Merhum Mehmet Dumlu Efendimizle, dergimizin 2. ve 3. Sayılarında iki bölüm halinde yayınlanan bir röportaj yapmıştık. Röportajı, Zeki Dursun gerçekleştirmişti. Aradan beş sene geçti. Ve artık bugün Mehmet Dumlu Efendi zahiri itibarı ile aramızda değil. Kendisini saygı ve rahmetle anmak; anarken kendi istifademizi arttırmak için o röportajı 34. Sayımızda bir kere daha yayınlamak istedik. Allah, istifade edenlerden olmamızı nasip etsin.
Kendim kendimi kaybettim,
Kendim arar kendimi
Kendim kendime gerekse
Kendim bulsun kendimi
Allah’ı anmak, soluk almak gibi devamlı olmalıdır. Zikir farkında olsak da olmasak da devam eder ancak farkında olmak, marifetullahtır, arif olmaktır. “Allah’ı çokça zikrediniz” Buradaki çokça kelimesinden ne anlaşılır? Günde ne kadar? On bin mi? Üç bin mi? Yüz bin mi? Madem çok zikredin emri var Kur’anda… Süleyman Çelebi bunun adetini miktarını şöyle söylüyor: “Her nefeste Allah adın di müdâm” “Sen Güneş’i Güneş’le görüyorsun!” Yani Allah’ı, Allah’la görüyorsun. Mağaraya girdi Resulullah. İşi ne? Tefekkür. Akşam oldu orada kalacak değil. Mağaradan çıkıp eve gitmesi lazım. Mağaradan çıkarken şöyle bir söz duydu: “Merhaba ya Muhammed!”
Alman sosyolog diyor ki: “Hz Muhammed dokuz sene sabretti, sonunda üç kıtaya hükmetti”
Mürşidine teslim ol mevtalar gibi, sûkut eyle göz yum amalar gibi
Niyazi Mısri divanı benim azizimden bana mirastır. Ben gurbete çıkarken yanıma hep bunu alırdım. Çantama ilk onu koyardım.
Birdenbire: Efendim, zikirle başlasak… Zikir nedir? Zikrin insan için gerekliliği nedir? İnsanlar neden bir mürşid-i kamile gidiyorlar? Neden zikir alıyorlar? Neden ders alıyorlar? Bu bir gereklilik mi? Emri ilahi mi?
Mehmet Dumlu Efendi: Zikrin Türkçe karşılığı, anmak demektir. Hatırlamak… Lafız olarak ifade edersek Lâ ilâhe illallah, Allah, Hak, Hu, Hay zikirdir. Şu sohbet de zikirdir. Bizim sohbetimizde söylerler ki:
Zikir kalbin kalayı, çalışmaktır kolayı
Dört kitabın manası Lâ ilâhe illallah
Siler gönülden pası Lâ ilâhe illallah
Budur esmanın hası Lâ ilâhe illallah
Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde zikir ayeti vardır. Hatırlamaktır, sevenin sevdiğini hatırlamasıdır zikir.
Birdenbire: Özür dileyerek sormak istiyoruz Efendim, acaba hatırlamanın olması için bir unutmanın, yani kaybediş halinin olması mı gerekiyor? Hatırlama bir unutma sözcüğünü de beraberinde mi getiriyor?
Mehmet Dumlu Efendi: O, öyle de düşünülebilir. Ama zikir, üç kelimeyi içinde toplar: zikir, zakir ve mezkûr. Zikir ana kelime, kök kelimedir ki ona mastar derler. Zakir, zikreden; mezkûr, zikredilen. Üçü de aynı şeydir bunların. Allah hem zakirdir, hem zikirdir hem de mezkûrdur. O kendi kendisinin zakiri, kendi kendisinin mezkûrudur. İnsan uyuyunca, yatakta dahi zikrederler… Onlar darken, Allah kimleri kast ediyor? Ehlullahı, gerçek insanları, kâmil insanları kast ediyor. Sıradan insanları değil! Onlar ayaktayken zikrederler… Anarlar, hatırlarlar… Her nefeste Allah adın di müdâm…
Birdenbire: Siz bize, farkında olarak yapılan zikirden bahsediyorsunuz değil mi Efendim?
