Canım Efendilerim; yüzleri güzel, dilleri tatlı, gönülleri enfüs ve afak Hak’ta saklı Allah dostları… Burası bir Pazar yeri. Türkiye-Irak-İran-Suriye sınırları. Orta Doğu dünyasından bir meydan. Çok çeşitli kavimler ve kabilelerin devamlı bulunduğu alış veriş meydanı. İş bu çok milletli pazar yerinin etrafı yüksek dağlarla çevrili olduğu hakkında fazla laf üretmeden güney doğu cenahına baktığımızda, ovanın oldukça geniş bölgesine hakim orta büyüklükte bir tepe görüyoruz. Her türlü tahıl ürünleri, pamuk, tütün, kenevir, şeker pancarı tarlaları, tropik sebze ve meyve bahçeleri, kahve, karabiber, fıstık, ağaçları, harruba meyvesi üreten dikenli çalılar, daha nice nice insan dünyasına gıda olacak çeşitli nimetler yetiştiren fidanlıklar, fundalıklar şu dağ yavrusu tepeyi biteviye sarmışlar da en üst kısmını da bizim insancıklara mesken olsun diye bırakmışlar. Bütün bu nimet üretici olarak saydığımız varlıklar, Allah’ın emri keremiyle cümle insanlığa rızık olsun diye mahsul üretiyorlar. Tabii biraz da yine insanlara çalışan türlü cinsten mahlukat için…
Yedi düvelden gelen tacir, tüccar, alıcı, satıcı, esnaf ve benzeri halu ahvalden insan toplanmış. Çeşitli yörelerden gelen torbalı, sepetli, çuvallı, boy boy atlı, eşekli, öküzlü koşum arabaları yakın çevrede dinlenmeye bırakılmış, deve kervanları satışa hazır. Veya alışverişi pazarlıkta olan sığırlar, danalar, koyunlar, kuzular… Haymelerde muhafaza edilen paha biçilmez kıymetli yarış atları, sultanlara sunulacak süslü binek hayvanlar, kesretli suretlerde kaynaşan insanlar, bağıran dellallar, çığırtkanlar ve yığın yığın her yere öbeklenmiş bin bir türlü emtia. Yani insan ihtiyacına cevap vermeye her türlü yenir, içilir gıda malları, giyim, kuşam ve mefruşatı, hırdavat, âlât, edavat, gözün görmediği aklın ermediği envai çeşit levazımat mevcut haraç mezat, ucuz beha satılıyor…
Pazar yeri mahşeri kalabalık. Herkes bir avaz, bir avaz bağırarak bir şeyler satmaya çalışıyor. Demiştik ya! Alıcılar da pazarlık ederken az ses çıkarmıyorlar hani… Her neyse, bu pazar yerinin usulü böyledir diyoruz ve seyrimize devam ediyoruz. Şimdi kimlerin ne aldığı ne sattığı ve kimlerin ne aradığı hakkında gördüklerimizi yazmaya yeltensek “Hikâyet Bâbında” yazımızın ölçüsünü çok aşacağımızdan sadece göz gezdirip kayda uygun gelen incelikleri kaleme alalım diyoruz. Mesela şu genç delikanlı başında eski bir kalpak ve yine üzerinde hiç de iyi gelmeyen müstamel bir kaput. Boyu uzun, ve ayakları da büyük olduğundan çarık önünden parmakları dışarı fırlamış. Uzunca kollarını iri elleriyle arkaya bağlamış gamsız gamsız satış sergilerine baka baka yürüyor. Arada bir kaputunun cebinden bir para çıkarıp gene yerine koyuyor.
O bu hal üzere iken aniden karşısına iki bıçkın adam çıkar, bizimkini hırpalarlar. Cebindeki parasını alıp onu darp ederek yere düşürdükleri gibi çekip giderler. Beş Mustafa’nın yediği darbeler çok acı verici değildir ama oturduğu yerden kaputunun cebine bir bakar ki, parası gitmiş… Çok üzülür, eğer başını kara kara düşünmeye başlar… Ben şimdi ne yapacağım, anama ne derim, anam parayı zay etme dediydi. Şimdi ona ne söylerim diye dövünür durur. O kocaman elleriyle derd-i gam içinde toprağı döverken yükselen tozların arasından bir ışıltı parlar. Biraz toparlanır ve parlayan nesnenin ne olduğunu anlamak için üzerinden toprağı sıyırır; o da ne? Yepyeni, en iyi cinsten, pırıl pırıl parlayan bir çuvaldızdır bu!.. Etrafına bakınır… Kim kime tum tuma… Çuvaldızı usulca yerden alııır… Kaputunun cebine koyar. Sonra da bir şey olmamış gibi hiç telaş göstermeden dikkatlice yerinden kalkar ve yavaş yavaş yürümeye başlar. Derken, biraz daha kıvrak adımlarla hızlanmaya başlar ve en sonunda o koca ayaklarıyla, ikişer metrelik adımlar atarak pazar yerinden koşarak uzaklaşır. Patikadan yukarıya nefes nefese tırmanır. Yol yokuşmuş, kıvrıntılıymış, dikenli otlar yüzüne çarparmış hiç bunları düşünmez çünkü bütün isteği tepeye varıp kendisini ve çuvaldızı güvenceye almaktır.
Beş Mustafa’nın evi tam tepenin kenarındaydı ve bahçenin girişinde büyükçe bir taş vardı. Kan ter içinde evine varan delikanlı işte o taşın üzerine oturur ve kuş bakışı pazar yerine bakar. Ortalık daha da kızışmış; millet atlı, eşekli, veyahut yaya gidip gidip gelmektedirler. Bir aşağı bir yukarı kaynayıp durmaktadır pazar yeri. Bizimki ki insanların hepsinin kaybolan çuvaldızı aradıklarını düşünüyordu. Huzurlu bir nefes aldı ve son gücüyle adeta haykırırcasına bağırdı:
“Kayna pazarım kayna, çuvaldızı bulan buldu.”
Derin bir haz ile dalıp gitmişken anacığının müşvik sesi geldi kulağına… “Ah benim kuş akıllı, koca ayaklı oğlum… Ah benim gözü yerde, aklı havada oğlum… Hani ben seni pazara neden gönderdim idi? Cebine para kattıydım da tütün ipi al, çuvaldız al da çabuk gel demedim miydi? Şimdi şuracıkta bağırıp çığırayım da düşüp bayılıvereyim mi ha?!” Aman anam, güzel anam, sen benim bir tanecik güzel anamsın. Sana bir hâl olursa ben ne yaparım? Bağışla anam, ver elini öpeyim. Hem bak ana! Ne güzel bir çuvaldız getirdim sana; pırıl pırıl parlıyor değil mi anam?”
