Efendim iş bu kıssadan hisse İstanbul şehrinin orta halli bir semtinde ikamet etmekte olan alçak gönüllü bir devlet memuru Devahir Dönmez Efendinin hayati menakibine aittir. Padişahlık devrinin nihayetleri yıllarında saray cemiyetine yakın bir ailenin altı kız evladından sonra, anne babanın geç kalmış yıllarına doğru yedinci ve son bir erkek evlat, olarak dünyaya gelmiş. Altı abla ve anne baba arasında nasıl bir saltanat içinde büyüdüğüne akil biri için tahmin yürütmek hiç mi hiç zor değildir.
O besbelli bir şey, çok hoppa, jagga, şımarık, çok kişiler tarafından sevildiği ve korunduğu için “ucbu roha” kendini beğenmiş biridir diye düşünüyorsanız çok yanıldınız. Tam aksine, çünkü o yıllarda Osmanlı Hanedanının moderin merakı mensupları, Avrupa modası tutkuları yüzünden bizim saraylı anne baba ve de kızları, gelişen yeni hayata ayak uydurma hevesi içinde maddi manevi savruk bir yaşantı devamında iken, ailenin son evladı en iyi hallerde yaşayacağı yerde, tahsil terbiye için İstanbul merkezde halasının yanına verilmiş, orada normal bir hayat içinde tahsil görüp yetişmiş ve ala külli hal, bir devlet memurluğu hakkına sahip olabilmişti.
Diğer yandan Roma- Paris- Londra meraklısı anne baba ve kızları, ailenin serveti, semanı nesi var nesi yok hepsini nefsani sefa yolunda israf ededursunlar. Büyük hala da elindeki imkanları ortaya döküp genç memur Devahir beyi saraya yakın bir ailenin kızı ile evlendirir. Kısa bir zaman sonrada vefat eder. Halanın çocukları miras paylaşımı davasından evi satışa çıkarırlar. Genç evlilere de kiraya çıkma yolu görünür. Devletin mübaya işlerinde olduğu memur Devahir ilk yıllarında muhtelif bölgelerde ve şehirlerde tayinleri olur. Bazen Devletin misafirhanelerinde ikamet ederler, çoğu kez de kiralık evlerde otururlar, ilk çocukları oğlan olur. Çocuğun ismini Muhyiddin koyacaklar fakat anne baba ve kardeşler henüz meydanlarda yoklar on sekiz ay önce çıktıkları Avrupa ve İskandinav ülkelerinde fahri sefaret adı altında geziyorlardı, hala avdetlerinden bir haber yoktu.
Saray dedikodularından sızan bazı haberlere göre onlar deniz yolculukları esnasında korsanlar tarafından gemileri ile beraber esir edilmişler nerede oldukları belli değilmiş. Resmi bir açıklama yok ama, dolaşan konuşmalar böyle... zaten o zamanlar her yörede kıyasıya savaşlar devam ediyordu. Hayat istikrarsız! Kimi yerde felaketler kol gezerken, kimi yerde de bazı gaflet ehline sefahat etme fırsatı çıkıyordu.
Devlet memurunun hayatı nasıl geçer herkesçe malumdur şark hizmeti, garp hizmeti, merkeze alınma tayinleri, derken oradan oraya taşına taşına ailenin canı çıkar. Şöyle rahat bir bölgede bahçeli bir ev yapıp, balkonlu verandalı, meyve ağaçları... Sınırları çeşitli çiçeklerle donanmış hoş görüntülü bir malikane olsa... İşten dönüşte önce bahçenin güzelliğini seyretmeye vede yorgunluğu def etmek için bahçe şezlonguna şöööyle ayaklarını uzatıp oooh! diyebilmek, hele birde yemek öncesi bir bardak taze meyve suyu ikram edilirse, Allaaaah! Değme ağanın keyfine... Fakat, aaah! aah! ah ki ne ah!... Hani halk içinde böyle haller için hoş bir söz söylenir “Ah şöyle olsa” ile “Vah böyle olsa”, nikahlanıp evlenmişler çok münasip nur topu gibi bir oğulları olmuş onunda ismini “Ah keşke” koymuşlar.