Mehmet Dumlu Efendi: Farkiyet tabi. Olmadık bir şeyi değil, var olanı idrak etmek! Geçmiş hükemadan bir söz, güzel bir söz var: Dünyada her zaman, her yerden, her iklimden, her toplumdan kamil insan çıkar. Bunu bilmek, kabul etmek lazım. Epiktetos’un güzel bir sözü var: “Allah’ı anmak, soluk almak gibi devamlı olmalıdır.” Şimdi, Süleyman Çelebi bunu nasıl algılamış: “Her nefeste Allah adın di müdâm.” Demek ki derviş, mutasavvıf, muhib, sâlik, tâlib devamlı zikrullah ile meşguldür. Uyurken de zikirdedirler. Ayaktayken de zikirdedirler. Yattığı zaman da zikirdedirler. Bir babamız vardı, rahmetullahi aleyh… Bu yolumuzun büyüklerinden… “Görmediğim Allah’a tapmam oğlum” derdi. Mübarek, bir gün rahatsızlanmış; ziyaretine varıldı… İsmi Edip Nuri Edipoğlu. Bu mübarek yedi sene İngiliz’e esir düşmüş. Kaliçe cephesinden geliyor. Bu mübarek insan, fakirin elinden tutup Mürşid-i Kâmil’e götüren kişidir. Böyle bir insan böyle bir zat-ı âliydi. Uzun yıllar sohbetinde bulundum.
Zikir, farkında olsak da olmasak da devam eder; ancak farkında olmak, marifetullahtır, arif olmaktır. Farkında olmadığımız halde de zikir yapılır. Bir de farkında olarak yapılan zikir vardır. O bilerek yapılır. Nefes zikir değil midir? “Allah’ı çokça zikrediniz” (Ahzab 41) Buradaki çokça kelimesinden ne anlaşılır? Günde ne kadar? On bin mi? Üç bin mi? Yüz bin mi? Madem çok zikredin emri var Kur’anda… Süleyman Çelebi bunun adetini miktarını şöyle söylüyor: “Her nefeste Allah adın di müdâm” On bin, yüz bin değil, her nefes alış verişte… Farkında olsak da, olmasak da zikrin içindeyiz. Zikrullah ayetleri de pek çoktur: “Allah’ı çok zikredenler, felaha (kurtuluşa) ermişlerdir” (Ra’d 28) Felaha, kurtuluşa ermiş insanlar… Kelimeyi şöyle bir tekrar edelim: Zikir, anmak hatırlamak demek ise kim neyi hatırlayacak? Aslında O’nu O’ndan başkası zikredemez. Biraz evvel de söyledim Allah hem mezkûr, hem zikirdir. Bir kâmilin naz makamında söylediği şöyle bir söz vardır:
Kendim kendimi kaybettim,
Kendim arar kendimi
Kendim kendime gerekse
Kendim bulsun kendimi
Dikkat edilirse kendinden dışarı çıkmıyor. Kendi kendini buluyor, kendi kendini biliyor. O’nu O’ndan başkası bilemez! O’nu O’ndan başkası göremez! O’nu O’ndan başkası sevemez! O hem seven, hem sevilendir. Her hâli, kendinden kendinedir. Bizim yaptığımız ibadet veya kulluk O’nun bize lûtf u ihsanıdır. Yoksa biz O’nu zikredemeyiz. Şöyle bir misal verilir: Zifiri karanlığın içinde yürüyorsun, Ay da yok. Kelimenin anlamıyla tam bir zifiri karanlığın içindesin. Adım atıyorsun ama acaba çukura mı basacağız? Yoksa önümüzde yüksek bir yer mi var? Aşağı mı düşeceğiz? Dedik ya tamamen karanlık… Göz var ama görmüyor. Görmesi için ışığa ihtiyaç var. Buradaki ışık işte zikirdir. O’nu zakirler, O’nu zikredenler görürler. O’nu onlar görür buyuruyor. Evet zifiri karanlıktasın yürüyorsun, endişeli adım atıyorsun. Acaba çukura mı düşeceğiz korkusu içindesin. Zaman geçiyor; saat geçiyor; sabah tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamış. Zifiri karanlık bitti, artık adımını nereye attığını görüyorsun. Tan yeri iyice ağardı… Güneş çıktı ortaya. Başını kaldırdın ve diyorsun ki: “Ben Güneş’i görüyorum”. Güneş de diyor ki; “Bir saat evvel sen beni görmüyordun değil mi? Ama ben buradaydım. Başında gözün vardı, neden görmüyordun?”