“Len oğul hakikaten de çok acar duruyor! Işıl ışıl, gümüş mü ki ne? Kaç para verdin buna? Hani çuval ipi de al dediydim. Nerde o? Kalan parayı ne ettin? Düşürdün mü yoksa?”
“Şey ana… Sana yalan diyemem. Pazarı dolanırken iki kişi bana sataştılar, dövüştük; toza toprağa bulandık. Birisinin elini cebime attığını, parayı çekip aldığını fark ettim idi ama başım yere vurduğu için davranamadım. Parayı alıp kaçtılar ana!”
“Ben seni!!!...”
“Dur anam dur! Ben lafımı bitirivereyim de sonra sen dediğini dersin. Düştüğüm yerde tozun toprağın içinden bu çuvaldız elime geldi. Kaptığım gibi soluksuz koşarak buraya geldim ana! Bak şu pazardaki kaynayan kalabalığa. Hepsi bu çuvaldızı arıyorlar. Besbelli öyle değil mi ana?”
“Ah benim saf oğlum, yüreği ak pak oğlum, dini bütün, inancı bütün şehit erimin yadigarı… Sen neden böyle her şeyi kendi gönlüne göre yorasın e oğul. Orası pazar yeri evladım. Tabii orada herkes koşuşup kaynayacak. Mal alıp satma yeri orası oğlum! Ah ah… Yüce Rabbim, senin o koca kafana azıcık da akıl koyuverseydi ya!!! Haydi in o taşın tepesinden de dayına git. Sana müstamel tütün iplerinden versin al gel. Bir yığın yırtık çuval geldi gene. Onların tamirini yapayım da azık paramız çıksın. Koskoca pazar yeri insanını, çuvaldız aramaya durmuş sanıyor deli oğlan… Hadi koş al da çabuk gel.”
Mustafa’nın doğumunda isim okunurken, akrabada dört Mustafa var, bu beşinci olsun deyip adını koymuşlardı. Çocuk, doğumundan beş gün sonra gözlerini açabilmiş; beş yaşına gelince ancak konuşmaya başlamış; isimleri, renkleri, çevresini ancak beş yaşında tanımaya başlamıştı. Bu beşler sebep, adı Beş Mustafa kalmıştı. Ve yine o yıllarda babası savaşta şehit olmuştu.
Artık on yedi-on sekiz yaşlarında ceylan gibi bir delikanlı olan Beş Mustafa oturduğu koca taşın üstünden fırladığı gibi köyün sokaklarına dalar ve koşarak gözden kaybolur. Yaşlı annesi gözleri buğulu, arkasından bakakalır… Dalar her zamanki duygulu düşüncelere… Önce kocası bir Moğol baskınında savaşırken şehit olmuştu. Sonra dört oğlu da yer ve mevki tutkusu, beyliklerin haksız çıkarları uğruna çalışmaya cebren ileri sürülmüşler ve ölmüşlerdi. Üç kızı Arap illerinde evlenmiş ve öze yakın, söze sohbete uzak memleketlerde yaşamaya başlamışlardı…
Nimet Ana da, işte bu son evladı, deli oğlan, Beş Mustafa ile her takdire razı yaşayıp gidiyordu. Kâh tüccarların sökük yırtık çuvallarını tamir ederek… Kâh yaylaya çıkan köylü halkına çadır ve hayme tipi barınaklar dikerek helal lokmalarını çıkarıyordu. Yukarı otlukta meskun Meczup Söylemez Dede’den intisaplıydı. Gece gündüz tesbihat ve çok çeşitli salavatı şeriflerle hem dem, keşfi açık, köyün büyük küçük bütün insanları tarafından çok sevilen bir hatun kişiydi Nimet Ana… Yaşlı kadınlar, yeni evliler, gelinlik kızlar, rüya görenler, eşinden dertli olanlar, istikbali için hayal kuran kızlar, ahiretleri için nasihat almaya gelen aklı başında köy hanımları her müşkülleri için ona uğrarlar; Nimet Ana’nın tatlı sohbetleri için ziyaretlerini hiç eksik etmezlerdi. Gün boyunca çul, çuval dikerken Nimet Ana da gönlünden gelen güzellikleri kıssalar yoluyla anlatır, nasihatler eder, ileriki yaşamları hakkında tavsiyelerde bulunurdu. Anlatılan rüyalar, ne kadar kabuslu ve ne kadar sıkıntı verici olursa olsun hep bir usulünü bulup ayet ve hadis yardımı ile hayırlı ve müjdeli yorumlar yapar; üzgün ve korkulu gönülleri sevince neş’eye tebdil ederdi. Yalnız bir meselesi vardır ki, ona bir türlü nasıl yorum yapacağına akıl erdiremiyordu. İki yıldır ara sıra rüyasına beyaz elbiseli saygın biri geliyor, sağ elinin beş parmağını işaret ediyor, sonra da hava üstüne parmağıyla ‘Su’, ‘Şelale’, ‘Gaar’, ‘Işık’ ve ‘Selamet’ yazıp kayboluyordu. Nimet Ana bu rüyasını hiç kimseye söyleyemiyor. Devamlı zikir ve tefekkür ile bu beş kelimenin içinde gizlenen manalarını çözmeye çalışıyor, lakin hiçbir fikir yardıma gelmiyordu. İşaret edilen bu beş gizemli kelimenin yorumu kendine göre yoramamakla beraber, aklı havada gezen bilgisiz oğluna da hiç mi hiç yakın göremiyordu. Öyle derken, böyle derken Nimet Ana en sonunda, bir gün dayanamayıp bu müşkülü bir hakikat erbabına danışmak üzere yukarı otluğa Meczup Dedeyi ziyarete gitmeye karar verdi.
