Copyright 2024 - MEKSAV

MÜRŞİD-İ KÂMİL

Tasavvuf, herşeyden önce maddî-manevi bir eğitim işidir. Eğitilmeye muhtaç insanın ilk işi, kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır. İnsanların mîzaç ve tabiatları birbirinden farklı olduğu için eğitim yolları da farklı olacaktır. Bilhassa bu bakımdan bir rehber ve üstada olan ihtiyaç üzerinde ne kadar ısrar edilse yeridir.

İnsanoğlu, kendi noksanlarını nadiren görebilir, hele noksanlarını derhâl düzeltmesi haline daha az rastlanır. Bu konuda ilk tedbir olarak, noksanları ve bunların nasıl giderilebileceğini göstermek için bir üstat lâzımdır. İnsanda var olan devamlı ilerleme sırasında üstat onu birçok lüzumsuz gayretlerden alıkoyacaktır. Yalnızca okumak ve dinlemekle öğrenilmeyecek nice hususların tecrübeli bir üstadın gözetiminde pratik olarak tatbik edilmesi faydalı, hatta zaruridir. Çünkü bilmek yeterli değildir. Onun hazmedilmesi ve alışkanlık haline gelmesi lazımdır. Bu sebeple bütün mutasavvıflar, tasavvuf yolunda yukarıda belirtildiği üzere ilerleyebilmek için bir mürşide bağlanmak gerektiği konusunda uzlaşmışlardır. Üstadı olmayan bir müridin yol alması söz konusu bile edilmez.

Bayezid el-Bistamî (261/874)’nin “Üstadı olmayanın önderi, şeytandır” demesi bundandır. Gerçek şudur ki, Hristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan biri, tasavvufta rehbersiz bir şeyin yapılamayacağıdır.

Seyyid Muhammed Nûr’a gelince; O da diğer mutasavvıflar gibi bu anlayışın benimseyicisi ve şiddetli savunucusudur. Eserlerinde bunu görmek ve anlamak pek zor olmaz.O’na göre mürşid-i kâmil, gözden perdeyi kaldıran göz doktoru gibidir. Bütün zorluklar onunla hallolur. Müşkülleri hallolanlar da, başkalarının dertlerine çare olurlar.

Mürşid-i kâmil, sırât-ı müstakîme (doğru yola) çağıran kişi olduğundan, şerîat, tarîkat ve hakîkat ilimlerine haberdar olması gerekir. Sırât-ı müstakim; Tevhîd olup, bu da kâmillerin yoludur. Bunun Kur'ân-ı Kerîm’den delili şudur:“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, insanları bir basîret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tâbi’ olanlar da böyleyiz.”

Gerçeğin sırları ile dolu olan bu yol, makâmât-ı Tevhîd’i kapsar. Bunun bilinmesi ve anlaşılıp keşfedilmesi, ancak gerçek mürşid-i kâmilin talim ve telkîniyle mümkündür.Tevhîd makamlarını bilmek demek zulmanî ve nûranî perdeleri geçmek demektir. Böylece “gayr” diye bir şey görünmez. Bu da düşüncelerinde gayr olmayan, sadece zât-ı Hak bulunan hakîkat ehli mürşid-i kâmillerin himmeti ile gerçekleşir. Onların himmeti, Tevhîd mertebelerini telkin etmeleridir.

Mürşid-i kâmilin bu telkîniyle Allah’a kavuşmayı dileyen, O’nun mübarek el ve eteğine yapışmalıdır. O, yüce himmetiyle kişiyi kendinde kalmaktan kurtarır, ona kim olduğunu bildirir. Böylece, yüce gayeye kavuşturur. Bu yola girmeyenler bol ibâdet ve riyazâtla meşgul olur, yabanda kalır ve cemâl-i ilâhîyi burada müşâhede edemeyeceğinden, ahirette de edemez.

İrşad görevini üstlenenlere; mürşid-i kâmil dendiği gibi, Kiram ve Şeyh de denilir. Bunlara ek olarak mürşid-i kâmillere Kümmelîn sözcüğünün de Seyyid Muhammed Nûr tarafından çokça kullanıldığını görmekteyiz.Mürşid-i kâmil, Elest bezminin sâkisi ve Kâf-ı âdem olup, öyle kolayca bulunmaz ve bilinmez. O, aynı zamanda Defter-i Rahmân diye de çağırılır. Çünkü O, Rahmân sıfatını taşır.       O’nun dediklerini yapmak gerekir. Mürşid’in emrini tutmamak, Hakk’ın emrini tutmamak ve Hak emirlerine boyun eğmemektir.

Mürşid-i kâmil, bir deryadır. Mücevherlerini, kenara kendisi atmaz. Ama dalgıçları da engellemez. Hiçbir mürşid, yolda, çarşı ve pazarda gezenlere “Gelin, size ilmi-i Tevhîd’i göstereyim” demez.İrfan mektebinin öğreticisi mürşid-i kâmildir. O, orada elif’in, be’nin, te’nin vb. hakîkatlarını öğretir.Yanına varıldığında, sıkıntı ve dünya dertlerini alanlar mürşid-i kâmildir. Sıkıntı ve dertleri arttıranlar, insan-ı kâmil değildir. Onlar yalancıdır. Hakk’a giden yolu sarpa uğratacaklarından, onlardan kaçılması gerekir. Gerçek şudur ki, mürşid-i kâmilin yolu gâyet kolaydır. 