Göz görme aracıdır. Işığa ihtiyacı vardır. Işık olmazsa göz işe yaramaz. Şimdi Güneş de diyor ki: “Bir saat evvel karanlığın içindeydin. Beni görmüyordun. Şimdi tuttun beni… Güneşi görüyorum, diyorsun.”Ben de diyorum ki: “Sen Güneş’i Güneş’le görüyorsun!” Yani Allah’ı, Allah’la görüyorsun. Daima bu böyledir. Arifler için her an tecelliyat vardır. Her an zikrullahın içindedir. Her nefes… Her nefeste Allah adın di mudâm Allah adı ile olur her iş tamam… Bunun için O’nun her işi kendi kendinedir. Kendinden kendine demek de budur. Euzubike ifadesi vardır… Gören O… O denizin kendisidir! Dalgayı denizden, denizi dalgadan ayırmamak lazım. Dalga kesrettir. Ama o kesretin içindeki tek ışıktır, tek nurdur O… Bir tane… “De ki; Ey Habibim Allah birdir.” Her şey O’nu söylüyor. Beyazıt Bestami Hazretlerine asırlar evvel sormuşlar: “Efendim sayı sayar mısınız?” “Bir, bir, bir” demiş. “İki nerede? Üç nerede? Dört nerede?” demişler. “İki dediğin, üç dediğin, birin… O baştaki birin başka türlü görünüşü ve tecellisidir” demiş. Adet birdir. Bir çarpı bir eşittir birdir. İki yok!
Bir bütün ayna düşünelim… Boy aynası… Karşısına geçip bakalım. Koskoca bütün bir ayna! Karşısına geçip kendimizi gördük mü? Gördük. Elimize bir metal alalım. O kocaman aynayı bir kıralım, bir şangırtı kopsun, bir şangırtı… Binlerce parça yere döküldü. O parçalardan, o binlerce parçadan rastgele birini alalım. Ayna bütünken seni gösteriyordu ya parçaların her birisi yine seni gösterir. O zaman iki diyemeyiz buna. Kur’an da; “Hiçbir şey O’nun benzeri olamaz ama hiçbir şey” diyor… Bu ayet onu söylüyor: “Leyse kemislihi…” onun misli benzeri yoktur. Ben de derviş kırıntısı olarak derim ki; O’na benzemek için ikinci bir varlığın olması lazım!.. Varlık bir olduğuna göre, varlık tek olduğuna göre… ikinci bir varlık olmayınca neyi kime göstereceksin? Kimi kime benzeteceksin? Benzetemezsin. Benzetmek için ikinci bir varlık lazım. Asla ikinci bir varlık yok. O’nun varlığından başka bir şey yok. Arz edebildim mi? Hadise budur! Ama bu keyfiyeti ve kemiyeti kimler bilir? Arifler bilir. “Arif olan canlar” Ne güzel sözdür. Ne zengin bir sözdür. Hazreti Niyazi… Arif olan canlar kimlermiş? Hangi canlar? Arif olanlar! Cahil olanlar değil. Arif olan ne demek? Arif olan? Allah’ı gerçek anlamda bilen kişi ariftir. Arifi billahtır. Arif olmayanlara söz yok.“Arif olan canlar cümle yüzden seni seyran eyledi”
