağısına reddedilir .Çünkü insan akılbali oluncaya kadar günahsızdır. Bundan sonra insanlara nefs hücum eder, nefsinin hücumuna uğrayan insan ehli nefis olur. Ehli nefis olması da aşağıların en aşağısına sürülmesidir.

Cenabı Hak insanı en güzel surette halk ettiği halde neden onu esfeli safiline sürdü. Esfeli Safilinde imtihan olması için, peki buradan kurtulmanın çaresi nedir? Bu esfelden kurtulmamız için bize yolu göstermişlerdir. Ayeti kerimede (İllellezine amenu ve amilussalihat) İşte bununla bu alçaklıktan bu sufliyetten ulviyete, yüksek alemlere çıkarılmasının yegane çeresi “bütün bir imanla” olacaktır. Peki neden bütün bir imanla denildi. Çünkü; iman üç bölümde değerlendirilir. 

     1-Taklit İman

     2-İsditlali İman

     3-Tahkik İman 

Ondan sonra insan ne zaman tahkiki imana kavuşur o zaman imanı bütünleşmiş olur ve dolayısıyla sufiyetten ulviyetten çıkmış olur. Şunu da ilave edelim. Bir insan bu bütün imana nasıl sahip olabilir? Bunun çareleri nedir? Bu hususta bizim en büyük rehberimiz Kur’an Azimüşşandır. Kur’an-a göz atacağız, araştırarak inceleyeceğiz.

Resulallah Efendimiz “Kur’an okuyunuz, Kur’an size şefaat edecektir,” buyuruyor. Peki biz Kur’an-ı okuduk bir defa hatim ettik, bir daha hatim yaptık, bir defa daha yaptık yine irşat olmadık. Kur’an şefaat etmedi. Biz Kur’an-ı sevap için okuyoruz bize alemi ahirette şefaat etsin, ümit ediyoruz. Halbuki şefaat buradadır. Yalnız anlayarak okumamız lazımdır. Kur’an-ı çok okumanın insana pek faydası yoktur.

Resulallah Efendimize, ibadetin en makbulu nedir? diye sorduklarında (Hayrul a’mali makalle ve dame) “Az da olsa devamlı olanıdır” buyuruyor. Onun için bizler Kur’an-ı okurken anlamaya gayret edeceğiz, İyi ama Kur’an Arapça yazılmış biz ise çoğumuz Arapça bilmiyoruz. Ama Kur’an’ın Türkçeleştirilmişi de var. Lakin bizler Türkçesini okumuyoruz. Bu meseleyi tahsilsiz bir hocaya,Hoca efendi ben Türkçe yazılmış bir Kur’an alıp okumak istiyorum olur mu diye sorduğumuzda; olmaz, diyor. Neden olmasın? eğer Türkçesini okursan bir şeyler anlayacaksın. Gaye ne? Seni kör bırakmak, bir şey anlayamayasın. Türkçe yazılan Kur’an’ın sevabı yoktur diye bundan men ediyor. 

Türkçeye çevrilmiş Kur’anlar çoktur. Mademki biz Türkçeden başka bir lisan bilmiyoruz. Bu vesileyle Türkçesini okumakta zarar yerine fayda vardır. Eğer Kur’an-ı anlayarak okuyup hatmedecek olursak aradığımızı mutlaka bulacağız.

Bir ayeti kerimede (Bir vesile arayınız ve bu vesileyi bulmak için çok cehdediniz) “Ey iman edenler Allah’tan korkunuz.” Çünkü Allah’a yakınlık korkmakladır. Bir kimse Allah’tan korkmuyorsa Allah’a yakın olamaz. Bunun için ayeti kerimede korkunuz diyor.

Peki bu “Vesile” nedir? Eğer biz vesilenin ne olduğunu bilmiyorsak bir bilene soracağız. Şayet bir hocaya sorsak Hoca Efendi, Kur’an-ı Kerim de bir vesile ayeti var. Bu vesile acaba nedir? Bize diyecek ki: Kur’an’ın dediklerini şüphesiz yapın, emrettiklerini yerine getirip, yasaklarından kaçının. Böylece o Kur’an size vesile olmuş olur. Böylelikle Allah’a yaklaşmış olursunuz der ama, bir insanı kamil arayıp, bu vesile insanı kamildir diyemez. Fakat ayeti kerimenin devamında (Ve cahidü fi sebilihi) “Bu yolda çok mücadele edin” diyor. Yani “gerçek insanı kamili” arayın diyor. Çünkü her şeyin taklidi olduğu gibi, insanı kamilinde taklidi vardır. İnsanı kamildir diye bir insanın huzuruna gidiyorsun. şanı şöhreti de var, ama seni irşat edip yükünü hafifleteceği yerde, sende mevcut olan yükünün üstüne biraz daha yük sarıyor. Namaz üstüne namaz, oruç üstüne oruç, bir de tespih verir şu kadar zaman da şu kadar tespih çekeceksin, şu kadar İhlasa, şu kadar da Selavatı Şerifelere devam edeceksin der, seni bir müddet böyle oyalar ve sonrada Rüyalarla oyalamaya devam eder. Şeytan da sana güzel rüyalar gösterir, sen de bu rüyalara aldanır gidersin. Rüyanı tabir eder netice de sen biraz daha fazla çalış diyerek yükünün üzerine biraz daha yükler ve ömrün boyunca bu yükün altından kalkamazsın.