VAHDET-İ VÜCÛD

Varlık birliği anlamına gelen bu kavramın ilk defa Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arabî tarafından ilmî bir görünüm ile değerlendirildiği bilinir. Seyyid Muhammed Nûr da Şeyhu’l-Ekber’in açık tesiri altındadır..Bunun dışında bu görüşü ısrarla savunanların da üzerinde etkisi görülür. -Takrir ve şerh ettiği kişilerin eserleri buna delildir.-

Vahdet-i vücûd; bütün varlığın tek ve eşsiz vücûd-ı mutlaktan geldiği, bu zât-ı Mutlak’ın kendisinde mevcûd “şe’n” ve nisbetleri izhar etmesiyle sonsuz bir çokluk meydana geldiği, fakat bu çokluğun hakiki birer varlık olmayıp her an bir hal ve şe’n’de bulunan mutlak Zât’ın değişik tecellîleriyle yok olmakta ve yeniden benzerlerinin yaratılmakta bulunduğudur. Esasen Mutlak zât kendini eşya ve kâinat suretinde açığa vurmuştur. İlk ve son, açık ve gizli O’dur. O’ndan başka varlık yoktur. Eşya ve kâinat, Allâh’ın zâhiri; Allâh eşyâ ve kâinatın bâtını ve rûhu mesabesindedir. Yaratan-yaratılan hep O’dur. Çünkü vücûd birdir.

Seyyid Muhammed Nûr, vahdet-i vücûd konusunda açık bir tavır içindedir. Aşağıdaki cümlelerde bunu rahatlıkla görmek ve bulmak mümkündür.Hakikatte arif olan ancak Allâh’tır gayrı değildir. Çünkü Hakk’ın vücudundan başka vücûd yoktur. Ancak, Hak Teâlâ hakîkat suretleriyle sûretlenip Zahir oldu. Böyle olunca, şahıslar Hakk’ın vücuduyla Zahir olmuştur. Yani, bu şahıslar ilmî hakîkatların suretleridir. Yalnız şunu ifade edelim ki, burada hülûl ve ittihâd yoktur. Kâmillerin Ta’rîf ettikleri bu noktada hulûl ve ittihâd yoktur, olamaz da. Zira hulûl ve ittihâd iki varlık arasında olur. Yağın süte, suyun nebata hulûlu ve ıssı su ile soğuk suyun ittihâdı gibi. Görüldüğü üzere hulûl ve ittihâd iki mevcûd arasında olmaktadır. Hâlbuki hakîkatta mevcûd, vücûd-ı Hak’tır ve O’da birdir. Ortada iki mevcûd yok ki, birbirine hulûl ve ittihâd etsin.Kendini kaybedenlere mefkûd denir. Mefkûd’un dahi vücûdu yoktur. Onda görünen Hakk’ın vücûdudur.

سُبْحَانَكَ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ’yi özetle şöyle açıklar: “Rabb’im, seni tesbîh ederim. Sen, kayıtlı varlıklardan mukaddes bir tek zât’sın. Bütün mevcûdatı Sen’den başka kaplayan yoktur. Arapça ’da İlâh ve Allâh, istiğrak eden demektir. Bizde, kaplayan anlamındadır. Bu mevcûdatı zât-ı Ulûhiyetten başka kaplayan ilâh yoktur. Ve Sen’i hiç kimse de Tevhîd edemez. Çünkü Sen, ezel-i sâbıkta (önce) da, ebed-i lâhıkta(sonsuzlukta) da Sen’sin. Bu suretlerle Zahir olan da Sen. Sen’den gayrı Zahir ve mevcûd yoktur”. 

Hz. Şeyhu’l-Ekber’in bazen “Gayr” tabirini kullanması, hakikaten “Gayr’ın” var olduğunu zannettirmesin. Çünkü “Gayr’, hicâb ehline göredir. Hicâb ehli, baktığında Hakk’ı görmeyen, sûretlere ve ortada görünenlere takılanlardır. İşte onlar, sûretleri Hakk’ın vücûdundan gayri sanır ve o şekilde inanırlar.Gerçek şudur ki, Allâh; ulûhiyet mertebesinin sahibidir. Bu mertebe hem mutlak bâtın olan Hakk’ın mertebesini, hem de mukayyet olan halkın mertebesini içine alır. Yani, bütün mertebeleri kapsar. O’na şöyle yalvarılır:

Ey Allâhım! Sen, teksin. Yardımcın ve danışmanın yoktur. Zira Sen, her şey ne biçimde olacaksa, ilm-i Zâtîn ile bunu bilirsin. Kimseye danışmaya muhtaç değilsin. Ve bu görüntüler Sen’den gayri de değildir. Cümlesi Sen’sin. Vücûd Sen’inledir, Sücûd da Sana’dır. Bu da, Sen Sana secde edersin demektir. Hem de Sen, aynı zamanda Rab ve Ma’bûd’sun.Biraz düşünsek, bize bizden yakın ve daima hazır olan, kendinden gayrı zâhir ve mevcûd olmayan Zât-ı Hüviyyet nasıl talep olunabilir? Zîra istemek uzaklığın alâmetidir. Talebi kabul etmek demek ikiliğin varlığını kabul demektir. Bu da olur mu? 

Seyyid Muhammed Nûr, Niyazi Divanı’nı şerh ederken:

“Her ne kim görür gözün ondan cemâl-i yâre bak” mısraının açıklamasında; “Gözün her ne görürse, ondan Hakk’ın cemâline bak. Çünkü her ne şeye gözün erişiyorsa o şey sana (Sakın bize aldanma! Bizim kendi başına vücûdumuz var, zannetme. Bize bakma, bizim hakîkatımız olan Hak Teâlâ Hazretlerine bak. Zîra biz fitneyiz, seni aldatırız.) derler diye haykırırlar” demekte ve eşyanın özüne nazar-ı dikkat çekmektedir.

