Sohbet 1
Hâcemiz aşk-ı ezeldir bize andandır hitâb
Dersimiz ilhâm-ı Hakk'dır gönlümüz ümmü'l kitâb
Nutk-ı şerîflerinde: "Hocamız ezel aşkıdır, bize hitâp ondandır. Dersimiz Hak ilhâmıdır. Gönlümüz kitâbın anasıdır," diye ifâde buyuran Kütahyalı Hz. Gaybî Sun'ullah Efendi'nin bu güzel sözleriyle sohbetimize başlıyoruz. (17. yy. sûfîlerinden Gaybî Sun'ullah Efendi (k.s.), soykökü bakımından Kütahya' nın Çavdar Kalburcu Köyü' nden gelir. Doğum tarihi hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmamakla beraber 1649 tarihinde Hüseyin Lâmekânî Hazretleri'nin halifesi Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi (k.s.)' ye intisâp ettiği vakit en azından 25-30 yaşlarında olduğu düşünülürse 1025-1030/1615-1620 yılları arasında doğduğu kabul edilebilir. Vefâtını, Uzunçarşılı 1076/1665' den sonra olduğunu yazar. Tasavvufî bir ortamda dünyaya gelip şer'îat ve tarîkat kaîdelerini ve esaslarını öncelikle ailesinden almıştır. Babası Şeyh Müftü Kara Ahmet Efendi, Kütahya' da müderrislik ve müftülük yapmış bir zât-ı âlîdir. Dedesi Kalburcu Şeyhi ya da nâm-ı diğer Çavdar Baba olarak tanınan Pir Ahmed Beşir Efendidir. Bu aile, babadan oğula bir şeyhler ailesidir.)
"Marifetullah ve muhabbetullah, gönüle işlerse Meryem'den doğan babasız İsâ misali olur." Meryem'in kocası yoktu. İsâ'nın annesi Meryem, babası nefesti. Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de:"Biz, Meryem'e rûh nefhettik." (Sâd Sûresi, âyet 72) buyurur.Nefhetmek, nefes-i rahmanîdir. Bu, mu'cizât-ı ilâhiyyedir. Meryem kalptir; İsa, o kalbin çocuğudur. Buna tasavvuf ıstılâhı ile veled-i kalb denir. İsâ, marifetullah ve muhabbetullah ile eğitilmiş; tezyîn olmuş; sâfiyete ermiş hâlis bir kalpten tulû eden feyz-i ilâhîdir. Bu kemâle ermiş erbâb-ı kemâl ve ehl-i hakikatin ağızlarından çıkan söz, tamamiyle tulû'âttır ve onlar ümmü'l kitâb olan gönüllerinden o halis ve safî bilgiyi alıp söylerler. Ehlullah, dersi Hak'tan alır ve Hak söyler. Bu konuda yine Hz. Gaybî'nin başka bir nutk-ı şerîfine baş vuralım:
Dersi Hak'tan almayanlar gelmesin bu meclise
Aşka kulak salmayanlar gelmesin bu meclise
Bahr-ı aşkın menbaıdır bil kulûb-ı evliyâ
Bahr-ı aşka dalmayanlar gelmesin bu meclise
Akıl ile Hakk’a erilmez aşktır mürşid olan
Aşkı mürşid tutmayanlar gelmesin bu meclise
Varlığın mahv etmeyen Gaybî mürîd-i nefs olur
Kendisin yok bilmeyenler gelmesin bu meclise
Ehlullah, alış-verişi Hak'la yapar. Ehlullahın her biri meşrep itibariyle farklı kemâldedirler. İsimleri olmuş ya da olmamış olabilir. Bu da Allah' ın başka bir cilvesidir. Bazı velîlerin çok şöhreti vardır. Eserler vermiştir. Bazısı eser yazmamıştır. Sohbetleri kulaktan kulağa, gönülden gönüle intikâl ederek gelmiştir. En büyük eser, Kur'ân-ı nâtık olan insân-ı kâmili yetiştirmektir. Öyle ya da böyle de olsa ehlullah ilhâm-ı Rabbâniyye'dendir yani Hak'tan ilhâm alır. Onların bütün alış-verişi, girdisi çıktısı Hak'ladır. Artık onların gözünde halk kalmamıştır. "Arap alfabesiyle halk ile Hak kelimesi yazılırken, arada farklı olarak bir lâm harfi vardır. Eğer lâm harfini ortadan kaldırırsanız Hak kalır. Buradaki lâm kesreti ifade eder." Ehlullah kesreti vahdette, vahdeti kesrette bulur. Onun için onların nazarında halk yok, Hak vardır.Bu herkes için böyle olamaz. O