Efendim nerede kalmıştık? Ah ki ne ah diyorduk evet, bizim devlet memuru Devair Efendi, saray nazırı emrinde devletin çeşitli emtia ihtiyaçlarının temini üzerinden çok başarılı ve devlet bütçesinden de idareli olmakla takdir kazanmış biridir. İktisadi işleri çok iyi bilir, kendi ailesi için harcamalarda da oldukça muktesit davranır. Fakat bahil, yani pinti değildir. Devahir Efendi hem devletini hem de kendi hane efradını çok dikkatli ve verimli idare edebilen bir memurdur. Bu sebepten saray nazırı onu hep takdir eder o yüzden her zorlu meselelerin halli için onu vazifelendirilir. Dolayısı ile de bizim Devahir Beyimizin hayatı da Devleti Osmaniye mülkünün genişliği ölçüsünde oradan oraya tayin edilmekle geçer.
İlk oğlu Muhyiddin’in arkasından üç kızı bir de en küçük oğlu gelir dünyaya. Her ne kadar iyi bir mevki sahibi olduğundan ev nakillerinde devletçe kolaylık gösterilmiş olsa da, daima özlenen mütevazi bir yaşam, kalıcı bir mekan elde etmek nasip olmaz. Ta ki altmış beş yaşına gelinceye ve emekli olma hakkının mazbatası kendisine verilinceye kadar...
Oh! Oh! Şükürler olsun, bu günün vaktine, hamdolsun rabbimize “men sabere, zafere”(kim sabreder zafere erer) en yakın zaman içinde yıllardır özlemini çektiği, sakin, asude bir hayat yaklaşıyor. Rahat günler geceler gözlerinin önünde uçuşuyor. Şehrin az uzağında bahçeli bir ev satın alır otuz beş yıllık Devlet-i Ali Osmaniye'ye sadık hizmetlerinden dolayı dolgun bir emekli maaşı ve Hazine-i hümayundan da sultanın lutfuna mazhar olduğu otuz beş senelik yıpranma kıdem ikramiyesi aldı ya!.. Hiç kimseye haber vermez. Oğullarına, kızlarına çıtlatmaz. Hele o cemiyet toplantılarından, ipe sapa gelmez mevzularla, aklını malayani konuşmalara teslim etmiş olan karısına hiç bahsetmez. Bahçe evini iyi bir bakıma alır, bahçeye türlü çeşit çiçekler diktirir, meyve ve süs ağaçları ilave eder. Bahçe etrafını gül fidanları, yasemin, hanımeli gibi muhtelif hoş kokulu fidanlar ile çevirir. Parası var. Kendisi de alım-satım işleri uzmanı... Evin iç ve dış ihtiyaçlarının hepsinden satın alıp, ailesinin çok rahat yaşayabileceği ve de kendisinin hep olması için dualar ettiği, sakin huzurlu, dört başı mamur bir yaşama kavuşabileceği her türlü muhteviyatı aldı, yerlerine koydu. Her şeyler tamamlanınca, bahçe kapusu çıkışına varmadan döndü büyük bir haz duygusu ile evine, bahçesine baktı, rahatlığına, güzelliğine nazar etti. Gönlünün doyuma ulaştığının kanaatine vardı. Elhamdülillahi rabbil alemin diyerek ellerini yüzüne sürdü. Bahçe kapusunu kapattı ve ev halkına müjdeyi verecek adımlarla yürüdü. En yakın zamanda o şehir fitnesi kokan, sefertası misali kat katlı evden taşınıp cennet misali huzurlu ve de kendilerine özge evlerine yerleşecekler... Efendiiiiiiiiiim! Devair Bey büyük sevinç ve muradına kavuşmuş bir sevdalı edası ile evine doğru gelmekte olsun biz bu mutlu aile babasının evine bir nazar atfedelim diye ondan önce ailenin üyeleri ne hal ve ahval üzere olduklarına bakıyoruz...