Meczup Dede, köyün yukarısında “Yukarı Otluk” denilen, biraz ağaçlık biraz otluk, yaylak ve çokça da kayalık olan bir arazide kendi gayretiyle inşa ettiği taştan yapılma evinde, yaşlı refikası ile bahçe ve meyvelik olarak çevirdikleri üç beş dönümlük bir yerde meskundur. Çok az söz eden Meczup Dede aynı zamanda çok çalışkan biridir. Köyde yoksul ailelerin yardımına gider; yıkılan bozulan neleri varsa tamir eder. At, katır, eşek, sığır, koyun, keçi, kedi, köpek… Her türlü evcil hayvanları tedavi eder; asla ücret almaz. Köye indiği zaman onu iyi tanıyanlar çocukları için dua okumasını isterler. O da çok kısa dualar okur, “Haydi çabuk iyileşsin” der; çocuklar iyileşiverir. İnsanlar, işleri için ondan nasihat istediklerinde her kişinin cürümüne ve istidadına göre isabetli yollar gösterir… İçi çok derin manevi ilimle dolu olduğu halde dış görünüşünde pek basit, bilmezlik, görüntüsü içinde bir hâl ve hareketi vardır. Sözleri hep kısa ve yüzünden laflardır. Köylüler, yürüyüşü ve komik hareketleri yüzünden, vakti zamanında ona Meczup Dede ismini koymuşlar.
İşte onu iyi bilen birkaç kişiden biri de bizim Nimet Ana’dır. Nimet Ana bir gün ona ineğinin tedavisi için gitmiş. Meczup Dede ineği şöyle bir incelemiş, hiç konuşmadan gidip bahçeden bir kabak getirmiş; doğramış, tuzlamış ineğe yedirmiş ve sonraaa… “Bak ha Nimet kadın, bu ineğin iyi olmasını ister misin?” “Tabii isterim Efendim. Hiç istemez olur muyum!” “Öyleyse uzat ellerini.” Nimet Ana gık demeden uzatmış ellerini. Meczup Dede ellerinden sımsıkı yakalamış. Gözlerini Nimet Ana’nın gözlerine dikerek ona Allah lafzı celalini okumuş. İlahi güzel isimleri bir çırpıda tekrarlatmış. Birkaç neviden salavatı şerif ezberletmiş ve bırakmış. “Haydi şimdi git. İneğin iyileşti” deyip göndermiş Nimet Ana’yı… Evvelinde sadece beş vakit namazla iktifa eden Nimet Ana da öyle bir ilim gelişmesi olmuş ki, halen bütün köy hanımları onun derin ilmi sohbetlerinden fevkalade istifade ederler.
Gel gelelim tüm ilmine rağmen o beş gizemli kelimenin ne anlamda işaret edildiğini bir türlü yorumlayamaz Nimet Ana... O yüzden son bir niyet Efendisi Meczup Dedeyi ziyarete varır. Varır varmasına ama ne görsün?.. Bahçenin ortasında, din diyanet dersi alan mollalar ve yüksek perdeden konuşmakta olan hocaları, “Yecuz lâ Yecuz” cinsinden köşeli laflarla veryansın edip ayetlerden hadislerden sorular çıkarıp yüklenmektedir Dedeye… Genç mollalar onların etrafını sarmış seyrederlerken, Dede de sessiz sessiz onları dinlemektedir.
Efendim hadisatı meseleyi şöyle bidayetinden alalım dilerseniz. İş bu din öğretmeni, kasabada yüksek ilim sahibi bilinir ve aslında öyledir de! İnsanlar ona pek sevimli bakmasalar da alim oluşu, kılık kıyafeti ve havalı endamı ile karşılaştığı kimselerden daima hürmet saygı görür. Köy kahvesine dahil olduğunda herkes ona hürmet eder, yerini ikram etmek teklifinde bulunur; o da bu halden memnun olur. Her defasında ilmi nasihatler eder, çok kere de onlara çetin ikazlarla, cehaletten kurtulmaya çalışmalarını istihza vari tavsiyeler eder… İşte böyle süper molla bir hocamız var köyümüzde. Bir de güler yüzlü, az sözlü Meczup Dede… Kısa sözlerle hikmet arz eden halleriyle küçük büyük herkes onu çok sever. Onun bu kısa ve özlü sözleri halk arasında tevatür halinde kullanıldığından, bu hâl bizim molla hocamızın yüksek bilgilerine ket getirir ve yüreği burkulur her defasında… Bir gün Meczup Dede’nin, kahvehanede etrafındakilerin sordukları suallere sözlü olmayıp çeşitli bedeni figürlerle cevap verdiği; onların kimini düşündürüp kimini de güldürdüğü bir esnada süper molla hoca içeri girer. Herkes toparlanma yolu ile hocayı saygılarken Dede yine hicivli hareketlerine devam eder. Molla hoca çok kızar bu işe veee “Bir gün ben bu cahil adamı halk önünde rezil kepaze etmezsem bana da koca ilmün nizam demesinler” der. Şimdi bu kısa bilgiyi verdikten sonra tekrar bahçemize dönelim…
Bahçede Molla hoca ilmün nizam Efendi ve tahsilli arkadaşları ile Kur’an ve fıkıh talebeleri sorulan suallere bu Meczup Dede nasıl cevap verecek diye merakla beklemekteler. Dede sessiz dinliyor. Süper molla hoca son bir hamleyle okkalı bir müşkülü Dedeye hazırlamakta iken halktan ve mollalardan birkaç kişi hocayı uyarırlar: “Hocam Hocam! Bu Meczup Dede pek konuşmaz, bakın sorularınıza hiç cevap vermeden dinliyor. Ona köyde Söylemez Dede ismini koymuşlar. Boşuna uğraşmayın, sizinle konuşmaz.” “Ben” demiş molla hoca “Ona öyle bir soru sorayım ki ister konuşsun ister konuşmasın ne menem Dede olduğu belli olur” ve yüksek perdeden seslenmiş: “Ey Meczup Dede beni işitiyor musun?” Dede eliyle hafifce evet manasında bir işaret yapar. “Söyle bakalım ihtiyar! Kur’anda Rahman Suresi var, on dört ve on beşinci ayetlerde ‘Allah insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı’ ‘Cinleri öz ateşten yarattı’ ve yine Allah A’raf Sûresi yüz yetmiş dokuzuncu ayette de buyuruyor ki: ‘Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır…’ Şimdi soruyorum sana ihtiyar! Topraktan yaratılan insanın ateşte yanması ilme ve düşünceye uygun oluyor. Fakat şeytan ateşten yaratılmış. Zaten kendisi ateştendir. Onu hiç ateş yakar mı? Yakmaz! Bu duruma mezkur ayetlerde bir tenakuz bir çelişki mi var? Cevabın nedir?”
Söylemez Dede oturduğu yerden yumurta iriliğinde bir toprak parçasını alır ve bu sadece ilim ile doldurulmuş ahmak insan suretine savurur. Sert toprak parçası hocanın alnını sıyırarak kulağını da zedeleyip geçer. Molla hoca basar feryadı figanı. Öfke içinde Dedeye hücum etmeye yeltenir fakat mollalar hocalarını tutar, kan revan içinde olan başını sararlar. O ise bağırmaya, “Seni kadıya şikayet edeceğim” diye yemin kasem etmeye devam eder.