Resulallah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyurmuşlardır. “Ey Ebuzer, gemini yenile. Çünkü varacağımız deryadan daha büyük bir derya yoktur. Azığını tamam al. Zira yolumuz uzaktır. Yükünü de hafiflet, yollar çok sarptır.” Hani ya biz yükü hafifletecektik, yükümüz daha da ağırlaştı. Onun için bu yolda çok ceht edin diyor. Ceht edin demek, bunun gerçeğini arayın demektir.

Peki biz bu gerçeği nasıl bulabiliriz? Bizim kantarımız yok ki bu mürşidi kamildir dedikleri kişiyi tartalım. Farz edelim bize bir yerde bir insanı kamil olduğunu söylediler, gittik gördük güzel konuşuyor, ayet ve hadisten anlıyor, bunun gerçek insanı kamil olduğunu nasıl anlayabiliriz? Büyüklerimiz bize bu hususta bir işaret vermişlerdir.

Arayıcı kimsede bin türlü dert ve müşkülat vardır. Bu müşkülatlı ve dertli kimse. Bir kamil ile karşılaştığı zaman, o kamil kimse senin dertlerini üzerinden alıp, seni gam ve kasvetten kurtarmış ise, hemen onun eline yapış, yok eğer senin gailenin üzerine gaileler ilave ederse ondan hemen uzaklaş. Çünkü o yalancıdır. Gerçek ölçü budur. Onun için ayeti kerimede (Ve cahidü fi sebilihi lealleküm tüflihun) “Siz çok ceht ediniz ki Felah bulasınız, kurtuluş bulasınız.” Kurtuluş da ancak insanı kamili bulmakla mümkün olacaktır.

Aradığımız bir mürşidi kamili bulduktan sonra da ona inanacağız, ve dediklerini de aynen yerine getireceğiz. O zaten Hakk’ın emirlerinden başka bir emir vermez. Allah’ın emirlerinin hilafatında bulunmaz. Namaz var iken sana namaz kılma demez. Oruç tutma, zekat verme, hacca gitme demez. Tam aksine Allah’ın emirlerini aynen tekrar eder. Eğer sen de bu emirlere karşı tam bir teslimiyet gösterip uygulama safhasına geçecek olursan, yavaş yavaş ledün ilminden öğrenmeye başlarsın. Biz bu ilme Tevhit ilmi, birleme ilmi diyoruz Allah’ı birleme: Allah’ı birlemekle beraber Allah’ı da bilmiş olacağız. Haddizatında insanların yaratılışındaki hikmet budur.

Ayeti kerimede (Vema halaktül cinne vel inse illa liya’budün) “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler için halk ettim.” Denildiğinde ashabı kiram Resulallah Efendimize ibadet nedir? Diye sordular.

Resulallah Efendimiz buyurdular: İbadet, Allah’ı Tevhit etmek ve Allah’ı bilmektir. Önce Allah’ın emir ve yasaklarını bilip, onu nasıl tevhit edeceği ve nasıl bileceği mürşidi kamil sayesinde öğretildikten sonra, kişinin imanı bütünleşir. Olgun bir imana sahip olur. Olgun iman sahibi oldu mu o zaman, mü’mini kamil olur ve bundan sonra salih amel işleyebilir. İmanı kamil olmayan bir kimsenin ameli salihası yoktur.

Neden yoktur? Çünkü her işlediği işi, yaptığı ibadeti, kıldığı namazı, tuttuğu orucu, tümünü şirk ile yapar.

Kur’an-ı Kerim de Cenabı Hak şöyle buyuruyor. (İnnallahe la yağfiru enyüşreke bihi veyağfiru madüne zalike limen yeşa) “Allah murat ettiği kulunun her günahını af eder, şirkini af etmez.” Şirk ise iki türlüdür. Birisi aşikar, diğeri de gizli şirktir.

Resulallah Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır. “Ben ümmetimin aşikar şirkinden korkmam. Velakin gizli şirklerinden emin değilim.” Nedir bu gizli şirk? Bir kimse bir iş işler ve şu işi, işledim diye kendine nispet ederse, bu gizli şirke girer. İş işleyen, namaz kılan bir insan şu işi işledim, namazımı kıldım demesi mi lazımdır? Diyecek, diyecek ama, namaz kılanla iş işleyeni bilecek, bunu bildikten sonra demesi zarar vermez. Fakat bilmeyerek demesi zararlıdır.

Hani her zaman okuyorsunuz (La havle vela kuvvete illa billah) Dilin bunu söyledi, kalbinde tasdik etti mi? Sözde dedin ki: Yarabbi kuvvet ve kudret senindir. Şu halde namazı sen Allah’ın kuvvet ve kudretiyle kıldığın halde, keza işi de onun kuvvetiyle işlediğin halde, namazı ben kıldım, işi ben işledim diyorsun. İşte bunlar bilinmeyen görünmeyen şirklerdir. Peki bizi bu şirklerden kurtaracak nedir? Bizi bu şirklerden kurtaracak tevhittir. İşte bunun için Resulallah Efendimiz, ibadetten garaz Allah’ı tevhit etmek ve Allah’ı bilmektir demiştir. Böyle Allah’ı tevhit ederken yavaş yavaş zaman gelince Rabbimizi de bilmiş olacağız. Kur’an-ı Kerim’deki vesile ayeti mucibince o vesileyi bulduğunuzda, onun telkini ile görünmeyen şirklerden kurtulup kendimizi bilmiş olacağız. Yoksa vesileyi bulmadan şirkten kurtulmak mümkün değildir.

