Kulluk - II. Bölüm
“Sana layık kullar” ın unutulmaz ve silinmez özelliklerinden biri de “ehl-i dert” olmaktır. Dert, lügatta sıkıntı ve eziyet manasına gelir. Derdin mukabili dermandır. Şifa ve ilaç demek olur. Dertli olan derman arar, susuz kalanın pınar aradığı gibi. Ehl-i dert olmak, derdin ehli yani tanıyanı-bileni olmak demektir aynı zamanda. Derdi bileceksin ki dermanını araştırıp bulasın. Bidert=dertsiz olan pek makbul tutulmamıştır. Dertli olan ince düşünceli olur, halden anlar, mangal yüreklidir, herkesin yardımına koşar. İyilikler bütünüyle kendinde toplanmıştır. Gece gibidir, bütün eksiklikleri örter, gündüz gibidir bütün güzellikleri sergiler, gösterir. Çünkü o, Hakk’a o derece yakındır ki aralarında perde yoktur. Buna göre, derdin diğer anlamı “aşk” olsa gerek. Aşık ile maşuk bir madalyonun iki yüzü gibidir. Onun için bütün ehl-i vahdet “dert” için adeta deli divane olmuşlardır. Derd’i öve öve bitirememişler ve ehl-i derdi en ulvi mertebe ve menzileye oturtmuşlardır. Mesela;
Aşkıma aşk kat - derdime dert kat (Ahmet Kumanlıoğlu ef. hz.)
Misl-i behime olup bidert olanı sevmezem
Mübtela-yı biilac dertlileri çok severim (H.Fehmi Tezdoğan ef.hz.)
Ey derde derman isteyen - Yetmez mi dert derman sana (N.Mısri hz.)
Derd-i dile derman olur - Esrar-ı zikrullah ile (Sultan Ahmet Ef.)
Ehl-i dert kullar ile hemdem olmak; onların yanında ve meclislerinde bulunmaktır ki çok matlup ve merguptur. Buğday üreticileri çok iyi bilirler. Buğdayı un yaparken başak tanelerinin yanında sapları da öğütülür ve un olur. Birbirine karışırlar ve ayırt edilmesi mümkün olmaz. Koku satan dükkanda oturan da o kokularla dolar ve misk gibi ortalığa koku saçar. Bunlar gibi Hakk’a layık kullarla hembezm olan, aynı çatı altında bulunup aynı havayı teneffüs edenler aynı ünvanı taşımaya hak kazanırlar.
Uyur idik uyardılar - Diriye saydılar bizi diyor, Pir Sultan Abdal bu yerde.
Kul olmak başlı başına dertli olmak olsa gerek. Ana karnında bebek anasından otomatik beslenirken mukadder akıbet dünyaya geliyor ve dünya hayatının gereği yaşam başlıyor. Önce ağlamak, sonrası acıkmak ve ana sütü ile beslenmek. Vahdetten kesrete çıkan salik, kulluk libasını giyiyor ve şeriat makamında mükellefiyeti kazanarak sorumluluğu yüklenip başlıyor dertlerle boğuşmaya. Amma da güzel bir sahne. Yaşamak bir dert, para kazanmak bir dert, haydi artık büyüdün evleneceksin bir dert, çoluk çocuğa karışacaksın başlı başına bir dert, ha okuyacak adam olacak milletine yararlı olacaksın, bu da bir dert. Aman ne ala memleket diyeceksin ama öyle değil… Burada ne güzellikler saklı. Kenz-i mahfi’den gelip kesret aynı vahdet zevkiyle yaşamanın güzellikleri. İşte bunun için ehl-i dert olmak gerekli. Bize dediler; nikbin=iyimser bakın bu aleme ve zuhurata, bedbin=kötümser değil. Onun için de gönül tabibine yolladılar da kalbimizdeki masiva, reyb ve kazuratı söktü çıkardı. O tabip gözümüze de baktı, muayene etti ve dedi ki; sen ağyar görüyor, hala ikilikte geziyorsun, böyle sonuca varılmaz. Tuttu, gözümüzden perde-i gafleti kaldırdı, hicab-ı isneyniyeti ref’etti. Geri kalan azalarımızda da aynı işlem, fazlalıklar=kedurat alındı, rahatladık. Oh be dünya varmış. Şükürler ve hamdü senalar sana Ya Rab… Sırtımıza yük olan ağırlık veren dertlerin içinden sıyrılıp kurtulduk. Yüce Mevla “Sırtına ağırlık veren vizri=şirk günah yükünü senden kaldırmadık mı”(İnşirah,94/2-3) müjdesini sunuyor bu hususta. Ehl-i dert olduk ama derdin içinde dermanı bulduk. İşte bu özel ve güzel insanlarla birlikte olunur. Bunlar “sana layık kullar” dır. Ve bunların sohbeti bu dili anlamayanlara mahremdir. (Not : 15.08.2009 Cumartesi’den beri Simav’dayız)
Mahrem, haram; harem, hürmet; mahrum, harim; ihtiram ve muhterem aynı kökten türemişlerdir.Yerine göre çeşitli değişik anlamlar yüklenirler. Başta, saygı ifade eder, yasak manasını da taşır. Mahrem, gizli ve saygılı olma demektir. Kıymetli olan nesneler yabancılara mahremdir, örtülüdür. Layık olamayanlar ve olmayanlara ilm-i ledün sırları yasaktır, mahrem olmuştur. Çünkü bu esrara herkes vakıf olamaz. Cenab-ı Hak “Bu Kur’an’ı biz dağa indirseydik, sen dağı Allah korkusundan eğilmiş ve parçalanmış bir halde görürdün” (Haşr,59)21) ve “Biz emaneti göklere ve yere ve dağlara arz ve teklif ettik, onu yüklenmekten çekindiler ve kaçındılar. Ama onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim ve çok cahildir” (Ahzab,33/72) buyurmaktadır.