Kadı Efendinin makamı…
“Molla ilmün nizam Efendi önce sen anlat. Hadise nasıl tecelli etti?”
“Kadı Efendi bu ihtiyara ben son bir sual sordum cevap istedim. Cevap yerine başıma nişan tutup sert bir toprak parçası attı. Kan revan içinde kaldım şikayetçiyim.”
“Pekâla! Sen söyle bakalım Söylemez Dede neden cevap vereceğin yerde hocaya toprak parçası attın?”
“Kadı Efendi bu ilmün nizam hoca bana insan topraktan yaratıldığı için ceza görmesi iktiza ettiği takdirde cehennem ateşinin onu yakması normaldir fakat ateşten yaratılmış şeytan kendisi ateşten olduğuna göre onu ateş nasıl yakabilir. Ateşten olanı ateş yakar mı diye sordu… Siz de bilirsiniz ki ben çok söz bilmem ama düşündüm ki madem ateşten yaratılanı ateş yakmıyor, cezalandırmıyor… Topraktan yaratılanı da toprak zarar veremez diye düşündüm cevap olarak ona toprak parçası attım. Gelin görün ki, hoca molla başına ateş vurmuş gibi feryadı figan içinde oldu ve beni size şikayet etti… Halbuki ateşi ateş yakmaz ilmi bir kaziye idi ise toprağı da toprağın incitmemesi lazım gelmez miydi efendim?”
Kadı Efendi bir hayli düşünüp sakalını sıvazladıktan sonra Dedenin müdafaasını çok ilmi ve edebi bulduğu için ona beraat kararı verir. Hocayı da bir daha böyle sessiz Söylemez Hakk dostlarına sataşmaması için tembihler ve ona bir akşamlık köyün sahipsiz köpeklerini doyurması cezasını keser. İş bu hengamelerde Nimet Ana’nın beş gizemli isim rüyasına ancak sıra gelir. Söylemez Dedenin uzun tecellilerden sonra bahçeye dönmesiyle Nimet Ana durumu anlatır ve merakla beklemeye başlar… Çünkü Söylemez Dede de sessizliğe dalaaar gider… Bu arada Dedenin hanımı süt getirir ama içemezler bile, zira sessizlik sürüp gitmektedir… “Su”, “Şelale”, “Gaar”, “Işık”, “Selamet”… Nimet Ana toparlanıp sessizce gitmek isteyince, Dede bağırır arkasından: “Dinle burayı Nimet kadın! Oğlunu hazırla yarın sabah onunla ikiz kayalar vadisine gitmemiz lazım. Vadinin çukurunda tatlı bir su havzası var. İlk kelime ‘su’ olduğuna göre ilk ondan başlayalım. Bu rüyanın tabirini canlı olarak hâl ile bulmamıza emir var.”
Ertesi sabah…
Söylemez Dede ve Beş Mustafa, ikiz kayalar vadisinin güneş görmez ormanlıkları içinde yola koyulurlar. Hüda’nın marifeti ile suyu çok serin ve tatlı; görünüşü de hem çok güzel hem de çok ürpertici olan bir su havzasının yanına gelirler. Göklere doğru yükselen sedir, ardıç ve benzeri türden ağaçlar, ihtiyaçları olan suyu bu havzadan almakta aynı zamanda onu adeta sır gibi gözlerden saklamaktadır. Bizim iki serüvenci yorulurlar biraz dinlenmek ve su içmek için mola verirler. Söylemez Dede: “İşte SU! Birincisini bulduk, kaldı dört tanesi” der. Su içip soluklandıktan sonra tekrar yola koyulurlar. Gündüzün aydınlığından eser yoktur. Öyle ki, su havzasından beslenen ağaçlar gök yüzünü kapladıklarından, Güneş’in ışığı ancak akşamın alacası gibidir. Bizim gezginlerin yürümesi iyice zorlaştığından Beş Mustafa sızlanmaya başlar:
“Dede!... İsmil Dede! (Dedenin has ismi İsmail’dir ama köylü ona kısa olsun diye İsmil Dede demektedir.) “Dünyalar çok karanlık oldu Dede! Açık aydın yeri yok mu bunun gözlerim seçmiyo da…”
“Yürü oğul yürü, söylenme! Bu senin kaderine giden yol… Yürü!”
“Ne olaydı da keşke almayaydım… Pazar yerinden çuvaldızı alıp kaçtım diye mi?... İsmil Dede!... Almaz olaydım ama o adamlar beni dövüp yere düşürdüklerinde toprağın içinden elime geliverdiydi. Anam da benden çuvaldız almamı istediydi ya! Aldım kaçtım doğruca anama götürdüm çuval diksin diye. Haram iş işledim diye mi düştük buralara? Çok karanlık oldu buraları İsmil Dede! Ayağıma sular geliyor… Çarıklarım ıslandı.”