Büyük oğlan yüksek tahsilini başaramadığı için İstanbul Mısır Çarşısı'nda dükkan açıp hayatını kazanmak için şöyle kuvvetli bir sermaye bekliyor.Üç tane yetişkin kız var evde. Gelin olup kendi hayatlarının en varlıklı ve lüks zeminlerde olması hayalleri içindeler. Küçük oğlan çok başarılı sınıfları su gibi geçiyor, yüksek tahsilini İngiltere de Kembrich üniversitesinde yapmayı düşünüyor, istiyor!.. Tabii bunun için de özel İngilizce dersleri alması lazım, efendi babasının emekli ikramiyesinden sahavet bekliyor.
Annelerine gelinceee!.. Kafasında türlü düşünceler... Adam emekli olup otuz beş yıllık kıdem haklarını alınca aileye çok bereketli günler gelecek. Büyük oğlan kendine bir dükkan açar bol para kazanır. Kızlar zengin mürüvetli kocalar bulurlar, evlenir varlıklı hayat yaşarlar. Küçük oğlan yurt dışında üniversiteye gider tahsilini tamam edip, önemli mevkide bir devlet adamı olur. Biz de adamla rahat ve huzur içinde olup arada bir Avrupa seyahatlerine gideriz. Zaten ömür boyu Paris’i ve Eyfel kulesini çok görmek istemişimdir. Her şey iyi de çok tuhaf bir duygu var içimde, bir sezi var, bu adam yılbaşına varmaz emekli olurum hanım diyordu. Nisan ayına giriyoruz o hala işe gidip geliyor. Serenad naciyeler, buradan taşınalı iki ay oldu... onun da kocası ocak ayında emekli oluyordu hatta bizim adamdan bir ay sonra, onlar iki ay önce oldular sanki. Hımmmmm!!! Kim bilir her halde bizimkinin yerine adam bulamamışlardır. Devahir çok çalışkan ve iş bitiren biridir, onun gibisi kolay bulunmaz, her halde ona daha çok ikramiye verirler. Ailede herkes kendi nefsani hesaplarına öyle dalmış ki, kim nerededir, ne iş yapar soran eden yok, varsa yoksa kendileri... Devahir efendi dört aydır hiç kimseye söylemeden işe gider gibi gitmiş gelmiş. Fevkalade bir bahçeli ev hazırlamış evdekilerin haberi yok. “Kim kime tum tuma” bakalım şimdi ne olacak? Hah işte kapu çalındı! Koş kızım kapuyu aç! Babanız gelmiştir, hadi Zülal acele et.
-Anne ben dergimi okuyorum, Zehra açsın.
-Hadi kızım Zehra, koş babanı bekletme.
-Anne ya! Neden ben gidiyormuşum? Şule gitsin ben mecmuadan nişanlık elbiseler bakıyorum, nişanda ne giyerim diye... Bak Şule’nin işi yok. Pencereden bakıyor sadece.
-Şule sen gider misin kızım baban kapuda bekliyor.
-Ben gitmem anne!!! “evin küçüğü dağın domuzu!” her işe beni koşturuyorsun. Benim de kendime göre işim var, düşünüyorum.
-Ööööf! Öf! Tembel köpekler ellerime de krem sürmüştüm yazıklar olsun size... Hoş geldin bey, bu akşam işin çok mu sürdü?
-Ne geç kalması hanım!... On dakikadır kapıda bekliyorum nerdesiniz ya huuu!? Sen içerde kime yazıklar olsun diyordun?
-Yok bir şey canım çocuklar işte...
-Var hanım var. Çok şey var bu evde, huzur rahat kalmadı, herkes kendi bencil hayatını yaşıyor, akılları havada ben de söyleyeyim, yazıklar olsun bu bigane halimize... evin efendisi kapıda bekletilir mi ya huuu! Ben kapu çalıyorum komşular bana bakıyor, ayıptır hanım, yapmayın böyle!
-Ne yapayım canım kızların üçüne de söyledim kalkıp açıvermediler kapuyu ben de ellerime henüz krem sürmüştüm... sana kaç defa söylemiştim şu anahtarı yanına al diye...
-Fe süphanallah! Hanım, o koskoca anahtarı cebimde nasıl taşırım. Ev ev değil ki kapusu kapu olsun, sanki mahbushane kapusu getirip takmışlar anahtarı bir okka çekiyor. Sen şimdi anahtarı, kapuyu boş ver hatun da, beni bir dinle size çok ciddi ve güzel bir haberim var.