Aynı manâda Hz. Alî (K.V.)‘nin şu mısraını açıklarken görüyoruz. :مَا اْلخَلْقُ فِي التِّمْثَالِ Bütün mahlûkatın vücutlarının zuhûru karın varlığına benzer. Yani, mahlûkatın müstakil vücûdları yoktur, karın müstakil vücûdu olmadığı gibi. Zîra karın vücûdu, suyun vücûdudur. Başka vücûd yoktur. Hak da böyledir. Vücûdları, Hakk’ın vücûdudur.... Halk, Hakk’ın zuhurudur. Her suretle cilvegâr olur. Bu cilveleri halk’a ad oldu. Gerçekte yüce zâtından gayri zât yoktur. Bütün halk namıyla olan, cilvesi ve zuhûrudur.

Bu konuda insanlar üç bölümde olup üç görüşe sahiptir. Birinci bölümde olanlar; Avâmdır ki, bu vücûd yani halkın vücûdu Hakk’ın vücûdundan gayrıdır, derler. İkinci bölümde olanlar; Havâss’ dır ki, halkın vücûdu, vücûd-ı zıllîdir (gölge varlıktır) derler. Üçüncü bölümde olanlarsa; Asfiyadır ki, bu mevcudat, vücûd-ı Hakk’ın aynıdır, gölgesi değildir, derler. Bu makam asaleten Peygamber (S.A.S.) Efendimizindir. Bunun için Muhammed Efendimizin gölgesi yere düşmedi. Efendimizden (A.S.) gayrı olan evliyâullâh ve kâmiller bu makama Peygamberimizin izini izlemekle varırlar.

Asfiya bölümünde zevketmekte olan salik, şuhûdî zevk ile Hakk’ın kemâliyle zuhûrunu görür. Bu halde eşyâ zât-ı Hak’ta bâtın olur. Aynen, direkte gölgenin bâtın olduğu gibi. Halk da dışarıda vücûdu olmayıp Hakk’ın ism-i zâhirinin hükmüdür. Bu yere Kurb-i Ferâiz denir.Vahdet-i vücûdu fikir olarak benimseyip bütün eserlerinde işleyen Seyyid Muhammed Nûr, açık tesirinde kaldığı Muhyiddîn İbnü’l Arabî’nin ظَنَنْتُ ظُنُوناً diye başla-yan şiirini açıklarken şunları söyler:“Ancak bir olan vücûd, Hakkânî vücûddur. Senin zannettiğin vücûd, sana ait değildir. Belki o vücûd, Hakk’ın vücûdudur. Sen, Vücûd-ı Hakkânî ile zâhir oldun. Bir olan vücûd, asla, ayrılık kabul etmez.” 

NÛR-I MUHAMMEDÎ (HAKÎKAT-I MUHAMMEDİYYE)

Nûr-ı Muhammedî; Hakîkat-ı Muhammediyye de denilen bu görüş, İslam Tasavvufî düşüncesi içerisinde H. III. asırdan bu yana yer almaktadır. Buna göre, Nûr-ı Muhammedî; ilk yaratılan şeydir. Öteki bütün varlıklar, ondan feyz almışlardır.Nûr-ı Muhammedî, Hz. Muhammed (S.A.S.)‘e mahsus Nûr veya Nübüvvet nuru demek olup “Tahkik ehline göre Hz. Muhammed her kemâlin başlangıcı, her güzel hasletin menşeidir. Zâhiren ve bâtınen bütün fâziletlerde ve kemâlatta onun önceliği vardır.”

İzahtan varestedir ki, Hz. Muhammed’in nûrunun Allâh’ın nûrundan yani zâtından yaratılmış olması, asla maddî bir olay hatıra getirmez. Bunun manâsı, ilâhî iradenin O’nun nûrunun icâdını belirlemesi demektir. Nûr-ı Muhammedî meselesi, âyet ve hadislere dayandırılarak açıklanmaktadır. Bu konuda Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Abdülkerim el-Ceylî ve Sehl et-Tüsterî (283/996) gibi meşhur mutasavvıflar fikir beyânında bulunmuşlardır.

Seyyid Muhammed Nûr’da varlık âleminin zuhuruna kadar gelen mertebeler sistemini görmekteyiz. Merâtib-i İlâhiyye’de, herşeyden önce evveli ve ahiri olmayan, idrak edilmeyip görülmeyen, akılların durduğu, anlayışların kesildiği ilk mertebe, zât-ı baht diye isimlendirilir. İkinci mertebe, Nûr-ı Muhammedî’dir. Peygamber Efendimiz buyurdu: اْلعَمَاءِ الَّذِى فَاْلاَوَّلُ مَا خَلَقَ اللَّهُ النُّورَ اْلمُحَمَّدِىَّ. فَتَشَعْشَعَ فِيمَا فَوْقَهُ هَوَاءٌوَمَاتَحْتَهُ هَوَاءٌ “Önce Allâh Nûr-ı Muhammedî’yi yarattı. O, altında ve üstünde hava olmayan ‘Âmâ’ da parıldadı.

Nûr-ı Muhammedî’ye halkın evveli olduğu için akl-ı evvel de denir. Bütün mevcudat ondan zuhûra gelmiştir. Nûr-ı Muhammedî, nefs-i küll ile peydâ oldu. Tabîat, heyûlâ, şekil, cisim, arş ve cümle felek ve melek, cin ve hayvan, nebat ve insan bu tertîb üzere Nûr-ı Muhammedî’den peydâ oldular.