Dede biraz durup, sessizliğe kulak verir. Derinlerden gelen bir uğultu işitir. Sanki tonlarca suyun, yüksek bir yerden zemine çağlayarak çarpıp, sonra da akıp giderken çıkardığı sese benzemektedir… İkiz kayaların zeminde birbirleriyle el tutuştuğu dar bir geçide yaklaşırlar. Karşılarında geçidin eninde, sekiz on metre yüksekten aşağı coşkuyla dökülen bir şelale vardır. Dede şelaleye iyice yaklaşır. Geçit devam ediyor gibidir ama suyun dökülüşü geçidin genişliğince yolu kapatmış ve o muhteşem görüntüyle akan şelale zemine vardığı yerde kaybolmaktadır. Ne hikmettir bilinmez! ‘Gözün görmediği gizli dehlizlerden, emri ilahi yolunda bir menzile akıp gidiyor Allahu alem’ diye aklından geçirir Dede… Beş Mustafa’nın sesi kesilir. Çağlayandan sıçrayan su taneciklerinden akseden minik ışıklara dalıp öylece bakakalır. Şimdi yolları kapalıdır.Evet şelaleyi bulurlar ama daha ileriye yol vermez onlara... Allah yolunda cehd edenlere ümitsizlik yoktur. (La taknetu min rahmetullah) “Allah’tan ümidinizi kesmeyin.” Dede ani bir kararla Mustafa’nın elinden çeker. Ters yüz geri dönüp yürümeye başlarlar… Yetmiş-seksen adım ancak atarlar ki, Dede’nin geçerken fark ettiği uzunca bir sedir ağacı fidanının başında dururlar. Fidan büyüyemeden kırılıp düşmüştür. Hemen iki güçlü insan, onu çeke çeke şelalenin sağ kenarından suyun içine doğru iyice uzatırlar. Şimdi yollarına devam edebilmeleri için suyun içinden geçmeleri gerekmektedir. Beş Mustafa’nın ceketini şemsiye yaparak asgari ıslanmalara razı olup, sedir ağacının da yardımıyla öteye geçerler. Binlerce Hamdü Sena… Buldukları ŞELALE ikinci gizli kelimeleridir. Yollarına devam ederler…
Beş Mustafa artık konuşmayı ve içten içe sızlanmayı bırakır; Dedenin adımlarını takip eder… Koyu karanlık bir yere gelirler. Dede torbasından bir çubuk çıra, bir fitil ve iki adet çakmak taşı çıkarır. Etraf biraz aydınlanınca sağa sola bakarlar ve görürler ki, bulundukları yer bir dehliz, bir yeraltı geçididir. Dede hafif sesle “GAAR” der. Üçüncü kelimenin halini yaşarlar böylelikle… Dördüncü kelime “IŞIK”tır ama önce mağarada ne tecelliler zuhur edecek diye merak ederler. İçlerinden geçen aynı duygulardır; ‘Allah’ın yardımı bizimle olsun. Zikirde daim olalım’ Gerçi Dede hep zikirdedir ya… Yürümeye devam ederler… Bir ara sanki önlerinde bastıkları yer görünür gibi olur. Tövbe… Bastıkları yer görünür gibi değil de sanki yer yok olur! Bir zemine basmaktadırlar ama zeminin görüntüsü yoktur. Etraflarına bakınırlar. Etraf da yoktur! Dede iç güdüyle biraz sağa sola kayar ve elleriyle dokunabilecek bir set, bir duvar arar ama bulamaz. Sonra ileri yürür, karşı tarafta da aynı türden bir yoklama yapar ama yok, yok… Eliyle temas edebileceği hiçbir nesne yoktur!.. Beş Mustafa’nın yanına gelip elinden tutar. Gencin elleri titremektedir. İkisi birlikte derin bir huşu ve aynı zamanda bir ürperti içinde Lafzaî Celali zikretmeye başlarlar. Sağ- sol- ön- arka- alt- üst… her taraf aydınlıktır, karanlık değildir ve zulmet yoktur ancak görünen bir şey de yoktur! Hani insan bir cihete baktığı zaman mutlak bir şey görür ya!... Burada görünen hiçbir şey yoktur! Üstelik yer gök ve bütün çevre ışıklık olmasına rağmen!
“Biz nereye geldik böyle İsmil Dede? Beyaz, ışıklı bir bulut dünyasına mı geldik biz?”
“Zikre devam edelim oğul. Ben de böyle bir yerde ilk defa bulunuyorum. Nereye dönersen dön cephe hep aynı. Sanki koyu bir beyaz bulut bizi sarmalamış. (Fe eynema tuvelli fe semme vechullah). Şiddetli bir imtihan içine girmişiz. (La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minez zalimin). Ey oğul zikrullah ile yürüyelim. Hak subhanehu ve Teala hidayet ede…”
Beş Mustafa’nın yüreği güm güm zikirde, sesi soluğu iyice kesilmiştir. İsmil Dedenin sağ eline yapışır ve yürümeye devam ederler… Garip bir duygu vardır içlerinde. Önlerine hiçbir engel çıkmaz. Hayli mesafe aldıklarını hissettikleri halde henüz bir menzile de vasıl olamazlar. Sanki oldukça geniş bir dairenin içinde devran ediyor gibidirler… Kaç şavt döndüklerini kendileri de bilemezler. Artık Mustafa da Dedenin cehri zikrine katılır. Soru sorma merakları ve endişeleri kalmaz. (Kün maallah vela tubali- Allah’la ol endişe etme)
İş bu cehri zikir devam ederken o kadar uyumlu bir ritim hasıl olur ki, adımları da aynı ritme uyar… Üç nefes, bir nefes ve tek ses… Döner devri alem… Belki kulaklarında değil ama gönül dünyalarında zikrullahın uyum noktasından esrarengiz bir kudum ve bendir hafiften onların bu uyumlu zikrine eşlik etmeye başlar. Bu da onlara ilahi bir feyiz verir. Zikrullah cehri olmasına cehridir, işitilmektedir ancak her ikisinin de iç dünyalarında doyumsuz bir şuhud, eksiksiz bir yokluk teslimiyeti muhit olur. Görünmez bir dairenin içinde dönmektedirler…
Aşıklara tam uygun olan rahi melamet
Varlığını Allah’a veren buldu selamet
Hakikat bulanlara lütuf eyledi canan
Masiva’yı geçen kişiye Hak olur ayan
O sırada zikre tam tamına uygun, gönül kulaklarını vecde getiren duygulu bir sesle manalı bir ilahi okunmaya başlar. Bununla birlikte etraflarını görmeye başlarlar. Aynı anda yeşiller giyinmiş sayıları belirsiz o yerin sakinleri Meczup Dedeyi ve Beş Mustafa’yı aralarına alırlar ve aynı ritim ile zikrullahı takip ederek hep birlikte dönmeye devam ederler. Hafif fakat gönül doyurucu bir sesle terennüm edilen ilahi de devam etmektedir…
Bu dünya imtihan yeridir böyle bilmeli
Elest-ü hitabına her an demeli belîî
Alemlere kalp gözü ile bakmalı her an
Her yüzde heman zahir olur ol yüce sultan
Bizimkiler o derin yokluk ve teslim olmuşluğun içinden yavaşça etrafı temaşa etmeye, başlarlar. Bulundukları mahali incelemeye ve nerede olduklarını fark etmeye gayret ederler. Üstü altı kaya, etrafı çepeçevre, kapısız penceresiz kayadan bir duvar… Yalnız bu duvar o kadar güzel ve muntazamdır ki hayran olurlar. Duvar sanki, altın elmas yakut ve benzeri kıymetli taşlarla süslemiş, tezyin edilmiş gibidir. Rengarenk ve pırıl pırıl… Tabii gözler fark ile bakmaya başlayınca zikrullah yavaşlar! Dede hayran hayran etrafı incelemeye başlar ve dudaklarından “Gaar” kelimesi dökülür. Hâlâ mağara içinde olmalarına rağmen gördükleri muhteşemliğe hayran olurlar. Yer, gök, duvarlar… Her yer mücevher harcı ile sıvanmıştır. Dedenin gönlünden şunlar geçer; ‘Ya! Celilu Ya Cemal. Entel Hâdi, entel Hakk leyse li Hadi illa Huuu. Ey bizlere şeş cihetten muhit olan Huuu… Yol gösteren Hadi sensin. Hakk ancak sensin. Bu eksiksiz mevcudatta Kahir ve Vahid olan ancak Huu’dur.’ Ve açık gözleri, açık gönülleri ile zikrullah devam eder. Onlara iştirak eden “GAAR” sakinleri bir bir eksilip ortadan kaybolurlar. Artık Dede ve Beş Mustafa yek vücud gibidirler. (Vücud vücudullah) Başka yok! Takatlar kesilinceye, bir vücud olan Hakk’ı zikre devam… Vücudu Hakk olanın takatı mı kesilirmiş? Haşre kadar döner… Haşır neşirden sonra da döner. Zaten hep dönmüyor mu alemler. Varlığın aslı bu değil mi?.. Noktaî tavaf kanunu, Sünnetullah, atom etrafında dönen zerreler Beytül mamuru ilahi emirle tavaf eden galaksiler yaz kış gece gündüz Kabeî Muazzama’yı tavaf eden ruhani ve cismani mü’minler hep aynı Huuu ismi latifin adına dönüyorlar da… Bizim Meczup Dede elinden tutup yürüttüğü Beş Mustafa ile neden dönmesin!!! Dön Meczup Dede dön! Bak bir Hakk dostuna… Ne söylüyor.