Böyle olursa kişinin ameli, ameli salih olur. (Sümme radednahu esfele safilin) buradan çıkmak için (İllellezine amenu ve amilussalihat) gerekli amellerin salih olabilmesi için yapmış olduğun işten Allah’ı razı edeceksin. Senin işlediğin iş, Allah’ın rızasına uygun gelecek. Peki işlediğin iş ne zaman Allah’ın rızasına uygun gelir? Ne zaman (La havle vela kuvvete illa billah) ı anlayacaksın, işte o zaman işleri işleyenin Allah olduğunu anlamış olacaksın. O zaman Allah kendi işinden razı olur. Ayeti kerimede buyuruluyor. (La yüs’elu amma yefalvehum yus’elun) “Allah işlediğinden sorulmaz fakat siz sorulursunuz.” Bu vesileyle, siz işlerseniz sorulacaksınız. İşi Allah’a bırakın. Çünkü ondan başka İlah olmadığı için, bu işi neden böyle yaptın diye soran olmaz.

Ayeti kerimenin devamında (Felehüm ecrün gayru memnun) Bu güzel imana sahip olan ve ameli salih işleyen kişilere öyle ecirler verilecek ki, memnuniyetlerini ifade edemeyeceklerini kitaplar yazıyor. Cenabı Allah alemi ahirette cennet ehline hitap edecekmiş. “Ey benim emirlerimi dünyada yapan kullarım! Emirlerimi yerine getirdiniz, yasaklarımdan kaçındınız, cenneti kazandınız. Şimdi benden bir dileğiniz var mı? Aman Yarabbi ne dileğimiz olabilir. Bize umduğumuzun üzerinde bağıştan bulunup cenneti bahşettin. Fakat Rabbül Alemin sizin benden isteyecekleriniz daha bazı şeyler “var” diyor.

Bir ulemaya sorduğunuz zaman; endisini isteyin kendi cemalini, diye cevap verir. Onun için bu ecirlerin en büyüğü Cemalullahtır. Cenabı Allah cümlemizi dünya ve ahirette Cemali İlahisinden mahrum etmesin. (AMİN)

YASİN-İ ŞERİF 

Cenabı Allah Yasin suresinde insana hitap ediyor. Fakat Nübüvvetle müşerref olan Peygamber Efendimiz olduğundan dolayı, Yasin-i Şerif Peygamber Efendimize hitaptır.

(Yasin vel kur’an-il hakim) Burada Yasin insan manasına geliyor. Tabi ki Peygamber Efendimizde bir beşer, yani insan olduğundan, müfessirler bunun açıklamasını yapmışlar.

(Yasin vel kur’an-il hakim) “Ey insan sen hikmetle dolu bir Kur’an’sın.” Burada da bu insanın Resulallah Efendimiz olduğu anlaşılıyor.

(İnneke leminel mürselin) “Tahkik, sen gönderilen Peygamberlerden birisin.” Fakat biz bunu insan üzerinde tefsir edecek olursak, aklımızdan şöyle bir soru geçer, acaba her insan mı? Hayır her insan değil. İnsandan murat olgun bir insan yani İnsan-ı Kamil dir. Neden İnsan-ı Kamil deniliyor. Bu insanların kemal bulmamış olanları da mevcut olduğundan dolayı İnsan-ı Kamil deniliyor.

İnsanlar üç sınıfa ayrılmıştır. Başta İnsanı Hayvan gelir. İnsanı Hayvan ne demektir? Yaşayıcı insan demektir. Hayvan ise hayattan gelir. Bu tip insanlar dünyaya yalnız yaşamaları için geldiğini tasavvur ederler. Başka bir şey düşünmeyip, biz bu dünyaya yiyip içip yaşamak için geldik derler. İşte böyle düşünüp yaşayan insanlara insanı hayvan veya yaşayıcı insan derler.

Bu tip insanların yanında noksan insanlar da vardır. Peki bu insanlara neden noksan deniliyor. Daha henüz olgunlaşmadıklarından. Burada bahsi geçen olgunlaşmamış insan nasıl olur? Bu ilmi tahsile başlamış, ama henüz ilmi tamamlayamamış kimseler Nakıs İnsan deniliyor.

Bunun yanında bir kişi bu aşamayı aşıp, yapıştığı ilmin sonuna erişti mi, o ilmi bitirdi mi, işte o zaman İnsanı Kamil yani olgun insan olur.

Bura da Yasin-i Şerif’te, böyle olgun bir insana hitap ediyor. Ey insan, sen hikmetle dolu bir Kur’an’sın. Böyle olmamış olsaydı Resulallah Efendimiz (El insanu vel Kur’anu tev’emani) “İnsanla Kur’an ikiz kardeştir.” Buyurmazlardı. Bu hadisten de anlaşılacağı üzere demek ki insan da bir Kur’an’dır ve insanın kendisini okuması Kur’an’ı Kerim’de beyan edilmektedir. (İkra kitabeke kefabinefsikel yevme aleyke hasiba) buyuruluyor. İkra oku, kitabını oku, bugün nefsine hesap kifayet edecektir. Buradan da anlaşılıyor ki insanın nefsi bir kitaptır. Diğer sohbetimiz de nefis ile ilgili konu vardır.