Bütün yüzler O’nun yüzü… O’nun yüzünden başka yüz, O’nun sözünden başka söz yok. Söyleyen O, söylenen O, görünen O, gören O… Yine Niyazi Efendimizin “Bir yüz var bir söz var, söz Allah sözü; yüz Allah yüzü” hatırlayalım. Hacı Bayram-ı Veli “Çalabım bir şar yaratmış iki cihan arasında” diye buyurur. Şar dediği şehir, şehir dediği gönül! “Bakıcak didâr görünür ol şarın kenarında” Çıraklar taş yontarlar… Zikir anlatıyor… Devran ve zikir… “Çıraklar taş yonarlar, yontup üstada sunarlar” zikirleri takdim ediyorlar. “Çalabın ismini anarlar o taşın her paresinde.” Şar dediği gönüldür. “Aşıkların canı sebildir, ol şarın pazaresinde” bedava dağıtılan suya ne denir? Sebil! Aşıklar da canını sebil yapmıştır. “Bu sözü arifler anlar, cahiller bilmeyip tanlar” boş laf ederler yani boşa konuşurlar… Bir daha söylüyorum: “Konuştuklarımı, bu anlattıklarımı arifler anlar, cahiller durmayıp tanlar, Hacı Bayram kendi banlar O şarın minaresinde”
Minareyi görüyor musun? (Efendi ağzını işaret ediyor) bak işte şerefe… İlan bununla, dil, söz, ezan, bunda, ilan bunda… Minarenin altında kubbe, kubbenin içinde ne var? Cemaat var… İşte tirilyonlarca hücre… İnsan mecmu’ul-ekvan… Bütün mükevvenatın toplamı bir vücut bunu için ariflerin her anı, her hali zikirdir. Onlar zikirden ayrı değillerdir. Onların doğal hali zikirdir. O sebebten biz zikirden uzakta değiliz. Zikrin içindeyiz yani… Şu konuşmalar da zikir. Zikri sadece Lâ İlâhe illallah, Allah, Hu olarak almamak lazım. Doğru, onlar zikirdir. Ama sohbet de zikirdir. Çünkü hep onu söylüyor, hep o sevgiliden söz ediyoruz. Başka yok. Hep o var dilimizde. Gönlümüzde o var. Özümüzde o var. Gözümüzde, gönlümüzde o var. Onu anlıyoruz. İşte zikir, işte zikrullah, işte muhabbetullah. Dervişin gönlünde fikir, dilinde zikir vardır. O ikiden ayrı değildir. Derviş fikirsiz ve zikirsiz olamaz. Hem zikir var, anmak hatırlamak var. Hem düşünmek var. Fikir. Şimdi üç kelimeyi toparlayalım. Fikir+zikir=şükür. Derviş önce düşünüyor. Her an düşüncenin içinde. Yüksek tefekkürün içinde. Yüksek düşünce. Onlar fetanet sahibi insanlardır. Ne demek? Yüksek düşünceli insanlardır. Onların düşünceleri çok derindir. Sonsuz.
Hazreti Peygamber Hira mağarasında ne yapıyordu? Aylarca, haftalarca girer çıkardı. Ne yapıyordu? Zikrediyordu. Arayış içindeydi! Dağa bakıyor… Taşa bakıyor… Çöle bakıyor… Kuma bakıyor... Ak sakallı dedeye bakıyor... Beli bükük nineye bakıyor… Tan yerinin ağardığını görüyor. Çocuğun sesini duyuyor. Çocuğun kokusunu alıyor. Sahranın kumları adedince tefekkürle… Düşünceyle… Evliyaullah olsun peygamber olsun mütefekkirdir. Yani düşünce insanıdır onlar. Onların düşünmesiyle sokaktaki adamın düşünmesi bir olur mu? Sokaktaki adam maişet peşindedir. Ona sokaktaki insan diyoruz. Aklı maaştır onlar. Yani maişet düşünür. Düşünür; öğlen ne yiyelim? Sabah ne yiyelim? İşleri bu! Bunu dört ayaklılar da yapar o anlamda. O da karnını doyurur, neslini idame eder. Ama derviş aklı maaş değil, aklı mead… Düşünce insanı, yüksek tefekkür onların işidir. Hz. Peygamber Efendimiz mağaradan çıkarken düşündü düşündü düşündü… Daldığın zaman o düşüncelerden kurtulamazsın. O çok zengin büyük bir zevktir. Düşünebilmek bir sonsuz zevktir.