Hakk cemalin Kabesini
Etti aşıklar tavaf
Yerde Kabe gök yüzünde
Beytül mamur olmadan
Şemsi Sivasi
Bir vücuttur cümle eşya
Aynı vücuttur Hüda
Hep huvviyettir huveyda
Yok Hüda’dan mada…
Galip Dede
Onlar vecd içinde zikrullah ile dönerken mağara (GAAR) daha da aydınlanır ve her cenahtan kapılar açılır. Bizimkiler kendilerince en ışıklı tarafa yönelip mağaradan çıkarlar. Çıktıkları yer, çok renkli çok müzeyyen, çok geniş ve ferahlı bir yerdir. Buranın halkı; samimi, güler yüzlü, saygılı olmakla beraber, çok farklı halleri de vardır. Serbest hareketleri, huzur verici yakınlıkları, müjdeci bakışlarıyla karşılarlar onları... Her iki elleriyle musaffaha yaparak tebrik etmeye gelişleri bizimkilerin ruhunu gönüller üstüne yüceltir. Bir de tekbir alırlar hep bir ağızdan..Allahu Ekber Allahu Ekber La ilahe illallahu Allahu Ekber Allahu Ekber ve lillahil hamd… Kimileri Meczup Dede’nin ellerine sarılıp öperler. Kimileri de Beş Mustafa’yı sarmalayıp sevgi dolu tebriklerle lütuflandırırlar. Muhabbet, mutluluk, sevinç gözyaşları arasında önce Dede’yi murassa elbiselerle donatıp rahat bir koltuğa buyur ederler. Sonra Beş Mustafa’nın endamına uygun açık yeşil bir elbise, beyaz bir takke temin edip onu da Dede’nin yanına buyur ederler. Bin bir çeşit nimetlerle, yiyeceklerle donatılmış sofralar kurulur; şerbetler dağıtılır. İnsanlar bölük bölük otururlar. Sofra devamınca bülbül sesleri zengin çeşitli nağmeleriyle yemeğin nefasetine bir o kadar da manevi zevk ilave eder… Davudî bir “Amin” sesini takiben Hamdü Sena ve Salavat ile taam duası okunur. Hemen oracıkta meydan yerine hurma dallarından minyatür bir odacık hazırlanıverir. İhvan arasından saygı ile götürülen yaşlı bir veli tekbirler ile odaya alınır. Devamlı tekbirler hep bir ağızdan meydanı çınlatırken, bizim Beş Mustafa oturduğu sedirden alınıp odanın önünde heybetli duruşuyla kişiyi saygı ve hürmete sevk eden bir Hakk dostuna takdim edilir. Aralarında bir müddet sert esen konuşmalar geçer. Sonra da hurma lifinden yapılmış oda kapısı açılarak Beş Mustafa içeri davet edilir.
Uzunca bir sessizlikten sonra hafi zikirle derinleşen meydanda tekrar coşkulu bir tonda tekbire başlanır. Hurma dalından bina edilmiş odanın önünde Beş Mustafa, yüzü gözü nurla parlayan yepyeni bir çehreyle görünür. Aynı anda da Meczup İsmil Dede saygı ve ta’zim ile alınarak odanın önüne getirilir… Dedemiz, önce kapı önünde heybetle dikilen zatı şöyle bir süzer, sonra hemen odaya girmek isteğiyle kapıya yürür. O heybetli şahıs Dedeyi kolundan çekip girmesine mani olur veee:
“Efendim benden destur almadan oraya giremezsiniz. Benim size bazı mevzuda tavsiye ve tembihlerde bulunmam lazım.”
“Bırak şu kolumu! Kapıcı azmanı! Ne mevzusu? Ne tembihi? Ne tavsiyesi? Sen tembih ve telkinden ne anlarsın? Çekil şöyle! Biz ki Cenab-ı Peygamberin ordusunda cihad görmüşüz. Rahlesinde ders almış. Sohbetlerinden feyizdâr olmuşuz.”
“Fakat! Efendim. Buranın usulü böyle. Ben size usul üzere bu odanın adabı hakkında bazı izahatları…”
“Bana bak!... Boyu uzun, endamı geniş, heybeti mutantan herif! Kolumdan çekmeyi bırak yoksa seni içerdeki dostuma anlatırım.”
“Efendim… Fakat…”
Meczup Dede iyice celallenir. Tam meczupluğu zuhura çıkacağı anda hurma lifinden yapılmış odanın kapısı açılır; gülen yüzlü, nur sakallı bir Ehlullah, Dedenin kolundan girip hoşa giden samimi bir sesle “Gel Efendim gel buyur içeri. Sana nasihat etmeye hangi alimin gücü yeter ki? Gel biz senden nasihat alalım. Gel biz senden izin alıp, dahil olalım Tevhide” diyerek onu içeriye davet eder. Böylece Beş Mustafa da dahil oradaki cümle ihvan, Meczup İsmil Dede’nin mana aleminde değeri bilinir irşad mensuplarından olduğunu idrak ederler.