-Hayırlı olsun Efendi ikramiyeyi aldın inşallah ne güzel. Bizler de senden böyle haber bekliyorduk çocuklar sevinecekler.
-Tabii sevinecekler Hatun o ikramiye yardımıyla öyle güzel bir evimiz olacak ki hepiniz cennette yaşayacaksınız.
- Nasıl yani???... Ne evi bey?... Ne cenneti? Sen yoksa paranı aldın da bizden habersiz başka işlere mi sarf ettin?... Sakın böyle bir şey söyleme. Bizim yani, benim de kendimize göre çok önemli beklentilerimiz var, ilerisi için... Zaten her zaman eve kızıp bazı bahçe lafları ediyordun, sakın öyle bir şey olmasın?
-Hatun tam söylediğin gibi oldu. Dolgunca bir ikramiyeli tekavütlük hakkımı aldım o para ile de bahçeli bir ev aldım, dayalı döşeli, cennet kokulu, sakin ve huzurlu bir bahçeli malikane bizi bekliyor, dualar kabul oldu bu sefer tası kılıklı üst üste kat katlı, hantal zevksiz, kapuları pencereleri kabih evden kurtuluyoruz, kendi evimize taşınıyoruz. Herkes şahsi ihtiyaçlarını toplayıp denk yapsın yarın inşallah o müreffeh evde çiçekli bahçemize nazır akşam yemeğimizi yeriz.
-Ne!... Nasıl?!... Ne zaman?!!!... Aman Allah'ım vay başıma gelenlere... Kızlaaaaaar!!! Ah yüreğim! AH! AH! Çarpıntı geldi. Kızım tut elimi şuraya ilişeyim ayyyyyy! Bir yudum su!...
Devahir bey bir şeyler kopacağının kabulünde gibiydi amma müjde diye sunduğu haberin ölçüsü çok yüksek oldu. Öylece ayakta kapuda kalakaldı. Hem hanımını merak ediyor bir yandan da hiç hoşlanmadığı bu evin tertip ve düzenine sevimsizce göz gezdiriyordu “gayri ihtiyari”
Efendim yıllar yılı kira ile oturdukları bu evin hali metrukiyesi şöyle; kırk metre kare alan üzerine sağlam temel ile kurulmuş bir minyatür daire içerden merdivenle üst kısma çıkılır, eski tabirle çifteli daire deniyor. Yukarıda çocuklar için odalar var küçük küçük... tamam! Tamam da? Mal sahibi binanın temeli sağlam diye üstüne ayni çiftli daire cinsinden bir sistem daha inşa ediyor bu defa merdiveni dışarıdan. Devahir beyler alt çifteli daireyi tutmuşlar. Evin sahibi keresteci, kalın sağlam kapılar pencereler yaptırmış, güvenli olsun diye... Tabiii görüntü güzel olmamış. Bakan başını öteye çevirir. Bizim Devahir bey sözünde haklı. Dar ölçüde, yüksek bina tam bir sefertasına benziyor. Eskiden öyle “Mc Donalds, Kentaki Chicken falan gibi ayak üstü atıştırma köşeleri yoktu. Memur, esnaf, işçi kesimi yemeğini evden getirirdi. Sefertasları vardı, iki katlı, üç katlı, dört katlısı da olurdu. Alt kısmına sulu yemek konur üst bölmesine dolma, pilav veya makarna konur, üçüncü katta salata, turşu ve benzeri ekşili gıda, en üstüne de tatlı konurdu. Revani, cevizli burma, kadayıf, baklava gibi... İşte bu bina da ona benziyor. Acılı tatlılı hayatlar devam ediyor içinde ama artık bitti!... (cael hak ve zahakel batıl) hak geldi batıl gitti. Labid bu hanei kabiheden (çirkin ev) kurtulup, o canım bahçeli eve taşınıp huzura kavuşmamız lazım. Fakat şu an durum çok vahim, ev sakinlerinin yüreğine od düşmüş gibi yanıyorlar. Anne ve kızları babalarına arada bir düşman bakışlar atarak çırpına çırpına ağlıyorlar. Neden?... Bencil hevesleri suya düştü de ondan... Devahir Bey bu acıklı sahne karşısında ne yapacağını şaşırır ve ayakta bakakaldığı kapu önünden ters geri yaparak çıkar gider. Büyük oğlu Muhyiddin işten eve dönüşte şaşkın babayla karşı karşıya gelirler.