İlâhi kemâlin asıl kaynağı ve mâddesi Nûr-ı Muhammedî olduğu ifade edilmiştir. Tıpkı noktanın, harflerin mâddesi olduğu gibi. Var olarak görülen taş, ağaç, şahıslar ve diğerleri kendilerine Nûr-ı Muhammedî nefholunmasıyla ya'nî, teveccühüyle zuhûra gelmişlerdir. Gerçek şu ki, Hakîkat-ı Muhammediyye, Hakîkat-ı İlâhiyye’de müttehiddir. Ona zaid değildir. Bir diğer söyleyişle, Hakîkat-ı Muhammediyye, Hakîkat- İlâhiyye ’den zâhir olmuştur ve O’na mazhar olmuştur. Zîra tecelli, kendisine tabi’ olunan mütecellîye bağlıdır.

Varlık ağacının aslı, Muhammed nûru olduğu gibi, nihâyeti de Muhammed vücûdudur. Meyveli ağacın aslı lüb (çekirdek) olup, âhiri de lübdür.Hakîkat-ı Muhammediyye, yetîm malıdır. Kur'ân-ı Kerîm’de geçen “Yetimin malına rüştüne erişinceye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın.” âyeti bu hususa işaret eder. Ayette geçen “yetîm” Efendimiz'i, “male’l-yetîm” de Hakîkat-ı Muhammediyye’yi gösterir.Hakîkat-ı Muhammediyye’ ye sıfatların göründüğü yer olması hasebiyle tecellî-i sıfât denir. Bundan başka, tecellî-i sânî ve tecellî-i vahdet adları da verilir. 

MERÂTİB-İ MUHABBET

Seyyid Muhammed Nûr, muhabbeti, Hakk’a yakın olmak için yapılan bir çalışma olarak kabul eder. Muhabbetin mertebelerini üçe ayırır. İlk mertebe, Velâyet mertebesidir. Bu mertebede olanlar, Hak ile oldukları vakitte mahcup (perdeli) olmayıp, ehl-i şuhûddur.Fakat halk ile olduklarında mahcup olurlar. İkincisi, Sıddîkiyyet mertebesidir. Bu mertebe sahipleri, daime Hak ile olur, halk ile olmaz. Üçüncü mertebe ise, Kurbiyyet mertebesidir. Bu mertebe ehli de Hak ile olsun, halk ile olsun mahcup olmazlar. Bu üç mertebeden sonra bir de Nübüvvet mertebesi vardır ki, o, yalnız Nebîlere mahsus olduğundan başkaları bu mertebe hakkında bilgi sahibi olamaz.

Bir diğer deyişle, Velâyet mertebeleri; merâtib-i Tevhîd olan, Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfât ve Tevhîd-i Zât’tır. Sıddîkiyyet mertebesi; makâm-ı Cem’, Kurbiyyet veya Mukarrabîn mertebesi; makâm-ı Hazretü’l-Cem’dir. Nübüvvet mertebesi ise, makâm-ı Cem’u’l-Cem’dir. 

MERÂTİB-İ MUHAMMEDİYYÛN

Mertebeleri bir başka yönüyle inceleyen Seyyid Muhammed Nûr, bu konuda şöyle der: “Ma’lûm ola ki, Muhammediyyûn mertebeleri beştir. Avâm, Havâss, Havâssü’l-havâss, Hülâsatü’l-havâss ve Safvetü hülâsatü havassü’l-havâss. Avâmın mertebesi, imân-ı istidlâlîdir. Havâssın mertebesi, Tevhîd’dir. Havâssü’l-havâssın mertebesi, makâmü’l-Cem’dir. Hazretü’l-Cem’ makâmı, Hülâsatü havâssü’l-havâss mertebesidir. Safvetü hülâsatü havâssü’l-havâss mertebesi ise, Cem’u’l-Cem’ makâmıdır. Bir de mertebe-i Safvetü hülâsatü hâssiyeti’l-has olan Ahadiyyetü’l-Cem’ makâmı vardır ki, o da Rasûlullâh’ın makâmıdır. 

İBÂDET

İbâdet, Hakk’a yapılan kulluk görevidir. Seyyid Muhammed Nûr, bu konuyu üç bölümde değerlendirir.

Birincisi, İbâdet adıyla anılır. Bu, kulun kendi varlığını cehennemden kurtarmak ve cennet nimetlerine kavuşmak için yaptığı kulluk görevidir. Karşılık ve maksada dayalı olduğu için kâmiller katında değeri yoktur. Bu kısım ibâdet, Avâm’ın ibâdetidir.

İkincisi, Ubûdiyyet adını taşır. Cennet ve cehennem düşünülmeyerek yalnız Allâh rızası için yapılan kulluk görevidir. Bu da, Ebrâr’ın ibâdetidir.

Üçüncüsü; Ubûdet adını taşır ve en üstünü olarak tanımlanır. Kul, bunu yerine getirirken hiçbir katkısı yoktur. Billâh lillâh yapılır. Bu mertebede, âbid-ma’bûd Hak’tır. Bu tür ibâdet, Havâssın ibâdetidir. Gerçekte ibâdet; taât, ilim ve amelle olmaz, ancak Tevhîd ile olur. 

KEŞİF

Keşif sözlükte; perdenin kaldırılmasıdır. Terim olarak ise; اْلحَقِيقِيَّةِ وُجُودًا اَوْشُهُودًا اْلاُمُورِ الْمَعَانِي الْغَيْبِيَّةِ وَ هُوَ اْلإِطِّلاَعُ عَلَى مَا وَرَاءَ اْلحِجَابِ مِنَ“Perde arkasındaki gaybî manâlara ve hakîkat meselelerine vücûden (hakka’l-yakîn) veya şuhûden (ayne’l-yakîn) haberdar olmaktır.