O iki risalet yetkilisi Ehlullah, halvet odasında derin sohbetler içindelerken ihvanı ba safa grup grup daire olur, bir yandan sohbet eder bir yandan da çay ve meyve dinlenmesi yaparlar. Cennet misali bir bahçedir burası… Sayısız nimetlerle süslü ağaçlar adeta oradakilere şöyle seslenmektedir: ‘Ey! Allah’ın sevgili kulları! Bize bakın bize! Bu güzel görüntülerle bu can bahşeden kokuların davetleriyle size sesleniyoruz. Biz hepimiz bütün nimet çeşitleri sizler için varız… Gelin… Gönlünüzün sevdiğine elinizi uzatın alın. Ve bütün bu güzellikleri sizler için musahhar kılan Allah’ın sizlerden razı olduğuna “Amentü billah” deyin ve sizlerde o Yüceler Yücesi Rabbinizden razı olun. Hamdü Senalarda bulunun. O iki cihanın Efendiler Efendisi Habibine Salat-u Selamda bulunun.’
Bizim Beş Mustafa da yeşil elbisesiyle başındaki padişahlar tacını andıran takkesiyle çevresini dolduran ve dikkatle anlattıklarını dinleyen dostlarına buraya geliş maceralarını en ince detaylarına kadar anlatır… Bunların hep o pazarda bulduğu çuvaldızı alıp kaçmasından başlarına geldiğini söyler.
O sırada hurma lifinden mamul kutsal kapı açılır ve nur yüzlü Efendi ile Meczup Dede sohbet halkasının yakınına gelirler. Cümle ihvan da toparlanıp ayağa kalkar. Efendi, İsmil Dede’yi ve Beş Mustafa’yı tekrar tebrik eder. Selamün aleyküm, tubtüm. Bima sabertüm fed hulu ha halidin. Size selam olsun. Sabrınız ve teslimiyetinizle müjdeli oldunuz. Artık daimi olarak dahil olun (Cennete)… ayetini okur. Hep birlikte mukaddes yeşil asmaya yürürler. Oldukça yüksek ve de kadim bir asma ağacıdır bu… Çardaktan aşağı sallanan zümrüt yeşili üzüm salkımları adeta Efendi onlara baktıkça kopup eline gelmeye can atarcasına durmaktadırlar. Nitekim öyle de olur! Efendinin baktığı üzüm salkımı eline geliverir. Efendi onu Beş Mustafa’ya verir ve bir daha elini uzatır… Yine bir salkım üzüm eline gelir! Efendi bu yeni salkımı selamlar eşliğinde Nimet Ana’ya hediye olarak yollar. Onun bunu hak ettiğini ve yakında kendisine büyük bir müjde olduğunu da sözlerine ilave eder. O sırada cümle ihvan gelir Allah’ın emanetinde olun duasında bulunurlar ve aynı anda meydan bomboş kalıverir. O nurlu Efendi… Yüzlerce ihvan… Hepsi kaybolup gitmiştir birdenbire… İsmil Dede hayranlık, Beş Mustafa şaşkınlık içindedir.
“Ne oldu birdenbire nereye kayboldu bunca insan? İsmil Dede Söylesene!.. Nerdeyiz şimdi biz? Hani üzüm asması? Şurada değil miydi? O Efendinin odası da kaybolmuş. O mis kokulu meyve ağaçları yok muydu burada? Sofralar, meyveler vardı yiyorduk. Sohbet yapıyorduk! Anaaa Dede! Dede! Senin duvarları zümrütten sıvalı yer de yok olmuş yerine taştan oyulmuş bir mağara var. Ben hiç bir şey anlamadım Dede! Kafamda kıvılcımlar dolaşıyor! Bize ne oldu? Başımda takke giydiydim! Aaa takkem yok! Yeşil busatlarımı giydiydim; onlar da yok. Bak Dede senin de üzerinde eski busatların var. Yenileri gitmiş. Allah’ım aklıma sahip ol. Etrafımıza bakıver bir. Çalılık kayalık az önce şurada bir su pınarı vardı. Şimdi otluk dere olmuş… Aha şu taş oyuğunun yerinde açılıp kapanan kapılar yok muydu Dede? Söylesene! O nurlu ihtiyar asmadan üzüm koparıp bana verdiydi. Aha bak üzüm salkımı daha elimde durup duru bak bi!”
Meczup Dede neticenin böyle olacağını biliyor gibidir sanki… Ama aslında o da bir hayli hayranlık içindedir. Hele hele o iki salkım üzümün hâlâ elinde olduğunu fark edince yüzünde huzurlu bir tebessüm belirir. Beş Mustafa’nın ışık ışık bakan ve sorularına cevap bekleyen gözlerine bakarak elinde tutmakla olduğu üzüm salkımlarını işaret eder ve şöyle der: “Bu da nasıl oluyor demeyelim! Hayatta her şey mümkün oluyor da. “Mutu kalbe ente mutu” (Ölmeden evvel ölünüz) emrine uyup hakikat aleminde Hayy olanların yaşantılarında neden olmasın?” Meczup Dede memnun ve şefkatli bakışları ile Mustafa’nın başını okşadıktan sonra konuşmasını sürdürür: “Haydi oğul. Eve dönüş vaktimizdir. Yolumuz geldiğimiz yoldan daha uzundur. Hem artık bize verilen ne ise verildi. Sen çabuk yoldan dünya imtihanını verdin. Hâl içinde yaşayarak ilm-ü ledün mertebesine, Varisil Enbiya olma hakkına kavuştun genç yaşında. Sana ne mutlu… Ben ise yetmiş yıldır Kahhar, Cebbar, Aziz, Muhit isimlerinin ihatası içinde bağlanıp kalmışım. Hamdü Senalar Rabbiye ki, o nur yüzlü Efendi; Rauf, Rahim, Vedud isimleri üzerinden bu Meczup Dedeni beka aleminin pınarlarından içirmesi ile Huuu isminin aşıkları arasına dahil etti.
Du cihan gamından geçer Yok senlik benlik var Huuu
Huuu isminin aşıkları Evvel Ahir derim Huuu
Dost elinden Kevser içer Zahir Batın illa Huuu
Huuu isminin aşıkları Her yüzden nazarım sen
“Ah evlat öyle coşkuluyum ki, Huuu aşkıyla öyle doluyum ki öyle yakınım var ki Allah’a!... Yüceler Yücesi Allah’ım sen ne kadar güzelsin!”“Dede! Dede! Ne oluyor sana?... Deli baş dana gibi dönmeye başladın. Tövbe Bismillah. Bize bir şeyler oluyor! Tövbe Allah’ım. Bir daha çuvaldız falan alıp gelmeyecem. Akıllı olurum. Anama eziyet etmem. Tövbe! Çok! Çok tövbe!”