(Men arafe nefsehu fekad arefe rabbehu) “Nefsini bilen Rabbini bilir.” İşte bu bahsedilen nefis insanın hakikatidir. Şu halde insan neye denildi? Biz insan denince ne anlıyoruz? İnsana başka bir isim verilmedi, bu durumda insan kelimesinin taşıdığı mana nedir?

İnsan kelimesinin taşıdığı mana: İnsana, Allah’ın bütün varlıklarını inhisarı altına aldığından dolayı insan denildi. Bu vesileyle Yasin-i Şerif bu gibi insanlara hitap ediyor.

İnsanın Kur’an olması nasıl olur? Kur’an nedir? Bu konuda Pir Efendimiz Kur’an’ın üç kısım olduğunu beyan ediyor. 

     Birincisi Lafzi Kur’an: Kur’an’ın sözleri demektir.

     İkincisi Süveri Kur’an: Kur’an’ın sureti demektir.

     Üçüncüsü: Maani Kur’an: Kur’an’ın gerçeği demektir. 

Lafzi Kur’an hepimizin bildiği Mushaf-ı şeriftir. Bunu alıp baştan sona doğru okuduğunda, hep sözden ibaret olduğunu görürsün. Süvari Kur’an ise bu Mümkinatı Alemdir. Yani gözlerimiz neyi görüyorsa, bu gördüklerimizin hepsi birer Kur’an’dır. Fakat bu kainatın Kur’an olduğunu anlayabilmemiz için bir kimsede ibret bakışı olması lazımdır. İbret şuna denir: Gözümüz neyi görüyorsa görsün gördüğümüz her şeyde Allah’ın varlığının mevcut olduğunu müşahade etmektir. Onun için bu kainata ibret nazarıyla baktığımızda, bu kainat bize kitap olacaktır. İşte bu itibarla Mısri Niyazi Efendi Hazretleri şöyle demiştir. 

     Hep kitabı Hakk’tır eşya sandığın

     Ol okur ki seyri evtan eylemiş 

Niyazi Hazretleri burada şunu demek istiyor. Sizin eşya sandıklarınızın hepsi Hakk’ın birer kitabıdır. Bu kitabi kimler okur? Seyri meratip görenler. Bir arifi billah eşyaya baktığı zaman ne görecektir. Mü’minin feraseti vardır. Onlar bu felasetle,Allahın nuruyla nazar ederler. Bu eşya sandığımız şeylere baktıkları zaman da ibretle bakışında neyi görecekler? Ya Allah’ın ef’alini, ya sıfatını veyahut zatını görecekler. Çünkü bu üç varlıktan başka bir varlık yoktur. Arifi Billah olan, hangi eşyaya, bakarsa baksın o eşyada, Allah’ın varlığını görmesi ona kitap olmuş demektir.

Maani Kur’an ise, Kur’an ın hakikati yani gerçeğidir. İnsanlar da ve her yerde mevcuttur. Ama tümüyle insanlarda tezahül etmiştir. Aynı zamanda bu Besmele-i Şerif’in getirmiş olduğu manadır.

(Bismillahirrahmanirrahim) dediğimiz zaman Allah’ın zatını, sıfatını ve ef’alini zikretmiş oluyoruz. Bir insan da bu Besmele-i Şerif’in getirdiği manayı fiilen icra etmektedir. İster bilsin, ister bilmesin, bir insanın iş işlemesi Allah’ın Rahim olan ismini icra etmesidir.

Yine bir insanın yaşaması, bilmesi, duyması, görmesi, irade etmesi, konuşması ve kuvveti Allah’ın Rahman olan sıfatlarını zuhura getirmesidir.

Yine bir insan gerek fiillerin, gerek sıfatların topladığı cem olduğu bir yer ki, bu yere vücut deniliyor, işte insan bunu da icra etmektedir.

Eğer bir insan bu üç varlığın kendisinde mevcut olduğunu görüyorsa o insan Kur’an’dır. Böyle bir insan da Yasin-i Şerif’in muhatabı olmuş olur. Çünkü ne deniliyor? (Yasin vel kuranil hakiym inneke leminel mürselin) “Sen gönderilen Peygamberlerdensin birisin.” Peki Peygamber nedir? Bir itibarla Peygamber elçi demektir. Nasıl Padişahların elçileri vardır, bunun gibi Peygamberlerde Allah’ın elçisidir. Allah’ın elçisi ne demektir? Allah’tan insanlara haber getiren Allah’ın sıfatlarını insanlara bildiren demektir. Bu vesileyle bir insan kendisinde mevcut olan varlığı ne zaman anlar, kendisini bilir o zaman Kur’an la eşit olmuş olur.