makâma kemâle erişmiş olmalı, o manevî haz ve zevkle tepeden tırnağa ahlâk-ı Muhammediyye ile bezenmeli ki; gönlünde ledün ilmi-tulû etsin.Herhangi bir kişi; "Halkta Hakk'ı görüyorum." dese ben o söze de itibâr etmem. Çünkü yaşanmadan bir şey söylenirse o kişi, başkasının sözünü kendine mâl etmiş demektir. Gönülde doğması lazımdır.Mürîdin kendinde olan istidâd-ı ezelîyle mürşidin himmeti birleşir ve ikisi nötr hale gelir. İstidâdı olmayana ne peygamber ne mürşid-i kâmil bir şey verebilir."Tevfik Allah'tandır." (Hûd Sûresi, âyet 88)Allah, hidâyet etmemişse ne peygamber şefaat edebilir ne de evliyâ himmet edebilir. Bunların hepsinin başı hidâyettir. Burada hidâyet sözünü açıklarsak daha anlaşılır olacağı kanaatindeyim:"Hidâyet, istidât-ı ezelîdir yani rûhun bedene girmezden evvel âlem-i ervâhtan getirmiş olduğu manevi potansiyeldir.”
Bir dergâha yeni bir derviş gelmiştir. Şeyh Efendi, on senelik, yirmi senelik eski dervişler olmasına rağmen o dervişe çok itibâr eder. Dervişler, onu kıskanırlar. Onun hakkında kendi aralarında konuşurlar: Bizim Şeyh Efendi de ne var ne yok bilmiyoruz? Bu yeni gelen dervişin üstünde durdu kaldı. Derviş Mehmet aşağıya, Derviş Mehmet yukarıya. Biz, şunca yıl hizmetle geride kaldık. Üç günlük derviş bizim önümüze geçti, derler. Bu konuşmalar, mürşid-i kâmile ma'lûmdur. Çünkü onların kulakları değişiktir. Onların antenleri, alıcıları farklıdır.Şeyh Efendi, bir gün dervişleri imtihân eder. Hepsinin eline sabahleyin birer tavuk verir:Bunu kimsenin olmadığı yerde kesin getirin, der.Dervişlerin kimi tekkenin arkasına, kimi şuraya buraya gidip tavuğu keserler getirirler. Şeyh Efendi, herkesin kesip kesmediğini sorar:
-Herkes kesti mi?
Dervişler:
-Birisi eksik. Hani o yeni gelen derviş var ya o gelmedi. Zaten o şaşkındı. Belki tavuğu kaçırmış onun peşinde koşuyordur, derler.
Derviş Mehmet, akşama kadar görünmez. Dervişler de onun arkasından ya kesemedi ya tavuğu kaçırdı, diyerek atıp tutarlar. Akşamüstü derviş Mehmet, elinde diri tavukla tekkeye çıkar gelir.Dervişler:
-Gördünüz mü kesememiş, diye yine söylenirler.Ancak burada önemli olan Şeyh Efendi’ nin ifâdesidir. Şeyh Efendi sorar:
-Oğlum, neden tavuğu kesmedin?Derviş Mehmet:
-Efendim, siz buyurdunuz ki: "Kimsenin olmadığı yerde kesin!" Her nereye gittimse Hakk'ı gördüm, der.
Derviş Mehmet, böyle deyince diğer dervişlerin gözleri açılır. Şeyh Efendi, dervişlere dönerek:
-Niye onunla fazla ilgilendiğimi anladınız mı? der.
"Herkes, çeşmeye su doldurmaya gider. Kimi şişe, kimi testi, kimi de varil götürür. Ancak çeşmeye her giden, çeşmeden akan suyla kabı dolduğu zaman uzaklaşır. Çünkü kabı o kadardır. Aslolan azlık ya da çokluk değil; yola olan sadakattir. Yol turuk-ı âliyye, tarîkat-ı Muhammedîyye' dir. Bütün şubeleri ve bölümleriyle yolun sahibi, Cenâb-ı Hak'tır. Yolun varisi, Allah Teâlâ'nın elçisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)' dir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendiliğinden bir kural ya da kaide ortaya koymamıştır. Allah, ne buyurmuşsa onu söylemiştir. Dolayısı ile peygamberin varisleri olan veliler de kendinden kural koymazlar. Ehl-i sünnet yukarıdan intikâl ettiği şekilde Kur'ân ve hadîse dayalı, onun dışına çıkmayan yorumlar ve açıklamalar yapmıştır."