Keşif, kul ile gayba ait hususlar arasında perde bulunmamasıdır. Açıklık özelliğini taşıyan bir delîl ile kalbin, Hakk’ın huzûrunda oluşudur. Bu halde delîl üzerinde düşünmeye, yol aramaya ihtiyaç yoktur.

Seyyid Muhammed Nûr da keşif anlayışına temas etmiş ve eserlerinde bu konuyu işlemiştir. Özetle şöyle demektedir: “Tevhîd dahi keşf ve şuhûda bağlıdır. Keşf ve şuhûd olmadan Tevhîd olamaz. Keşf-i kevnî üç kısımdır. Birincisi, Keşf-i Ferâset’tir. Bunun hakkında الْمُؤْمِنِ اِتَّقُوا فِرَاسَةَ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ “Mü’minin ferâsetinden sakınınız. Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar” hadîsi sâdır oldu. İkincisi, Keşf-i Misâlî’dir. Rasûlullâh (S.A.S.)’in Cibril-i Emîn’den vahy almak üzere âlem-i melekûta geçtiği ve bazen de vahyi tebliğ için Hz. Cebrail’in âlem-i şehadete (dünyaya) adam suretinde gelmesidir. Üçüncüsü, Keşf-i ‘Ayânî’dir. Hz. Ömer (R.A.) Medine-i Münevvere’ de minberde iken Nihavend fethine gönderilmiş olan müslüman ordusunun halini görüp, dağ ardında kâfirlerin onlara saldıracağını açıkça keşfetmiş ve komutanı Hz. Sâriye’ye اَلْجَبَلَ يَا سَارِيَةُ اَلْجَبَلَ “Dağa, Ey Sâriye dağa!” diye haykırmıştır. Hz. Sâriye de, Hz. Ömer’i görmüş ve çağrısını işiterek, kâfirleri o noktada karşılamıştır. 

KERÂMET

İmân ehli bir şahsın, peygamberlik davası gütmeden kendisinden ortaya çıkan olağanüstü iştir. Aynı iş, îmânı olmayandan görünürse buna İstidrâc denir Peygamberden zuhûr ederse buna da Mucize adı verilir. 

Kerâmet ikidir.

a- Kevnî (Sûrî) Kerâmet: Bir anda uzak yerlere gitme, ortada olmayanı gözler önüne serme gibi gözle görünen kerâmettir.

b- Manevî (Hakîkî) Kerâmet: Bu da bilgi, ahlâk ve ibâdet konularında gösterilen kerâmet çeşididir.

Sûfîler, evliyânın kerâmeti vardır, diye ittifak etmişlerdir.

Seyyid Muhammed Nûr da, kerâmeti kabul etmektedir. Fakat O, ikinci kısım olan, kerâmet-i ilmiyyeyi tercih eder. Olayları değiştirmekten daha çok gönülleri eğitmeye önem verir. Menba’u’n-Nûr’da anlattığı rüyalar ve insilâh olayı, müşâhede sahasından dışarı çıkmaz.O’na göre kevnî kerâmet gösteren, Ebu'l-Vakt'tır. İbnü'l-Vakt ise kerâmet göstermekten hoşlanmaz. Esasında peygamberler mucize, ehlullâhlar da kerâmet göstermeye rağbet etmezler. Çünkü o şeyler, Allâh’ın fiilidir. Eğer halk inat eder, peygamber ve velilere inanmazlarsa, o zaman fiilullâha inanmadıklarından üzerlerine ilâhî öfke iner. Bundan dolayı, nebiler mucize, evliyâullâh da kerâmet göstermekten kaçınırlar.

Seyyid Muhammed Nûr'un bir gün bir yere giderken, yanındaki müridi O’na: “Efendim, evliyâullâh bazen tayy-ı mekân (kısa zamanda uzun yol alma) edermiş” dediğinde, “İşte, biz de yürüyoruz ya” diye mukabelede bulunduğu rivayet olunmaktadır.O’na göre ilmî kerâmetler, kevnî kerâmetlere denk olmayan gerçek kerâmetlerdir. İlmî kerâmetler, kevnî kerâmetlerin aksine süreklidirler. 

YARATMAK

Seyyid Muhammed Nûr, bu görüşünü de vahdet-i vücûd inancı çerçevesinde değerlendirmektedir. Bu husustaki ifadeleri şöyle sıralanabilir.Büyük mutasavvıf Hacı Bayram Velî’nin, “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan aresinde” diye başlayan şiirinin açıklamasında; “Türkçe’ de Çalap, Allâh demektir. Ve şâr’dan maksat, Cem’u’l-Cem’ mertebesi ile hakîkat şehridir. Yaratmış demek, izhar eyledi demektir. Zîra yaratmak, manevî vücûddan sûrî (bedenî) vücuda geçmek anlamındadır. Zâhir ehlinin, yokluktan vücuda gelmek diye anladığı gibi değildir.” der.Buna göre, halkın vücûdu görüntüdür, vücûd değildir. Hak Teâlâ’nın tecellîlerindendir. Bilindiği üzere, tecellîlerin zuhûru olur, vücûdu olmaz.