Ve şöyle oldu bir gün… Bunu, siz, Efendi Hazretlerinden duymuşsunuzdur ama bir de fakirden duyun. Mağaraya girdi Resulullah. İşi ne? Tefekkür. Akşam oldu orada kalacak değil. Mağaradan çıkıp eve gitmesi lazım. Mağaradan çıkarken şöyle bir söz duydu: “Merhaba ya Muhammed!”Yok! Ses yok! Orada kimse yok! Peki kim söyledi? Bu “Merhaba Ya Muhammed” diyen kimdi? Bu tedirginlik içinde şehre indi. Eve geldi.
-Ya Hatice?
-Ne var Ya Muhammed?
-Bende bugün bir hal var.
-Hayrola?
-Mağaradan çıkarken bugün birisi bana “Merhaba ya Muhammed” diye seslendi. Sağa sola baktım. Kimseyi göremedim.
Bunun üzerine Hazreti Hatice (çok fetanet sahibi bir kadın, bir anne):
-Sen yorgunsun gel şuraya bir uzan ben seni biraz dinlendireyim; haldir. dedi ve dinlendirdi.
Aradan birkaç gün geçti. Yine gidecek… İçi oraya götürüyor, itiyor. Git oraya, orada düşünce var. Orada sen tefekküre dalıyorsun. Sonsuz düşüncenin içine giriyorsun. Gitti yine… Yine düşündü saatlerce. Akşamlara kadar yine düşündü. Yemek yok, şu yok, bu yok… Küçücük bir lokma, bir yemek, yine ayrılırken mağaradan acaba yine “Merhaba Ya Muhammed” diye duyacak mı? Bu tedirginliğin içindeyken bu sefer şöyle oldu: Bunun cevabını Süleyman Çelebiden alalım;
Yaratılmış cümle oldu şaduman,
Gam gedük alem yeniden buldu can
Cümle zerrat-u cihan edüp nida
Çağruşuben dediler ki “Ya Muhammed merhaba”
Bu defa bir kişi değil merhaba diyen. Bütün cihan zerreleri birden “Merhaba” dediler. İşte düşünce! Hz. Peygamberi bu zikir, bu fikir buralara getirdi. Alman sosyolog diyor ki: “Hz Muhammed dokuz sene sabretti, sonunda üç kıtaya hükmetti” Yine eski hükemadan Epiktetos’un çok zengin bir sözü var, çok güzel bir söz… Bakın dinleyin lütfen: “Dünya kuruldu kurulalı kralsız, saraysız, duvarsız, edebiyatsız zaman asla geçmemiştir.”İnsanoğlu, var olduğu günden bu güne bir mabuda inanmış, bir mabede sığınmıştır ve ila nihayet öyle devam edecektir. İnanç, insanla ikiz yaratılmıştır. Irkı, milliyeti, cinsiyeti, rengi, dili, ne olursa olsun, değil mi ki insan, değil mi ki, beşer… Rengini şeklini bırak. Arabın siyah olması, kanını siyah yapmaz. Arabın teni siyahtır ama onun da kanı kırmızıdır. Öyle değil mi?Burada ateistler, şunlar, bunlar vs. bu sözden ders almalıdır.