Tarîkat mensûplarının yeri, İslâm'ın beş şartının savm, salât, hac, zekât, kelime-i şahâdetin dışında gönülleri tatmin etmek için bunlara ilâve, nafile ibadet yapmak isteyenlerin yeridir.Bu artı ibâdetler, Allah'ın esmâları, zikir, "Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm ve Kahhâr" dır. Bu isimler, kişi tarafından kontrolsüz ve kendiliğinden zikr edilecek olursa kişinin manevî bir zarar görmesi söz konusudur. Çünkü her bir ismin dervişin gönlünde bıraktığı bir mazhârriyet vardır. Onun için kontrol edilmesi gerekir. Nasıl bir hastanın kendi başına eczaneye gidip: "Ben şu ilâçları istiyorum ve alıyorum," demesi hastayı tedâvî etmezse, kontrolsüz yapılan zikir de o kişiyi tedâvî etmez. O hastanın doktora gitmesi ve doktorun kontrolünden geçtikten sonra hastalığın derecesine göre ilâçlarını alması gerekir.Bedensel hastalığın tedâvîsini doktor yaptığı gibi manevî hastalığın tedâvîsini mürşid-i kâmil yapar. İlacın dozunu bilen doktor misâli, manevî hastalığın ilacının dozunu da mürşid-i kâmil bilecektir. Esmâların kendisine verdiği coşkunun beşerî sistemi sarsmaması lâzımdır. Beşerî sistem demekle şunu kastediyorum: İçinde yaşadığımız toplumda bize düşen hizmetler vardır. Ticâret, memûriyet, esnaflık, analık, babalık vb. Maneviyyâtın coşkunluğu, bu görevleri aksatırsa burada mürşid-i kâmil ona müdâhale eder ve beşerî sistemi bozdurmaz. Beşerî sistemin, dünyevî hizmetlerin düzgün gitmesi bununla beraber maneviyyâtın da nizâm içinde gitmesi lâzımdır. İkisini dengede tutacak olan mürşid-i kâmilin kontrolü, himmeti ve feyzidir. O halde bu husûsu tekrar ediyorum.Bunların herhangi biri tek başına olmaz. Mürşid-i kâmiller, gönül doktorlarıdır.
Şer'îat, tarîkat ayrı şeyler değildir. İkisi bir bütündür. Görünen her madde ne kadar tek başına görünse de onun görünmeyen tarafi vardır. Görünen maddî varlığı bildiren ilme ilm-i şer'îat ya da ilm-i zâhir, görünendeki görünmeyeni bildiren ilim de hakîkattır. Bu ilme bâtınî ilim de denir. Bir şeyin dışını bilmekle içini bilmiş sayılmayız. Nitekim insanın dışını ya da dünyevî âlemdeki yönünü tanımakla o insanı tanımış olamazsınız. Birisi size sorsa:
-Mehmet Hoca'yı tanıyor musunuz?
-Tanımaz olur muyum? efendim. Mehmet Hoca, Yeşil Câmi'den emekli imâmdır. Çinicilikle meşgûl olur.
-Peki, yakınlık dereceniz nedir?