Resulallah Efendimizin hadisi şeriflerinde buyurduğu(El insanu vel Kur’anu tevemani) “İnsanla Kur’an eşittir.” Hakiki Kur’an olan Allah’ın ef’al, sıfat ve zatıdır. Eğer bir insan bu varlıkların kendisinde mevcut olduğunu görürse, o insan da bir Kur’an’dır ve ona eşittir. Çünkü Lafzi Kur’an dediğimiz Mushaf-ı Şerif her ne kadar bir çok konulara değiniyorsa da, bunlardan murat Allah’ın ef’alini, sıfatını ve zatını anlamaktır. Bundan sonrakiler ise tafsilattır. Fakat icmalde kısaltılmış olan Kur’an, Besmele-i Şerif’in getirdiği manadır. Bu yüzden Varidat sahibi Şeyh Bedrettin Simavi, Besmeleyi anlatırken (Bismillahirrahmanirrahiym) üç isimden ibarettir diyor. 

     Bismillah: Allah’ın zatı

     Rahman: Sıfatları

     Rahim: Ef’alidir. 

İşte Besmele-i Şerifin getirdiği mananın böyle olduğunu, bir kimse bilmiyorsa, her ne kadar Besmele-i Şerifi çekse dahi Besmeleyi çekmemiştir. Besmeleyi çeken bir kişi bir iş işlediği zaman, Allah’ın Rahim olan isminin manasını zuhura getirmiştir.

Sıfatlarıyla herhangi bir vazife yaptığında, bir insan bir şeyi gördüğünde, bir şeyi işittiği zamanda, dili ile bir şey konuştuğunda, iradesiyle bir şeyi murat ettiği zamanda, kuvvetiyle bir iş işlediğinde Allah’ın Rahman olan isminin hakikatini zuhura getirmiştir. İşte böyle vasıflara, gizliliklere vakıf olmuş insana olgun insan veya İnsanı Kamil derler.

Yasin-i Şerif de bu gibi insanlara hitap etmektedir. Onun için Cenabı Allah insandan daha kıymetli, daha büyük bir varlık yaratmadı. Cenabı Allah kutsi hadisinde mealen buyuruyor. (Ey Adenoğlu sen olmasaydın ben olmazdım, ben olmasaydım sende olmazdın.) Çünkü insan olmasaydı, o bilinmezlikte ve görünmezlikte kalacaktı, Allah’ı bildiren ve gösteren insandır.

İnsanın ayakta durması da Allah iledir. Eğer Allah insan da mevcut olmasaydı, insan ayakta duramazdı.

Cenabı Allah Hüviyet ve Eniyyetiyle mevcut olduğu için Kur’an-ı Kerim de çok yerde “Biz” diye hitap eder, “Ben” diye hitap etmez. Mesela (İnna atayna kelkevser) “Biz kevseri sana bağışladık” Bir başka ayette (İnna enzelnahu fi leyletil kadr) “Biz onu Kadir Gecesi İnzal ettik, indirdik” buyuruyor. Görüldüğü gibi Kur’an’ın bir çok yerlerinde böyle “Biz” diye hitap ediyor. “Biz” diye hitap etmesi Hüviyet ve Eniyyetiyledir. 

     Hüviyet: Allah’ın batını

     Eniyet: Allah’ın zahiridir. 

Allah’ın zahiri insan olduğundan, bütün işlerini insanlarla yapmaktadır. Emirlerini de insanla veriyor. Bunun için diyor. “Ey Ademoğlu sen olmasaydın ben olmazdım. Sensin beni zuhura getiren.” Allah hüviyet sahibidir. Hüviyeti izhar eden eniyyettir.

Biraz evvel dedik, Allah ef’al, sıfat ve zat sahibidir. Bunları meydana getiren, zuhura getiren de insandır. Bunun için Cenabı Allah insanı her yerde medhü sena ediyor ve ona diyor (Ey insan sen hikmetle dolu bir Kur’an’sın, kendini aç oku, o zaman kendinin bir Kur’an olduğunu anlamış olursun) Bu hususun da açıklanması lazımdır. Bak yine Feth suresinde (İnna fetahna leke fethan mübina) “Biz hüviyet ve eniyyetimizle sana gizli kapılarımızı açmadık mı?” Gizli ve aşikar olan fethi size açıklamadık mı? Diyor. Buradaki hitap her ne kadar Peygamber Efendimize gibi görünüyorsa da biz ümmetlerinedir. (İnna fetahnaleke fethan mübina) Ayetinden sonra (Liyağfiralekellahu ma takaddeme min zenbike vema teahhara) ayeti kerimesinden de anlaşılıyor ki bu hitaplar biz ümmetler içindir. Çünkü Hak Teala Hazretleri bütün peygamberlerini masum olarak yaratmıştır. Onlar günahsızdır. Senin geçmişte ve gelecekte bütün günahlarını da affettim demesi de bunun delilidir. Bu durum da Peygamber Efendimizin hiçbir günahı olmadığına göre, bu hitap bizlere olmuş oluyor.

Ayeti kerime devam ediyor. (Ve yütimme nimetehü aleyke ve yehdiyeke sıratan müstakıyma). Geçmişte ve gelecekte günahlarının af olunduğu müjdelenen bir kimse için Cenabı Allah; Üzerinize nimetimi tamamladım diyor. Peki bu nimetin tamamı ne imiş? (Veyehdiyeke sıratan müstakıym) “Doğru yolu sana hidayet etti.” Onun için bir kimsenin doğru yola hidayet edilmesi, o kimse için nimetin tamamlanması anlamına gelir. Çünkü en büyük nimet Allah’ın doğru yoluna katılmaktır. Allah’ın doğru yolu nedir? Allah’ın doğru yolu tevhittir. Tevhitten başka doğru yol yoktur.