-Baba! Babaa!... Babaaa!... Hayrola baba çok dalgınsın böyle ters yöne nereye uğur?
-Hayırdı, uğurdu oğul ama şimdi tersine oldu. Ben de ters yöne doğru gidiyorum işte.
-Dur baba dur! N’oldu anlatsana, hem benim de sana anlatacaklarım var. Gel sana nargile de bir kahve ısmarlayayım. İlk haftalığımı aldım.
-Yani sen para mı kazandım diyorsun?
-Tabii baba bak mecidiyeler şıkır şıkır. Hadi önce sen anlat sonra ben... Kavukluuu! İki şekerli bize, okkalı olsun.
-Hay Allah oğlan büyümüş işe girmiş para kazanıp bana kahve ısmarlıyor. Ya Rabbi sana şükürler olsun, hayretimi arttır.
-Evet baba hadi anlat! Yoksa ben mi anlatayım?
-Haydi o zaman önce sen anlat, ne varmış heybende bakalım.
-Baba çalıştığım yerde acayip alış veriş oluyor. Beni bu ticaret işini en fazla gitsin altı sekiz ayda öğrenirim. Ondan sonra bir dükkan açarız yemin olsun, elimiz cebimiz para kaynar, nasıl iyi değil mi?...
-Evladım iyi olmaz mı, tabii iyi olur ama dükkan açmak çok para ister nerde bulcan o kadar parayı?
-Senin alacağın yüklü para var ya baba o bize yeter, artar bize!
-Anlaşıldı! Sen de evdekilerin kumpanyasındansın evet AAAH! “ya veylik ya vustaniyye” (iki zorluğun ortasında olana veyl olsun) ah evladım ah! Siz benden habersiz ben sizden habersiz... Annene söyledim, sana da söyledim, para falan yok evlat! Ben o parayla bahçeli bir ev satın aldım, hazırlattım, yarın da taşınıyoruz anlaşıldı mı? Oh beeee, rahatladım.
-Hmmm, demek ev aldın baba, zaten hep söylerdin ben bu evde hiç rahat edemiyorum diye, helal olsun, o zaman bizim dükkan işi iptal oldu, ne yapalım biz de haftalık işimize devam ederiz askerliğe kadar, ondan sonra da Allah Kerim, hadi kahveni yudumla da eve gidelim.
-Yani, oğul hiç şaşırmadın mı? Paralar gitti diye kızmadın mı babana?
-Neden kızayım benim kıymetli babam. Bu senin hakkın otuz beş yıldan sonra, bahçeli bir evin rüyası hakikat olmuş, değmez mi, helal olsun.
Devahir Beyin endişesi yok oluverir, yerine eski ümitvar hali gelir, büyük oğlunun bu olgunluğuna çok sevinir “hem sen evdekileri merak etme, ben onların hallerini biliyorum hepsinin hakkından gelirim, madem her şey hazırmış yarın taşınırız.” Demesine de hem hayran oldu hem de biraz şüpheye düştü ne oluyor diye!
-Ey oğul sen bu işi hallet, şu taşınma işi hoşnutluk içinde tamam olsun. Senin dükkan işini de ben halletmeye söz veriyorum.
-Tamam baba sen hiç merak etme ben kolaylıkla hallederim
Böyle zor zamanlara insan en hafif merhabadan güç, güven sahibi olur hele ki yetişkin bir oğuldan yardım gelirse... Baba oğul hevesli bir halde eve geldiler. Salonda dört kadın baş başa vermişler, ağlamaklı mırıldamalar ile yas tutuyorlar... Büyük oğlan evin içini çınlatan bir gürleme yaptı.