Mescid-i Haram, çok hürmetli bir yer olup Müslüman olmayanların girmesi yasak olan mescidimizdir.(Bkz.Tevbe,9/28)
Kur’an-ı Kerim, kutsal kitabımız olup esrar-ı namütenahiye sahip yüce bir emanettir. “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” (Vakıa,56/79) ayet-i kerimesi bizim, nasıl davranmamız gerektiğine işaret etmektedir. Hz.Musa(as) ilm-i ledün sırlarına vakıf olmayı taleb ettiğinde Cenab-ı Hakk’ın “kullarımızdan biri”(Kehf,18/65) dediği ve bizce Hızır adıyla bilinen mahremde tutulan o mana yükü, “-Sen bu işi beceremezsin”(Kehf,18/67) diye hitap ederek konunun zorluğuna işaret etmiştir. Buraya varlığından tümüyle geçenler talip olabilir, kelleyi koltuğa alanlar; serdengeçtiler, darağacına çekilmeyi göze alanlar süluk eder. Hak dost ne diyor: “ Bu bir rıza lokmasıdır-Yiyemezsin demedim mi” İmam Hüseyin ile birlikte Kerbela Meydanı’nda kelle koltukta şahlananların altından kalkabileceği “yük”tür bu. Değme kişilerin yapabileceği bir iş değildir bu sırlara agah olmak.
İşte “sana layık kullar” dan birkaç misal ve onların yüklendiği emanet olan esrar-ı ilahiye ve hikmet-i rabbaniye ki biganelere mahremdir. Ehl-i dert olmayanlara bu raz=sırlar açılmaz, mahremdir. Açılırsa ne olur, hem sırlara yazık olur boşa gittiği için, hem de açılan layık olmayanlara taşıyamadıkları için. Mahrem tutmak her iki yönden faydalıdır böylece. Bu esrar-ı ilahiyyenin dile getirilmesine sohbet, o meclisi kuranlara da ehl-i sohbet yani ashap denir. Ashap olanlar, gönül gözü açık olanlardır ve onlara esrar-ı hakikat emanet edilir. Sohbet arkadaşlık yapma ve kurma sanatıdır. Sanatkarlar ince ve hassas ruhlu insanlardır ve gayet nazik ve nazenindirler. Hz. Peygamber’in ashabı huzur-ı nebevide o kadar dikkatli ve rikkatli idiler ki sanki başlarının üstünde kuş var idi de onun uçmasından endişe ettiklerinden nefeslerini bile tutuyorlardı. İşte ehl-i dert olanlar bu derece kibar oluyorlar ve meclislerinde yapılan sohbetler de ağyara mahrem oluyor. Süleyman Çelebi hz.’nin niyazı da bu işte. Ruhu şad olsun, amin.
Sohbet konusuna gelince; dostlar meclisinde yarenlik yapılır ya işte sohbet bunun adıdır. Yani canların dilleri ve gönülleriyle birbirine sahip çıkması, birbirlerini koruması.