Bundan evvelki sohbetlerimizde insanların ve cinlerin halk olunmasının Allah’a ibadet etmek, Allah’ı tevhit etmek ve bilmek için olduğunu beyan etmiştik. Bu vesileyle Cenabı Allah tevhit yolunu kime nasip etmiş ise, o kimseler bu ayeti kerime ile müjdelenmiş demektir.

Peki nasıl olurda insanın geçmiş ve gelecekteki günahları bağışlanmış olur? Biz tevhit ehliyiz diye sakın göğsümüz kabarmasın. Çünkü tevhidi idrak etmek kolay bir dava değildir. Tevhit Hak ile Hak olmaktır. Benlikten eser bırakmamaktır.

Resulallah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde (Vücudüke zenbun la yukasu aleyhi zenbun ahar) “Vücut günahı gibi günah kıyas edilemez.” Buyuruyorlar. Onun için insanın en büyük günahı kendi benliğidir. Bu benlikten sıyrılıp geçen kimselerin, günahları af olunur. Yalnız bir daha benliğe avdet etmemek suretiyle. Buna Nasuh Tövbesi denir.

Kur’an-ı Kerim’de (Tevbeten nasuha) diye geçer. “Siz nasuh tövbesi yapınız.” İşte bizde varlığımızdan soyunduk. Zaten bizim günah olan varlığımız idi. Bu varlık bizden gidince geçmiş de ve gelecekteki bütün günahlarımız af olunmuş olur.

Bir insan (La havle vela kuvvete illa billah) sırrına mazhar oldu mu, o insan günah işleyemez. Böyle kimseler için Kuran-ı Kerim de şöyle denilmektedir. (Felem Taktuluhum velakinnallahe katelehüm vema rameyte iz rameyte velakinnallahe rama) ‘’ Siz kılıçlarınızı vurup katlettiğiniz zamanda, siz katletmediniz Allah katletti. Ey Habibi Zişanım o toprağı attığında sen atmadın Allah attı.” Onun için La havle sırrına mazhar olmuş bir kimsenin elinden Allah işler. o kimsede fa’il Allah. mevsuf Allah, mevcut Allah olur.

Ayeti kerime böyle kimseler içindir. (Liyağfirelekelahü ma takaddeme min zenbike vema teahhara) “Sizlerin geçmişteki ve gelecekteki günahları af olundu.” İşte buda nimetlerin en büyüğüdür ki, doğru yola Allah size hidayet etti demektir. O halde doğru yol ne imiş? Allah’ta fani olmak, yok olmak imiş. İşte böylece Allah’la, Allah’ta var olan kimseleri Cenabı Allah biraz  evvel okumuş olduğumuz, Fetih Suresinin başlangıcındaki birkaç ayetiyle müjdelenmiş oluyor.

Cenabı Allah cümlemize bu tevhidin hakikisini tattırıp benliğimizden çıkararak, kendi varlığıyla var olmamızı nasibi müyesser eylesin(Amin). 

ZAHİRDEKİ MAKAMLARIN BATINDAKİ YERLERİ 

SORU: Bir kişiye bir makam veriliyor, Valilik Kaymakamlık gibi, bu makamların tasavvuftaki yerleri nasıldır?

CEVAP: Batında olmayan bir şey, zahirde olmaz. Vali, zahirde bir ilin amiridir. Bunlar, batında da vardır. Bunlara batında, tasarruf sahipleri derler. Batındaki tüm idare, bu tasarruf sahiplerinin elindedir. Bunlar, taifeyi evliyaullahtan yani evliya tayfasından olup, üçyüzler, kırklar, yediler ve üçler diye tabir olunurlar. Bunlara gayb erenleri de denilir.

Hani Kur'an-ı Kerim de gayba iman ayeti var ya, (Ellezine yü'minüne bil gaybi) "Şunlar ki Gayba iman ettiler." Şimdi ehli zahir biz Allah'ı görmedik, Hz.Muhammed'e de yetişemedik, bu yüzden bizim imanımız gaybadır derler. Haşa, Allah gayb da değildir. Allah nasıl gayb olurmuş?

Resulullah Efendimiz hadisi şeriflerinde: "Rabbimiz apaçıktır, onu örtecek hiç bir sebep yoktur." dediği halde, Allah nasıl gayb olur? Sonra Resulullah Efendimizin bu unsuri vücudu, yani suret vücudu kayboldu ise, onun ruhaniyeti, nuraniyeti bu alemden gitmiş değildir. (Levlake levlak lema halaktul eflak) "Ey Habibim sen olmasaydın, sen olmasaydın bu eflak'ı bu kürreleri yani bu kainatı halk etmezdim." Bütün bunlar senin için halk olundu. Bu durumda nasıl olur da onun nuraniyeti, ruhaniyeti bu alemden gider? Manevi gözleri açık olup da görenler için Resulullah Efendimiz bu alemden gitmiş değildir.

Burada bahsedilen gayba imandan murat, Resulullah Efendimizin manevi vücudunun bu alemde mevcut olduğunun en büyük delili, gayb erenleri olduğuna iman etmektir. Bunlara Ricali Gayb derler. Bunlar evliyaullahtan seçilmiş kimselerdir. Bunların başında evvela üç yüzler gelir, sonra kırklar, sonra yediler gelir.