Hz. Alî (K.V.)’nin şiirini açıklarken de “Hakîkatta ve nefsü’l-emirde, kar suyun gayrı değildir. Ancak su, havanın soğuması ile kar sûretinde görülür. Bu halde su ismi gizlenir, kar ismi ortaya çıkar. Gerçekte bir “şey”dir. Buna göre halk, Hakk’ın zuhûrudur ve her sûretle görünür. İşte bu cilveleri, halk’a isim olmuştur. Gerçekte yüce zâtlarından başka zât yoktur. Bütün halk namıyla olan cilvesi ve zuhûrudur.Hakk’ın tecellilerinin halk adıyla zuhûra gelmesini icat eden zât, Allâh’tır. Bir diğer ifadeyle, icat edilen eşyâ, zâtın ism-i zâhir ile zuhûrudur. Şurası bilinmeli ki, bu eşyâ evvelden yok idi de, sonradan vücûd buldu demek isabetli değildir. İsabetli olan, eşyanın vücûd-ı ilmîden, vücûd-ı ayânîye çıkmış olmasıdır.Yaratmak zuhûra getirmek olduğuna göre, bu mümkinât tafsîlât-ı Muhammediyye’dir. Hakk’ın bâtınına Cem’-i İlâhi, zâhirine Cem’-i Muhammedî denir. 

ÂLEM

Seyyid Muhammed Nûr, vahdet-i vücûd nazarıyla baktığından, O’na göre âlem Hak’la beraber vardır. Bu açıdan âlem, mutlak olan cins, nevi’ ve şahsiyle kadîmdir. O’nun meydâna gelişi zamana bağlı değildir, zatîdir. Çünkü hakâyık, dışarıdan bir etkiyle yaratılmış değildir. Burada hâdis ve değişken olan Hakk’ın vücûdundan tecellî yoluyla meydâna getirdiği hallerdir. Hudûs adı, ona Hakk’ın tekaddümü olduğundan ve zâtından bir tecellî olduğundan gelir. Hakâyık, Hakk’ın Hazret-i Ceberûtiyye’sidir. Zaman denilen mefhum hiçbir zaman var olmadığından, âlemin hudûsu zamanî olmayıp, kendi özünde bulunduğundan zatîdir.

Daim ve Bâkî olma sıfatına sahip olduğundan Allâh, şüphesiz ezelden ebede bu sıfatların gereği, ahkâmını uygular. İcrâ ettiği ahkâmdan biri olan âlem, eşyâ-yı mümkine ve a’yân-ı sâbitedir. Âlem, ilimde esmânın sûretleri ve hariçte taayyündür. Bu itibarla bakıldığından âlem, ayn-ı zât olduğundan ve zât dahi daim ve bâkî olduğundan zü zıll (gölge sahibi) yok olmadan gölge dahi yok olmaz.Alem, mezâhir-i ilâhiyyedir. Hz. Ya’kub, oğlu Hz. Yûsuf’u ararken çocuklarıyla aralarında geçen konuşma buna işaret eder. Şöyle ki; Hz. Ya’kub, oğlu Hz. Yûsuf’u araştırır-soruştururken, diğer çocuklarının “Gelen geçenden Yûsuf’u sormanda ısrar edersin. Bu ısrardan vücûdun zayıf olur veya kendini helâk edersin” dediklerinde, onlara cevaben “Ya'nî, benim kime şikâyet ettiğimi zannediyorsunuz? Ben ancak, gelen giden mezâhir-i ilâhiyye olmakla onlarda zâhir olan Hak Teâlâ’ya şikâyet eylerim. Siz ise bu makâmı bilmezsiniz” deyip, yaratılanların Hakk’ın birer tecellisi olduğunu anlatmak istedi.

Bu âlemde, gayrullâh görmeyenlere Sıddîkîn denir. Onların dayandıkları hep Hak’tır.Yukarıda geçen zevkleri alabilmek için zât, sıfat ve Ef’âli tamamen Hakk’a teslim edip, fenâ-i küllî ile Hak’ta fâni olmak gerekir. Bu halde sâliki, Hak, kendine yakın kılar ve o, ayn-ı Hak olma şuhûduna sahip olur.Âlem ve bu görünen sûretlerin hepsi, zâtın vahidiyyetle zuhûrudur. Ondan gayri hiçbir zâhir yoktur. “Şey”, nefsü’l-emirde yoktur. Zîra “şey”, hakikatiyle ma’dum (yok) ve mefkûddur (kayıptır). Ancak, görünen vücûd-ı ilâhîdir. Fakat bunun örtülü olması, isimleri yönündendir. Arif-i billâhtan gayri kimse göremez. 

ÖLÜM

Tasavvufta ölüm hiçbir zaman, genellikle bizim ona verdiğimiz olumsuz manayı taşımaz. Tasavvufî çaba ve gayretin büyük bir kısmının, Allâh aşkı ile yakından ilgili olan ölüme hasredildiğini söyleyebiliriz. Gerçekten çaba ve gayretlerini bıkıp usanmaksızın ölüm arayışı olarak tarif eden sûfilerin sayısı pek çoktur.

Seyyid Muhammed Nûr, ölüm hakkındaki görüşünü özetle Fâtiha sûresini tefsir ederken belirtmiştir. Buna göre: “Kıyamet gününün maliki Allâh Teâlâ hazretleridir. Kıyamet günü demek, haşir ve neşir günü demektir. Haberde şöyle gelmiştir: اِذَا مَاتَ اْلعَبْدُ قَامَتْ قِيَامَتُهُ Ya'nî, “Kişi öldüğü vakit, kıyameti kopar” demektir. Ölmek ise iki kısımdır. Birincisi; Mevt-i Iztırarî, İkincisi; Mevt-i İhtiyarî’dir. Mevt-i Iztırarî; Herşeyin ölümüdür. Kur'ân-ı Kerîm’de “Her canlı ölümü tadıcıdır” âyet-i kerîmesi bu gerçeği beyan eder. Mevt-i İhtiyarî ise, kâmilîn’e mahsustur. Haberde şöyle vârid olmuştur: مُوتُوا قَبْلَ أنْ تَمُوتُوا “Ölmezden önce ölünüz” ihtiyarî ölüme işarettir. Mevt-i İhtiyarî; fenafillahtır. Fenafillahta ölen yüce taifenin haşir ve neşirleri, dünyada olur. Mevt-i Iztırarîleri ise, dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göçmeleridir. Bu yüce tâife mekân ile mukayyet olmadıkları gibi, kevn ile dahi mukayyed olmazlar. Kâmilîn’den olmayanların ölümleri ancak ıztırarîdir. Bunlar da iki tâifedir. Mü’min-i takiyy ve kâfir-i şakiyy. Mü’min-i takiyy, öldükten sonra onun rûhu, İlliyyîn ile mukayyed olur. Kâfir-i şakiyy ise, Siccîn ile mukayyed olur. 