-Ne var yahu! Nedir bu sizin yaptığınız, yazıklar olsun be!!! Annem olacak sen, nasıl oluyor da babamızı kovuyorsun evden? Yirmi beş senelik eşin, helalin, efendin o!!! Yazık değil mi? Bunca yıllık evinin babası efendisi evden çıkıp gitsin, otellerde hanlarda yatmaya kalksın, ne oldu da böyle bir hataya düştünüz siz? Babamız bize şehrin kenarında iki katlı şato gibi bir ev yaptırmış, etrafı meyveli ağaçlar kokulu çiçekler, bahçeli cihannameli, balkonlarda zümrüt yeşil sarmaşıklı oturma yerleri olan modern bir malikane. Pencereler kafessiz rahatlıkla içeriden dışarıya seyredilebilen, temiz, ufku açık manzaralı, böyle hantal olmayıp kolaylıkla açılan kapanan kapılar camlı aydınlık odalar, harika bir yer şehre yakın, çarşıya gidip gelmek sadece bir kuş uçumu.
Baba Devahir Bey şaşkın, hayran ve suskun... Bu arada kızlar ağlamayı kesmişler ağabeylerini dikkatle dinler oldular. Anne, yirmi beş yıllık evin reisi, çocukların babası nasıl kovulur da hanlarda yatmaya gönderilir, sözlerine çok şaşırmış oğlunun ciddiyetle konuşmasına kapılmış dinliyor.
-Ben gittim gördüm (atmasyon) çok çok fevkalade bir yerde her memurun kolay kolay sahip olamayacağı güzel bir malikane, fakat ne yazık ki değerini kıymetini bilemediniz, bilemedik. Olağan üstü evine, ailesine düşkün bir insan önemli bir sürpriz yapmak için bütün varını yoğunu harcayıp bir buket çiçek güzelliğinde ev hazırlasın çok sevdiği ailesine, mutluluk için haaaa!... Al sana mutluluk!... Çok yazık. Ben babamızı tutmasaydım kim bilir üzüntüsünden nerelere gidecekti?
Anne, cemiyet tutkunu, sosyete meraklısı... Kızlarını da öyle yetiştirmiş. Dedeleri uzun yıllar sarayın muhafız albaylığını yapmış ve sefaret idareciliğinde bulunmuş, biricik kızı olan anne hanım da gençliğinde İngiliz, Fransız, İtalyan sefarethanelerinde Padişah adına önemli görevlerde bulunmuş kültürlü bir kadın. Pek ufak tefek hadiselere pabuç bırakacak değil ama, oğlunun böyle seçkin bir siyaset adamı gibi, haklıyı müdafaada kusursuz cümlelerle konuşması onu bir hayli düşündürmüş yumuşak ve hayretengiz bir ses tonuyla konuşmaya başlar.
-Oğlum! Ah benim ilk gözümün ağrısı oğlum! Ne kovması? Hiç baba kovulur mu? O bana ev lafını anlatınca, bütün ümitlerimiz suya düştü dedim. Fenalaştım, bayılmışım kızlar da benim üzerime kapanıp ağlamaya başladılar, sebebini biliyorsun. Bizim o paradan çok önemli beklentilerimiz vardı. O parayı eve harcayınca yani bize öyle söyleyince, her şey bitti deyip, hayallerimize ağladık. Baban bu esnada çıkıp gitti. Halbuki o gittikten sonra bir müddet beraberce ağladık. Öfkemiz geçti madem ki bizi düşünüp ev almış, biz de gider otururuz oğlum. Sen üzülme. Birdenbire yarın taşınıyoruz deyince hepimiz şaşkına döndükte ondan oğlum...
Ortalık yatıştı, Devair Bey önce eşinin yanına gitti onun saçlarını okşadı, teşekkür etti, kızları ile konuştu, onlara bütün istekleri hakkında vaadlerde bulundu ve oldukça buruk bir netice ile yarın sabah taşınma anlaşması yapıldı.
“Tebdili mekanda ferahlık vardır” Ertesi sabah!