Bu yedilerin birisi kutuptur. İkisi İmaman, dördü de evtaddır. İşte bunlar, hepsi, tasarruf sahibidir. Bu imaman dedikleri iki imamdan birisi, gökyüzünün mutasarrıfı, diğeri yeryüzünün mutasarrıfıdır. Birisi, Alemi Ulviye nazar eder. Alemi ulvi, gök ehlidir. Birisi de Alemi Süfliye nazar eder, alemi süfli, yer ehlidir. Bütün alemlerin tasarruf edeni yalnız bir kutuptur ve vazifeli değildir. Nasıl Cumhurbaşkanının bakanları vardır. Dahiliye ve Hariciye Bakanlığı, bütün işleri gören bu bakanlıklardır. Cumhurbaşkanı yalnız imza eder. İşte, bu kutup da böyledir.

Kutubun iki veziri vardır. Biri yeryüzüne bakar, biri gökyüzüne. Bu dört olan evtad'lar da alemin direğidir. Bütün alem, bu dört evtad'ın himayesindedir. Fakat, kutbu bu evliyaullahtan hiç birisi tanımıyor. Yalnız Alemi Süflininveziri olan Sahibi Şimal biliyor. Çünkü, kutba bu alemden geçme, yani ölüm vaki olursa, hemen yerine o, yeryüzünün mutasarrıfı olarak geçer. Kutup mevkiine geçen musarrıfın yerine, dörtlerden birini alırlar. Dörtlere de kırklardan birini, kırklara da üç yüzlerden birini, üçyüzlere de ehli tevhitten istidadı olan birisini geçirirler. Alemin içerisinde, bu manevi tasarruf vardır.

Asrı Saadette Peygamber Efendimizin de iki veziri var idi. Biri yanında yeryüzünün mutasarrıfı Huzeyfetül Yemani Hazretleri, diğeri de Yemen'de Aliyyül Karani Hazretleri, Veysel Karani'nin amcası. Bir gün Resulullah Efendimiz meclislerinde iken, "Bana Rahman'ın kokusu Yemen'den geliyor" buyurdular. Bu sözü Huzeyfetül Yemani Hazretlerinden başka kimse anlayamadı. Yalnız, Huzeyfe Hazretleri anladı ve tebessüm etti. Onun için Resulullah Efendimizden sonra idareyi eline alan Huzeyfe Hazretleri idi. Bu durumu, Hz Ömer biliyordu. Hz.Ömer, Huzeyfe Hazretlerinin bütün hareketlerini dikkatle izliyordu. Bir münafık, bir şaki musallaya geldi mi Huzeyfe Hazretleri namazını kılmadan kaçıyormuş. Bu hale Hz.Ömer vakıf olmuş.

Bir gün, eşraftan birisi yani büyük zatlardan, tanınmış kişilerden birisi musallaya getiriliyor, namazı kılınacak. Hz.Ömer, Huzeyfe Hazretlerine dikkat ediyor. Bu zatın namazını kılacak mı? Yoksa kaçacak mı? Baktı ki Huzeyfe Hazretleri kaçıyor. Hz.Ömer de hemen arkasından koşup tenha bir yerde Huzeyfe Hazretlerine yetişiyor. Ya Huzeyfe, bu da mı onlardan? Huzeyfe Hazretleri de, "maalesef o da onlardan." O zaman Hz.Ömer kendinden korktu. Ya Huzeyfe ben nasılım acaba? Yoksa bende mi onlardanım? Korkma Ya Ömer, sen cennetle müjdelenenlerdensin.

Aşerei Mübeşşere on kişi idi. Hazreti Peygamberimiz, onları, daha hayatta iken cennetle müjdeledi. İşte, bunlardan bir tanesi de Hz.Ömer olduğu için, Huzeyfe Hazretleri, Ya Ömer, korkma sen onlardan değilsin dedi.

Bu sebepten dolayıdır ki bu kimselere, gayb erenleri derler. Bunlar her şeyi bilirler, fakat söylemezler. Ancak, Allah emrettiği zaman söylerler .Allah'ın izni olmayınca hiç bir sözü ifşa etmezler.

Asrı Saadette Peygamber Efendimizin sırdaşı Huzeyfetül Yemani Hazretleri idi. O an nasıl var idiyse, şimdi de mevcuttur. İlanihaye dünya durdukça bu ilahi tasarruf da mevcut olacaktır.

Evvela bir şey manen yapılır, sonra zuhura çıkar. Bir gün, buna benzer bir mevzu yaşandı. Muhiddin-i Arabi Hazretleri mana aleminde Hud Aleyhisselam'ın telaşla bir yere gittiğini görüyor. Onun Hud Aleyhisselam olduğunu da biliyor, soruyor! Ya Hud, böyle acele acele nereye gidiyorsun? Hud Aleyhisselam cevaben, peygamberlerin içtimaı var. Hallac'ı Mansur'un muhakemesi görülecek. Bütün peygamberler toplanıyor, ben de o toplantıya iştirak edeceğim, arzu ederseniz siz de buyrun der. Bu toplantıya Muhiddin-i Arabi Hazretleri de davete binaen iştirak eder. Kurulan muhakeme aynı dünya muhakemesi gibi. Mübaşir vasıtasıyla Hallacı Mansur, ismen çağrılıyor. Hallacı Mansur huzura geliyor. O zaman Peygamber Efendimiz soruyor. Ya Mansur, sen böyle bir söz söyledin mi? Evet Ya Resulallah, söyledim. Hemen meşveret ediyor. Cezası, başı kesilecektir.