Sohbet-i tevhid-i Hakk’a daldılar ihvanımız
Filk-i kalbi bahr-i aşka saldılar ihvanımız
Dizelerinde, H.Ömer Lütfi hz. korunacak sohbetin Hakk’ın vahdaniyet sırlarının konuşulduğu ve tahsil edildiği sohbet olduğunu ihtar ediyor. Vahdaniyet menziline ve oradaki esrar ve hikmetlere vuslat, ancak aşk denizine gönül kayığını salmakla mümkündür. Bunu da ancak iman ve takvada derinlik kazanmış evliyaullah yapar. Hasan Fehmi hz. bakın ne diyor;
Bahr-ı ilmine kayık salmak bana mümkün değil
Eyle himmet Fehmi’ye yolundayım çün bir feda
Bu dizeler Şeyh-i Ekber için yazılmış. O’nun sonsuz derinlikteki ilminin denizine “kayık” salamıyor Efendimiz. Niyazi Sultan da; Ev edna’nın bahrına hergiz gemi salınmaz derken o iklimin çok zor seyri olduğunu ve girenlerin geri gelmediğini haykırıyor. Ev edna makamı, makam-ı Mahmud diye de adlandırılan makamat-ı Tevhid’in son durağıdır ve asaleten Peygamberimiz’e (sas) mahsustur. (Bkz.İsra,17/79) İşte bu yerler mahremdir. Yine Hasan Fehmi hz.ne kulak verelim; Fehmi mahremdir hakikat bahrının gavvasıdır dizesinde hakikat, ledün, sır, hikmet ve mana ilminin mahrem=gizli olduğu vurgusunu tekrarlıyor. Ama kendisinin de dalgıçlık payesi ile oradaki mücevheratı çıkarmaya yetkili kılındığını da beyan ediyor. Bir diğer ilahisinde; Mutu kable’ sırrın mahrem eylemiş derken ilm-i ledünn’ün özünde “ölmeden evvel ölmek” sırrının var olduğu ve bunun da mahrem tutulduğu gerçeğini hatırlatıyor. Demek ki “sohbet” bu anafikir etrafında devrediyor, seyrediyor. Ölmeden önce ölme hikmeti ve nüktesi ülü’l-elbab, ülü’l-ebsar=gönül ehli bahadırların lügatinde ve hazinesinde saklıdır. Hazineye de ehl-i dert olanlar el atabilir, aşk kervanının yolcuları ulaşabilir. Çünkü onlar bu uğurda her türlü tehlike, mihnet ve badireyi göze alırlar ve de hiçe sayarlar. Hallac Mansur, Nesimi, Sütçü Beşir Ağa, Niyazi Mısri ve diğer örnek şahsiyetlerde olduğu gibi.
Liyakat, bir işe girerken aranan en gerekli şartlardan biridir. Ehil olmak önemli avantajdır. Liyakat da ehil olmanın olmazsa olmazlarındandır. Erenler meclisinde yer alma ve bulunabilmenin pahası biçilmez. Orada huzur vardır, neşe vardır, saadet-i ebediye vardır. Bu mecliste hemdem olmak iki cihan mutluluğu değerindedir. Onun için de liyakat belgesi aşk-ı ilahi ve hubb-i nebeviyi tedarik etmek lazımdır. Onlar da bir mürşid-i kamilin dizinin dibine çöküp elini öpmek ve telkinine kulak ve gönül vermekle elde edilir.Efendi babamız Ahmet Kumanlıoğlu hz. tevhide intisabın ve sohbet meclisine liyakatın buradan; diz çökmek eyleminden geçtiğini şu tatlı sözleriyle haykırıyor;
Derviş gönlüne aşk düşene derler
Arayıp şeyhini bulana derler
Diz çöküp elini öpene derler
Neylesin gafil o,aşk olmayınca
Muhabbet kapısı açılmayınca
Ve diğer bir yerde;
Diz çöktüm şeyh önüne
Girdim gönül evine
Doladığı dilime
Allah Allah Allah’tır
der ve dediğini yapar. Sana layık kullar” dan ‘biz’lik şuurunun kazandırıldığını çıkarıyoruz aynı zamanda. Çünkü ‘kullar’ sözü dikkat edilirse çoğuldur. Benlik sevdasını terkeden, ben demekten vazgeçen ve böylece benliğinden halas olan kul bizlik dairesinin içine dahil olur ve bu neşeye sahip olan canlar hep “biz” derler. Bizlik makamında seyredenler alemde Hak’tan başka bir şey görmezler. Kullara düşen biz zevk ve şuhudunda olmaktır. Çünkü Ben’lik Hakk’ın tasarrufunda, mülkünde ve de mülkiyetindedir. “Muhakkak ki Allah Ben’im ben… Ben’den başka ilah yoktur. O halde Bana tapınız” (Taha,20/14) ayeti buna delildir.