AHİRET

Dünya hayatının bittiği an başlayan Hayât demek olan ahiret konusunda Seyyid Muhammed Nûr, özetle şöyle demektedir:“Ahirete hakikatçe vakıf olmak istersek, bilmeliyiz ki; ahiret âlemi, emir, gayb ve melekût âlemindendir. Ceset ve cisimden oluşan ve kevnü fesâd âlemi denilen şehadet âleminden değildir. Ahiret âlemi, rûh-ı izafî de denilen emir âlemidir. Allâh Teâlâ:

“Sana rûhu sorarlar. De ki: Rûh, Rabbimin emri (cümlesi)ndendir.” buyurduğu bu mesellidir.

Emir âlemi, Gayb âlemi ve Melekût âlemi hepsi bir anlama gelir.

Ahiret işleri, Avâmın kabul ettiği gibi değildir. Oranın işleri, emir âlemine uygun işlerdir. Nefs-i natıka denilen yalnız rûh olup, ruhla beraber cisim değildir. Çünkü cisim değişir. Meselâ, Zeyd’in zâtı. O’na değişme yoktur. Açıklamaya çalışalım. Zeyd’in cismi 20 senede eriyip, tamamen değişir, ondan bir şey kalmaz. Ama zâtı, küçüklüğünde ne ise, büyüklüğünde de odur. Değişmez, bâkî kalır. Bundan anlaşılan şudur ki, iade edilen ruhtur, ceset değildir. Onun avdeti de teşekkül ile olur. Ya'nî, a’mâl-i hasene güzel sûretlerle, a’mâl-i seyyie de kötü sûretlerle teşekkül eder. Çünkü Berzah âlemi olsun, Ahiret âlemi olsun, oradaki manâlar sûretleri zuhûra getirir ve bu sûretlerle zâhir olurlar. Böylece rûhlar da orada bu sûretlerle görünürler. Cenab-ı Hak buyurur:

“O günde ki (bütün) sırlar yoklanıp meydâna çıkarılacaktır. Artık onun için ne bir kudret, ne de bir yardımcı yoktur.”

Arifler, Berzah ve Ahiret âleminin misâl âleminden olduğunu bildikleri gibi, bu âlemin de misâl âleminden olduğunu bilirler. Onlar, insanlar öldükten sonra uyanacaklarını haber veren Peygamber Efendimizin hadisine inanırlar. Ölümün dahi ihtiyarî ve Iztırarî olduğunu kabul ederek, ihtiyarî ölümün fenafillah olduğunu görürler. Bundan sonra bekâbillâh ile dirilirler. Bu olaya Büyük Kıyâmet derler. Bu hal ile daha dünyada iken intibaha gelirler. Bu zevke ancak evliyâdan asfiya olan arifler ererler. 

RU’YETULLAH

Ru’yet; Dünyada ve ahirette gözle müşâhedeye verilen addır.

Allâh Teâlâ’nın görülmesi demek olan bu kavram hakkında sûfîler, Allâh’ın ahirette yalnız mü’minler tarafından görüleceğine ittifak etmişlerdir. Bu hususun aklen caiz, naklen vacip olduğunu söylerler.

Seyyid Muhammed Nûr da ru’yetullâh’ı kabul etmektedir. O’na göre ahiret âlemindeki görme de sûretle olup, mutlak olarak görülme yoktur. Mûtezile mezhebinin Hakk’ı kaydetmemek için ahiretteki görmeyi inkâr etmesi manasızdır. Çünkü Hak, ahiret âleminde sûretle görülecektir. Şöyle ki; Cenâb-ı Hak, önceleri bir sûretle zâhir olup "Kalu Bela" diye hitap edecektir. Ezelde “Ben sizin Rabbınız değil miyim” diye sorduğunda o zaman arifler nasıl "Bela" dedilerse, ahirette de diyeceklerdir. Ama mahcûb olanlar, نَعُوذُ بِا للَّهِ neûzü-billâh diyerek inkâr edeceklerdir. Sonra Cenab-ı Hak, diğer bir sûretle (Gafûr ve Rezzâk gibi) görünecek ki, mahcûblar O’nu dünyada bu sûretle bilirlerdi, işte o zaman, hicâb ehli secdeye varıp, onu ikrar edecek. Ama uzun süreli secdede kalamayacaklardır. Arifler ise, Hakk’ı dünyada her yüzden seyredip ikrar ettiklerinden ahirette de aynen her yüzden seyredip ikrar edeceklerdir. 