Ama ne ertesi sabah ya! Yataklar, yorganlar denk yapılıp bağlanıyor, giyim eşyaları tertiplenip bohçalanıyor, tablolar, resimler, kitabeler dikkatle paketlenip sarılıyor, yığın yığın yerli yabancı kitaplar çuvallara istifleniyor mutfak eşyaları ev bakım malzemeleri kutulara kovalara doldurulup hazır tutuluyor. Herkesin şahsi karyolası, konsollu süs dolabı, komidinler, aynalı gardroplar, yerlerinden sökülüp hazırlanıyor. Evin hanımı, yani anneleri bu işe evet dedi ama bin pişman, şu evin haline bir bakın, ev değil harabe oldu, eşyalar da haraç mezat satılıyor gibi duruyor. Tam manasıyla yürek dağlayıcı bir manzara. Denkleme bağlama işi bitince, adam oğluna evin yolunu tarif etti gitti... Gitti ki kapıları açsın gelen eşyalara yer tayin etsin. Bu aile aslında bir çok defalar ev taşımalarda tecrübeli, fakat bu defa çok şeddeli oldu bu tebdili mekan... Devahir bey sürpriz olsun diye başladı ama çok ani olduğu için ev halkı hayli sıkıntılı, kızlar küskün ve kırgın, özel eşyalarını toplayıp aşağıya indiriyorlar, anneleri ile karşılaşınca, göz kaş işaretleri, hararetli bakışlar... Ağabeyleri gelince yüzleri aşağıya iniyor ses soluk yok... Küçük oğlanın arkadaşının babası nakliyeciymiş onu çağırmaya gitti bekliyorlar. Gele gele tek atlı bir araba geldi, büyük oğlan kapuyu açtı....ve!
-Osman ne olacak bu araba?
-Arkadaşın babası bunu gönderdi, bir kaç sefer gider gelirmiş.
-Ulen sen delirdin mi? Bu kadar eşya var içerde, ne yapar bu tek beygirli araba, dur sen burada ufak parçaları yüklemeye başlayın ben hemen geliyorum.
Koşarak gitti bir çırpıda ikişer atlı geniş kasalı üç büyük araba getirdi, dizdi yolun kenarına, telaşın bini bir para, arabalar yükleniyor ama evin hanımı, eşyalar kırıla döküle taşınırken her dakika ha patladı ha!... Tam bu sırada, Büyük Biritanya'dan getirttiği antika piyanoyu iki oğlu taşırlarken ellerinden düşürdüler, kapakları bir yana tuşları bir yana dağılır.
-Hay Allah! Hay Allah! Nerden çıktı bu tebdili mekan! Kim demiş, “tebdili mekanda ferahlık vardır” diye...
Küçük oğlan hem komik, hem de kibarca;
-Hep sen söylüyordun ya anne! Oradan oraya taşınıp dururken yazılarım kaybolur kalemlerim dökülür, lise, ortaokul çalışmalarım ziyan olur giderdi hep sen söylüyordun bize “tebdili mekanda ferahlık vardır” diye büyük atasözüydü öyle değil mi? You shot up! (sen sus!) Einstein junior, yoksa seni de haşlarım.
Küçük oğlan Osman çok zeki, yüksek tahsilini İngiltere'de yapmayı düşünüyordu, ona küçük Einstein ismi takmışlardı. Üç büyük, bir küçük araba yüklendi bağlandı yola düzüldü. Oğullar eşyalar ile gidiyor, hanımlar özel çantaları ile boş kalınca iskelete dönmüş eski evlerinin önünde bekliyorlar. Çok geçmeden onlar için, iki atlı temiz ve güzel görünüşlü bir payton geldi, bindiler ve yeni evlerine doğru yük arabalarının ardından yolda söylenmeye başladılar; “Sahi kim demiş tebdili mekanda ferahlık vardır diye?”
Devahir Bey bahçeli evde, yerleşim planları tamam. Tamam da? Bakalım hanım sultan ve avanesi nasıl bulurlar bilinmez. Her kişinin kendisine göre bir yayılma, serpilme sistemi vardır, zaten sürpriz olsun diye gizli yaptığı işler yüzünden son günde az kalsın tersine gidecekti. Bereket büyük oğlan Muhyiddin tehlikenin çoğunu hafifletti, akıllı ve başarılı çocuk aferin.