Görüldüğü gibi evvela Peygamber Efendimiz hüküm veriyor, ondan sonra, zamanın hakimi Cüneydi Bağdadi Hazretleri fetvayı veriyor. Boynu kılıçla kesiliyor. Onun için zahirde olan işlere evvela manen hüküm veriliyor, sonra zahirde tahakkuk ediyor. Hani Yunus'un bir sözü vardır. 

     Miskin adem yanıldı

     Cennette buğday yedi

     İşi Haktan bilenler

     Şeytandan sanmayanlar 

Eğer bütün tasarrufun Allah'tan olduğunu kim biliyorsa, bilen kimse artık, şuna buna bahane bulmaz. Ama bu söylediğimiz, ancak hakikat ehli içindir. Şeriat ehline göre ise, iş değişik bir şekil alır. 

     Eylemez dil ile davayı o mert

     Onun gönlünde himmettir nun ile kaf 

Nun ile Kaf ne demektir? Kün demektir. Kün ise, ol demektir. Yani, onlar bir şeyin olmasını murat ettiler mi, o şeye ol dediler mi, derhal olur. İşte, o tasarruf sahiplerinin halleri böyledir. Onlar bizim gibi oturup da dil münakaşası yapmazlar. Nitekim biz yetişmedik, ama, bizden daha büyük olanlardan işitiyoruz. Rumelinde bir Hikmet Baba var imiş. Çocuklar çelik çomak oynarlarken, birisi çeliğini kaçırıyor, çelik Hikmet Baba'nın kaşının üzerine isabet ediyor. Hikmet Baba'nın canı yanıyor. Acıyla "tüh be ölesin" demiş. Çocuk ağlaya ağlaya eve gidiyor, babasına meseleyi anlatıyor. Çocuğun Babası hemen Hikmet Baba'ya gelip, eline ayağına kapanıyor. "Aman Hikmet Baba affet" "o ağızdan çıktı bir kerre" diyor ve ertesi gün çocuk ölüyor. Fakat halk arasında hiç itibarı yok. Belki de bir sohbeti dile getirse, iki sözü bir araya getiremez. Fakat, şimdiki yazılan beyitlerde diyor ya, onlar gönlünden himmet ederler "kün" dediler mi olur. Dünya boş değil, bunlar mevcut ama nerede? Allah bilir. İşte, gayb erenleri bunlardır.Ayeti kerimede (Ellezine yü'minüne bil gaybi) buyruluyor. İşte, böyle gayb da olanları kim bulmaya muvaffak olursa, o kimseler sonunda hidayete erer. 

     Ara bul Mürşidi Kamil

     Dinle sözüne ol kail

     Sakın bulunma sen gafil 

Çünkü, mürşit irşat edici demektir. Bu kisvede nice mürşitler vardır ki sen onu mürşit zannedip gidersin, fakat kendisi dirilmediğinden, seni esmalarla oyalar. Şu kadar kelimeyi tevhit, şu kadar salavatı şerife getir, şu kadar ihlaslar oku, şu kadar kaza namazları kıl der. Artık sen de ömrün boyunca böyle ibadetlerden başını kaldıramazsın.

İnsanları diriltecek ancak, ilimdir. Her ne kadar iman, insanı kurtaracaktır deniliyorsa da, ilimsiz imanda insanı kurtaramayacaktır. Ancak, iman ilimlere göre tespit edilir. Bir kimsenin ilmi ne derece ise, imanı da o derecedir. Eğer, hiç ilmi yoksa, onun imanı taklittir. Yalnız, ilim deyince nasıl bir ilim olarak kabul edelim? Bu ilim, Allah'ı bilme ilmidir. Bir kişi eğer Rabbini öğrenmedi ise, onun imanı taklittir. Ancak, inanmış bir kişinin imanını taklit etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Cenabı Allah Kur'an-ı Keriminde der miydi, "Ey iman edenler" Bak, bu hitap iman edenleredir. "Ey iman edenler Allah ve Resulü sizi diriltmeye davet ettiğinde icabet ediniz." buyuruyor. Peki, bunlar nasıl iman etmişler? Henüz daha dirilmemişler. Böyle ölü bir kişinin imanı, kendisine ne fayda verebilir?

Madem ki bunlar ölüdür. Dirilmeye davet olunuyor. Eğer diri idiyseler, neden dirilmeye davet olunuyorlar? Demek ki bunlar, hayvani dirilikte yaşıyorlardı. Öyleyse, bunlar hayvan mesabesindedir. Hayvanlara teklifat var mıdır? Yoktur. Bunlar insan suretinde göründükleri ve akıl sahipleri de oldukları için, insani diriliğe davet olunuyorlar. İnsani diriliğe, Allah ve Resulünün davetine icabet ederse kavuşur. Allah'ın daveti, Resulünün daveti, Resulünün daveti zamanın mürşidi kamilinin daveti olarak kabul edilirse, o kimse mürşidi kamilin ilmiyle dirilir. 

f t g m