SONUÇ

Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yetişen, tahsiline Kahire’de başlayıp, Yanya ve Mekke’de devam eden Seyyid Muhammed Nûr, müderrislik hayâtına Rumeli’de başlamış ve adını burada duyurmuş bir şahsiyettir.Tahsili sırasında çeşitli tarîkatlara da girerek, onlardan hilâfet belgesi almıştır. Asıl ününü, Melâmet neş’esinde karar kıldıktan sonra kazanmıştır.Medrese eğitim ve öğretimine, ilm-i ledün diye de adlandırılan Melâmet zevk ve neş’esinin eğitim ve öğretimini ilave etmiştir. Melâmet zevkinin telkîni diyebileceğimiz bu uygulamayı, kendi yorum ve düzenleyişiyle sunmuştur. Bu yeni düzenlemeyle İşrakilik’in önüne geçtiği ifade edilir.

Yetiştirme metodu dediğimiz Melâmet neş’esinin yeni düzenlemeyle telkinini Seyyid Muhammed Nûr, Risâle-i Sâlihiyye’sinde açıkça belirtmiştir. Özetle; zikir eğitimiyle başlayan yetiştirme işlemi, fenafillah mertebeleri olan Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfât, Tevhîd-i Zât mertebelerinin telkîni ve bunların yaşanmasıyla devam eder. Hakk’ta yok olma düşünce ve idrakine kavuşan sâlike bu kez, Bekâbillâh makamlarının telkîni yapılır. Bu mertebeler de, Cem’, Hazretü’l-Cem’ ve Cem’u’l-Cem’ diye adlandırılmaktadır. Yalnız salik bir mertebeden diğerine, ancak, zevkettikçe mürşidi tarafından yükseltilir. Yok olma şuurunun ardından, bu makamların zevkiyle var olma şuuruna erilir. Ona göre salik erdiği bu manevi hazzı dünyada yaşarken bizzat hareketleriyle ispat etmesi gerekir. Tek yetîm-i hakîkî Hz. Muhammed (S.A.S)’e ait male’l-yetîm olan Ahadiyyetü’l-Cem’e kimse ulaşamaz. Çünkü Allâh böyle emir buyurmuştur.

Vahdet-i Vücûd prensibinin ağırlıkla işlendiği eserleri takrir ve şerh eden Seyyid Muhammed Nûr’un bu takrir ve açıklamaları o esnada hazır bulunan talebeleri tarafından kaleme alınmıştır. Bunların sayısının 99’a vardığını söyleyenler varsa da elimizdeki sayı 65’tir. Bu sayının 19’u Arapça, 46’sı da Türkçe eserlerden oluşur. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla irili ufaklı 15 eseri basılmış ve yayın hayâtına sunulmuştur.

Seyyid Muhammed Nûr’un, devrinin önemli simaları üzerinde etkili olduğu görülür. Bunların içinde belli başlılarından bazıları, bu çalışmamızda hayât hikâyeleriyle sunulmuştur. Bu zâtların, bulundukları toplum içinde öne çıkan kişiler (vali, müderris, müşîr, şeyhülislâm gibi) olduğu dikkati çeker.Hicrî III. asırda Hamdûn Kassâr ile başlayan, Allâh yoluna gidişin en tükenmez sermayesi olan Melâmet düşüncesi, milâdi XV. Yüzyılda Hacı Bayram Velî’de yeniden şekillenmiş ve nihâyet milâdi XIX. Asırda Seyyid Muhammed Nûr’da son devresine ulaşmıştır.

Seyyid Muhammed Nûr, iç dünyanın aydınlatılmasını, melâmet zevkini telkîn ederken çeşitli tasavvufî fikirleriyle sağlamıştır. O’nun mürşid-i kâmil ’in varlığına inancı kesindir. Mürşidi, bazen göz doktoruna bazen de ulu bir deryaya benzetir. İlm-i Tevhîd’e sülûk, mutlaka onunla gerçekleşir. Merâtib-i Tevhîd’i (Fenâ ve Bekâ makamlarını) yalnız, o telkîn eder. Başka bir şekil ve yolla anlaşılması mümkün değildir.Vahdet-i vücûd, onun düşüncesinde önemli bir yer tutar. Hatta bir ideal haline gelmiş görülmektedir. Ancak bu ideali hulûl ve ittihâd gibi iki batıl akımdan korumaya son derece özen gösterir. Ona göre hulûl ve ittihâd, iki ayrı varlık arasında olur. Gerçekte ise, bir varlık vardır, O da Hakk’ın varlığıdır. Halkın vücudunu, varlık olarak görmez. Halk, Hakk’ın zâhir ismiyle zuhûrudur (görünümüdür), inancına sahiptir.

İkilik perdesinin kalktığı hakîkat yolunda giderken, ilmî kerâmetlere değer verdiğini her halükârda ifade etmektedir. Bu makâmda olanlar Evliyâullâh ve Asfiya gibi adlarla anılırlar ki; onlar dünya ve ahiret kaygusundan geçip, vâsıl-ı ilâllâh olanlardır. Ona göre, vâsıl-ı ilâllâh olanlar aynı zamanda Nûr-ı Muhammedî’yi her şeyin aslı olarak görürler, ibâdetlerini ubûdet zevkiyle ya'nî âbid-ma’bûd bir şuhûduyla yaparlar. Çünkü onlar, ölmezden evvel ölme sırrına ermişlerdir. Iztırarî ölümlerinde de ruhları, hiçbir âlemle mukayyed olmayacaktır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Seyyid Muhammed Nûr, kendinden önceki tasavvuf erbabı gibi, sevenlerinin iç dünyasını ma’mur ederek işe başlamış, böylece; iç dünyası ma’mur olanın, dış dünyasının da ma’mur olacağı hakikatini vurgulamak istemiştir. Bıraktığı eserler ve yetiştirdiği şahsiyetler, bunun en büyük delili ve göstergesidir.

f t g m