Dedemiz cazibeye kapılmıştır. Allah Allah Allah Huuu… Saf ve temiz niyetli Mustafa’nın ellerine sarılması ile durulurlar. Nimet Ana’nın bahçesine bulurlar kendilerini lütfu ilahi ile bir anda!.. Nimet Ana elinde su bakracı ile koşarak gelir; ikisinin de yüzlerine su serpeler. Dedenin ellerinden oğlunun gözlerinden öper.
“Hoş geldiniz gaziler, aşıklar. Hoş sefa geldiniz… Gazanız mübarek olsun. Az önce geldiğinizi haber aldımdı. Öylece gönlüm geçivermişti minderin kenarında. Kalk dediler. Kalk! Hakk yoluna uğurladıkların geldiler. Karşıla onları… Birden gözlerimi açtım ki oğlanın çığırışını işittim. Tekrar hoş sefa geldiniz Efendim. Hoş geldin oğlum.”
“Ana sen ne diyon? Biz ikiz kayalardayız henüz. Sen bize koşup geldin değil mi ana?”
“Oğlum! Şaşkın oğlum. Bak eve geldiniz. Yüzünüz nurlu geldiniz. Ay oğul… Haydi içeri girin de anlatıverin bir, neler gördüyseniz… Üzümlerde pek taze pek güzelmiş. Bu mevsimde üzüm olmaz ya! Nereden aldınız? Yüzünüzde Peygamber nuru parlıyor. Kimleri gördünüz? Hangi ak yüzlü seyyidlerle, hangi cemil mücemmil insanlarla konuştunuz da böyle nur yüzlü oldunuz? Bir anlatıverin bana…”
Beş Mustafa’nın kalbi çalar saat gibi atmaktadır. Kocaman elleriyle önce kafasını, yüzünü, gözünü sertçe sıvazlar ve başlar en başından anlatmaya… Dede söze müdahale eder ve evvela Nimet Ana’ya o ak yüzlü Efendinin selamını söyler; hediyesi olan üzüm salkımını verir. Kendi üzümünü elinde tutarak hafi zikre geçer. Beş Mustafa ikiz kayadan, çıktıkları noktaya kadar her olayı milim milim anlatır ta ki, Dedenin o yüksek sesle “Allah Allah Allah Huuu” diyerek dönmeye başladığı son ana gelene kadar ama oraya gelince susar!
Kenzi mahfiden bir lütuf kim ki aldı, gizledi
İstese de söyleyemez Haktan izin verilmedi
Harisel Bostan
Nimet Ana’nın azimli ısrarlarına rağmen Dede o gün hiç konuşmaz, evine gider ve sabaha kadar zikir ve tefekkürde daim olır. Yüreğindeki zapt edilmez coşkulu sevincin sakinlemesi için namazlar kılıp, Kur’an tilaveti ile meşgul olur… Ertesi gün Nimet Ana ve oğlu geldiğinde o beş sırlı kelimenin sohbetini açar.
“SU” ilme işarettir, ikiz kayadan akan “ŞELALE”, uzayıp giden “GAAR” o “IŞIK”LI yer ve sonunda erdiğimiz “SELAMET” hep Tevhid meratiplerini anlatıyordu bize… O açıklık ferahlı yerde de nur yüzlü Efendiden bilgiler almamız her kelimeyi hakkı ile ve hal ile yaşayıp gördüğümüz merhum şehit Efendimin duasının tahakkuk ettiğini bildiriyordu… Bize bu ilm-ü Ledün’ü hem Zahiri hem Batıni ihsan eden Allah’a nasıl bir şükür yapmalıyız. Aşkıyla kendimizi o Alaimessema (gökkuşağı) sema alemlerinin içinde hissederek Allah diye diye dönmeye başladım. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Mustafa’yı alıp kaybolduğumuz gibi kendimizi bahçede bulduk. O güzel cennet misali bahçede yeşil gömlekli sohbet ehli ve de o ak yüzlü Efendi Hazretleri hepsi beka aleminin sırlarındandır. Oradaki yiyecekler sohbetler hem Zahiren hem Batınen apaçık tecelli eden beşinci makamın nimetlerindendir. Filvaki dualar ile vedalaşırken birdenbire o cennet misal aleminden normal dünya görüntüsüne dönen bir değişim oldu. Dünya sahnesi ikiz kayalar dağlık derelik bir yerde bulduk kendimizi… Mustafa’nın ne oldu bize feryatlarına bende ha deyin katılasıydım ki elimizde kalan üzüm salkımlarını fark edince yüreğime dolan sevinç içinde dualar ettim. Zikre sema’ya başladım… Ve ne hal olduysa oldu. İşte buradayız… Şimdiii Nimet Ana sen şu üzüm salkımını o ak yüzlü Efendinin hediyesini al… Mükerremdir. Her gün ondan yersin. O yine her gün taptaze durur. Oğlun Mustafa içinde öyledir. Ben fakir o benim yıllar yılı kahrımı çeken fedakar refikama hediye etmek iznini aldım Efendiden. Onunda bizimle beraber iş bu veraseti Muhammediye (s.a.v.) de hoş gönüllü bir ihvanımız olsun. O ak yüzlü Efendi fakire Tevhid mertebelerinin tamamını tekmil etti. Sizlerle beraber ilahi sohbetlerde daim oluruz. Efendi şöyle buyurdu. Makam ve meratip sayıları Nam-u nişan yücelik Allah’a aittir. Görülür ki o Yüce padişah Huuu ismiyle bütün alemlere muhit olmuştur. Huuu isminin meydan alışı ile hiçbir cihete açılmayan kapı yoktur. Huuu isminin yolları engelsiz ve düzdür. Cümle güzel isimlerin cem olduğu tek isim Allah ismi celalidir. Allah’ı anmanın bil cümle usul ve akaidi Huuu isminde mündemictir dedi ve sen Huuu isminin mazharı ol. Huuu ismine hizmet eyle. Himmeti Rasulullah muinin olsun diye duada bulundu. Haydi şimdi hepimiz bizim taştan mamul malikaneye gidelim. O bizi merakla bekleyen vefalı hatunun elinden közde biberli tarhana çorbasına “Bismillah” diyelim. Hediye aldığımız üzümleri yemekle karın doymuyor. Dünya hayatı devam ediyor…
Ve İlallahi türceul umûr…
Ve cümle işlerin dönüşü Allah’a dır…
Ve Billaıttevfik
HARİS EL BOSTAN