-Ben öyle oturup kalkmadım, ama imâmdı, arkasında namaz kıldım. Esnâftı, çini alış-verişinde bulundum, derseniz bu kadar tanımak, gerçek Mehmet Hoca'yı tanımış olmak demek midir? Ya Mehmet Hoca'nın ilmi, irfânı, hilmi, vefâsı, sahâsı, kudreti, câzibesi, edebî!... Bunlar hakkında bir şey söylemeden onu tanımak olur mu?İşte iç âlemi tanıyıp o bilgiyi edinmenin yolu turuk-ı 'âliyyedir.Bunu veren kişinin adı mürşid-i kamil, alan kişinin adı müşrid-i sadıktır.Tasavvuf, insanlığın tarihiyle beraber başlamıştır. Yeni çıkmış şeyler değildir. Eskişehirli Sâdık Efendi dedemizin bir sözü vardır:
Sanmasınlar biz mülhidiz
Hem mü'miniz hem müslimiz
Mucid değil muvahhidiz
Biz Şa'bân'ın bülbülüyüz
Kol, Pîr Şa'bân-ı Velî Hazretleri'nin koludur. Bizim de yolumuz oradadır. Bizdeki aşkın ve coşkunun halini, coşkulu halde ilâhîler söyleyip zikirler yaptığımızı görüp de kimse bizi sapık falan sanmasın. Kat’iyyen böyle bir şey yoktur.Sâdık Efendi dedemiz, bakın ne buyuruyor: "Allah'a şükür, hem inanmışız hem de İslâm'la müşerref olmuşuz. Ancak şu var ki bu işin mûcidi biz değiliz; biz muvahhidiz. Bu işin mûcidi, Allah ve Peygamber'dir. Biz birlikçiyiz." Çünkü her şeyin aslı birdir. Varlığın aslı birdir ve “Nûr-ı Muhammediyye" dir. O nûr, kendini görüntüden gizlemiştir ve kamufle etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de:"Yer ve gök Allah'ın nurudur." (Nûr Sûresi, âyet 35) buyrulur.Yer ve gök arasında bilinen bilinmeyen her ne varsa nûrdur. Bir kedi, köpek de nûr mudur? diye sorarsanız derim ki: Sen kediyi kedi, köpeği köpek görürsen yanlıştır. Sen kediyi, köpeği bırak! Bir karınca. Onu da bırak! Bir solucan düşün. Uzun, incecik bir et parçası. Ne ağzı ne gözü görünür. Ne de eli ayağı vardır. Hiçbir şey yok ama bir şey var. Onda bir hayat var. Nafakasını, rızkını temin ediyor. Düşmanından korunuyor ve neslini devam ettiriyor. İşte "Kudretullah" budur. Eğer bu kudreti görememişseniz bu kedi, bu köpektir, diye basit görmeye devam edersiniz. Meselâ, domuzu ele alalım. Hayvanların içinde en pespaye olandır. Huyu çirkindir ve kendi pisliğine kadar tenezzül eder. Çok hırslı bir hayvandır. Hakareti iltifât kabul eder. Bununla birlikte domuz tıbben de oldukça zararlı olan bir hayvandır. Zira birçok trişin ve mikrop taşır. Buna rağmen Allah, domuza hakaret edin dememiş; sadece etini yemeyin demiştir. Onun da sahibi Allah'tır. Şunları şunları Allah yarattı; domuzu başkası yarattı diyebilir miyiz? O halde:"Allah, her şeyin yaratıcısıdır.”(Zümer Sûresi, âyet 62)
Hak Teâlâ, her şeyin yaratıcısıdır. "Domuzun etini yemeyin," demesinde bir hikmet vardır. Çünkü domuzun huyu çirkindir ve kullarını çok seven Allah da kullarının huyu güzel olsun diye onun etini yasaklamıştır. Ancak domuzu gördüğünüz yerde dövün, hakaret edin dememiştir. Bu, böyle olunca diyebiliriz ki: Ehl-i hakikatin nazarında varlık uryân (çıplak) görülür. Halkın, avâmın nazarında varlık elbiselidir. O elbisenin içine bakmayınca elbisenin altındakini tanımak mümkün olmaz. Dolayısıyla bu kedi, bu köpektir demekten de kendini alıkoyamazsın. Bunların ne olduğunu bilmek için yüksek manevî feyze sahip olmak gerekir.
Âriflik çok kıymetlidir. İlim başka şey, irfân başka şeydir. İlim ve irfân birbirinden ayrıdır. İlim mektepte, medresede öğrenilir. Biyoloji, psikoloji, zooloji, sosyoloji, tıp v.b. çeşitli kolları vardır. İrfânın mektebi turuk-ı 'âliyyedir. Hocası mürşid-i kâmildir.
Mekteb-i irfânâ girüb âyet-i Kur'ân okuruz
İlm-i ledün vâkıfıyız nushâ-yı kübrâ okuruz
Nushâ-yı kübrâyı biraz açıklayalım: İki âlem vardır. Biri âlem-i kübrâ diğeri âlem-i sugrâ. Başka bir deyişle nushâ-yı kübrâ ve nushâ-yı sugrâ. İlm-i zâhir, âlem-i kübrâyı bu evren olarak gösterir. Ehlullah ise, âlem-i kübrâyı insan olarak alır yani evren âlem-i sugrâ, insan âlem-i kübrâdır. Büyük olan insandır. Hazretü'l insan.