Bir şey daha geldi gönlüme; iki sene evvel bir adam geldi buraya “Ben ateistim” dedi. “Yani ne demek istiyorsun?” dedim. “Ben öyle Allah falan inkar ediyorum, kabul etmiyorum” dedi. “Aslında bu işin farkında değilsin. O söze kendin de inanmıyorsun. Yani inkar ettim sözünü söylüyorsun; ama inanmıyorsun. Ben şimdi sana onu kanıtlayacağım. Nedir adın?” “Ahmet” “Kendini inkar edebilir misin?” dedim. “Hadi de ki ‘ben yokum’ ” ben ona bunu sordum, o dedi ki; “Ben Allah’ı inkar ederim” dedi. Ben de “Onun kendi kendine inkar etmesi mümkün mü?” diye soruyorum. Ahmet, Ali, Veli, Ayşe, Fatma ben yokum diyebilir misiniz? Varız işte bak konuşuyoruz, görüyoruz, düşünüyoruz. Arzularımız var. Hayat var. Can var. Damar var. Sinir var. Beyin var. Ben bu varlığa nasıl yok derim? Elle tutulan, gözle görünen öyle mi? Ha şimdi senin inkar ettim dediğin var ya, kendi hayalindir. Eğer sen kendini inkar edebilirsen, ben Allah’ı seninle beraber inkar edeceğim. Hodri meydan! Eğer sen kendini inkar edebiliyorsan ben sana katılacağım.” “Ben kendimi nasıl inkar ederim?” “Sen kulken kendini inkar edemezsen Allah nasıl yok olur?” De ki bana: “Ben kendimi inkar ediyorum, ben elini tutarım sıkarım. Ama; hayır ben kendimi inkar edemem diyorsan o zaman sen söylediğin sözün farkında değilsin. Eğer sen kendini var olarak kabul ediyorsan, kendinin insan olarak var olduğunu biliyorsan… ben de diyorum ki senin var dediğin, ben dediğin o işte! Sen yok diyorsun ama kendini inkar edemediğine göre kabul ettiğin zaman da karşında yine sen varsın. Sen Allah’tan ayrı değilsin hiçbir zaman. Burada seninle benim farkımız ne? Sen bilmiyorsun ben biliyorum. Kur’an ne diyor? “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/9) Sen bilmiyorsun, ondan sonra “Ben ateistim” diyorsun. Yok yok sözüne inanmıyorsun. “Kendini inkar et” diyorum. “Ben edemem ben varım diyorsun” senin varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu söylüyorum ben de sana. Ben varım dediğin varlık Hakk’ın varlığıdır. Sen bunun bilincinde değilsin. Doğru mu?” dedim ona. Geldi elimi öptü özür diledi.
“Mürşidine teslim ol mevtalar gibi, sûkut eyle, göz yum amalar gibi”
Yirmi sene huzurunda mezar taşı gibi oturdum. Sorduysa söylemek icap ediyorsa “Efendim falan zamanda şöyle buyurmuştunuz…” diye ondan aldığımı ona yansıttım. Kendimden bir şey katmadım. Ondan duyduğumu ona yansıttım.
Zikreyle heman cuşa gelip şam-u sahara
Pervaz ederek raks ederek aşk Allah Allah
Pervaneye bak ibret için gayrı ne hacet
Maşukuna can vermek için kendin yakar aşk Allah Allah
Bülbül dahi feryadı bütün bir gül içindir
Feryad ederek, mest ederek öyle öter Allah Allah
Mecnuna sual eyleseler aşk ne demek
Leyla Leyla der sonrası Mevlaya erer aşk
Niyazi Mısri Divanı, benim azizimden bana mirastır. Ben gurbete çıkarken yanıma hep bunu alırdım. Çantama ilk onu koyardım. Bizim hanım rahmetli “Elli senedir şu kitabı okuya okuya bitiremedin” derdi. Bu incecik kitap ne biliyor musunuz? Dört kitap! Tevrat, Zebur, Kur’an, İncil hep bunun içinde… Böyle işte… Bunlar, anlatmakla bitecek meseleler değil aslında…
Birdenbire: Efendim, daha fazla yormak istemeyiz sizi… Biz şimdi bu anlattıklarınızla hallensek o bile yeter de artar bize. Çok teşekkür ederiz Efendim.