Her derde deva Fatiha Suresi’nden bu doğrultuda netice elde edilir. Fatiha, yedi ayetten oluşmaktadır. Yedi ayet ilm-i tevhid’in yedi mertebesine tekabül etmektedir. Üçü fenafillahı, dördü de bekabillahı ifade ve işaret eder. Bekabillah’ın ilk ayağı Cem makamıdır, sahv-ı evvel=ilk uyanış diye kabul edilir. Arkasından gelen Hazretü’l-cem makamı ise kulluğa tenezzülü içerir ve sahv-ı sani=ikinci uyanış diye değerlendirilir. Cem’ül-cem makamı da sahv-ı salis olup üçüncü uyanıklığı karşılar. Sahv’a fark da denilmektedir. Farktan önceki üç mertebe sekr=sarhoşluk mertebeleridir. Salikin, fena-i efal ve sıfat ve vücud ile kendi mevhum varlıklarından halas olduğu mertebelerdir ki o anda sarhoşların hali gibi kendini bilmez.
Ömer bin Hattab (ra) dan rivayet edilen Cibril hadisi İslam, İman ve İhsan derecelerini içerir. Gönül ehli ariflerin en büyük dayanaklarından biri olan bu hadis-i şerifte Rasulullah Efendimiz(sas) inanç mertebelerinin sıralamasını ümmetine takdim ediyor ve bunun Cebrail (as) tarafından talim ve telkin edildiğini buyuruyor. İslam maddesinde İslam’ın beş şartı olan kelime-i şehadet, namaz, oruç, zekat ve haccı, İman maddesinde de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı beyan ediyor. Üçüncü mertebe İhsan’dır ki onda Allah’a sanki O’nu yani Allah’ı görüyormuşçasına ibadet=kulluk etmek şuurunu veriyor. Eski tabirle rai,mer’i ve rüyet yani gören, görünen ve görmek üçlüsü kesretin=çokluğun alametidir.Bu kesreti ihsan derecesini yaşayan salik vahdet neşesinde zevkeder. Çünkü onlar için kesret aynı vahdet, vahdet ise aynı kesret şuhut edilir. Ayrılık sadece isimdedir. Bu yüce zevki “sana” ifadesinden çıkarıyoruz. Çünkü “sen” olan yerde “ben” de vardır. Ben ve sen zahirde iki ve çok gibi algılansa ve görünse de hakikatte birdir. Birliğe ulaştıran ben ve senin birleşip=tevhid edip “biz” olgusunu ortaya çıkarışı, gözler önüne sergileyişidir.
Bu hadiste aynı zamanda zamanımızda uygulanan biat=beyat, intisap ve de teveccüh adı verilen mürşid-i kamilden alınan telkindeki tatbikat şeklini, prosedürü görmekteyiz. Şöyle ki; mürşid ile mürid diz dize, müridin elinin üzerinde mürşidin eli ve sadece onlar. Peygamber Efendimiz’e Cebrail (as) ın telkin ve talim biçimi. Demek ki yapageldiğimiz uygulama bize buradan, nebevi kaynaktan gelmektedir. Bu gerçeği “Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir” (İnc.Fetih,48/18) ayet-i kerimesi de teyid etmektedir. Üstadımız Hasan Fehmi hz.leri bu mübarekleri tanıtırken şöyle diyor:
Bunlardır Hakk’ın kulları - Takdir’e bağlı işleri
Kur’an okur hep dilleri - Hep gördüğü didar olur
“Sana layık kullar” iltifatına uğrayanlar Hakk’ın kullarıdır, “İbadu’llah”(İnsan,76/6) vasfını kazanmışlardır. Hakk’ın kulu ünvanına layık görülenlerin bu dizedeki özellikleri şöyle sıralanmıştır:
- Onlar takdir-i İlahiye boyun eğmişler, bağlanmışlar ve teslim olmuşlardır. Kader’e imanın mümin olma şartlarından biri olduğuna canü gönülden inanmışlar ve ona sarılmışlardır.
- Onların dillerinde Kur’an vardır. Yani Kur’an-ı Kerim’in emrettiğini yapar nehyettiğini de yapmazlar. Dillerinden zikir, dua ve salavat hiç eksik olmaz.
- Kader’e inanıp hükmüne rıza gösteren, dili zikrullah gönlü fikrullah ile bezenen bu güzel insanların nazarları da hep Hakk’adır, Hakk’ın didarınadır, cemalinedir, vech-i pakinedir. Bunlar her zerrede cemal-i yari seyrederler. Çünkü fena fillah süzgecinden geçip, fani ve mevhum varlıklarından kurtulmuşlardır. “O gün yüzler parıldar ve Rab’lerine nazar ederler”(Kıyame, 75/23) ayeti bunlara işaret eder.
“Çalışanların mükafatı ne güzeldir”(Zümer,39/74) ayeti layık kul olmak için gayret gösterip çalışanların yerlerinin cennet – efal,sıfat va zat cennetleri - olduğunu ve oradan da cemal-i ilahinin seyir ve müşahede edildiğini muştulamaktadır.
23.12.2009