Efendim tebdili mekan derken bu Devahir Bey'de gençlik yıllarından beri baba nasihati üzerine İslam yaşantısı hiç sarsılmadan devam etmiş ve hiç durmadan dini araştırmaları da hayatının beraberinde götürmüş. İstanbul tekkeler diyarı, mezhebler memleketi. Hemen hemen her mezhebin imamları mürşidleri ile sohbetlerde bulunmuş, şeriat ve tarikat alimleri ile geniş araştırmalar yapmış, seyrü sülük için bazı şeyhlerin intisab davetlerine dahil olmuş. Çok çeşitli makam ve meratip usullerinden oldukça malumat sahibi idi. Hatırlı bir mevki sahibi olduğu için her yörede bulunan, tanınmış Bektaşi babaları, Alevi dedeleri, Rufai, Cerrahi, Gülşeni, Mevlevi şeyhleri ona kapularını açık tutarlar hoş karşılarlardı. Halu ahval böyle gidip durur bizim Devahir bey tarikat yolunun birine girer ama iş, nakil ev nakil mazeretleri çıkar. Haydi bakalım orada hangi tarikat mevcutsa ona intisab eder, ondan çıkar öbürüne derken hep makam ve mertebe değiştirir durur. Yığın yığın ilim ve menkıbeler öğrenir, her gittiği yerde en çok o anlatır darbi meselleri herkesin takdirini kazanır.
Velakin bir gün küçük bedesten camiinde Cuma namazını eda ettikten sonra camii avlusunda esnaftan altı yedi kişinin çay içtiklerini görmüştü. İçlerinden biri gayet sade ve samimi bir ses tonuyla onlara bazı sözler söylüyor ve çayını yudumluyordu, merakına gitmiş onlara dahil olup sohbet etmek istemişti.
-Selamun Aleyküm Ağalar cumanız mübarek olsun. Ne güzel ne ala! Kısa zaman sohbeti tesirli olurmuş derler. Aşkınız gür olsun, sohbetiniz hangi yol üzeredir biz de müstefid olalım. Oradakiler sustular o konuşan şahıs selam aldı ve;
-Aleyküm selam beyzadem sizin de cumanız mübarek olmuştur inşallah. Fakir bu ağalardan eskiyen babuçlarınızı getirin tamir ederim yenisinden daha iyi olur diye konuşuyordum malum maişet derdi, hadi efendiler herkes işine, hoca ne okuduydu cumanın farzında “cumayı kıldınızsa hemen yeryüzüne dağılın Allah'ın faziletinden rızık isteyin” hayırlı cumalar...
-Çok af buyurun muhterem, o ayet Cuma suresinden son ayetlerinden değil miydi? Ayetin sonu “kurtuluşunuz için Allah’ı çok zikredin” emri vardı müsaade ederseniz, ben...
Kimse cevap vermedi, yürüyüp gittiler, her şeyden çok iyi bilgisi olan Devahir bey, gidenlerin arkalarından bakarken kendisini çöl vahasında yalnız kalmış kuru ağaç gibi hissetti, kimdi bu adamlar?... Çok meraklandı cami hocasına sordu. Hoş sohbet biridir, cevabını aldı. Caminin altında eski bir barakası var, çizme, babuç, yemeni, terlik tamir işleri yaparmış, vakit namazlarına gelir sözleri pek anlaşılır sayılmaz, tuhaf bir insan.
-Gerçekten tuhaf biri hocam! Ben Cuma’nız mübarek olsun dedim, yanındakiler konuşmadılar ama o hemen senin Cuma’nda mübarek olmuştur inşallah dedi. Ne demek yani, onların cumaları mübarek oldu da benimki şüpheli mi kaldı? Nasıl bir sözdü o öyle senin de cuman mübarek olmuştur inşallah, Allah Allah! Tevbe tevbe yarabbi gel de kızma şimdi... Her neyse Allah’ın nice çeşit kulları var, bu da onlardan biridir boş ver gitsin deyip yürüyor ama aklı hep onda “senin de cuman mübarek olmuştur inşallah” uzun zaman geçmeden eskici hakkında araştırmalar yaptı, aldığı bilgiler üstüne de bir iki defa kendisiyle görüşmek üzere ziyaretine gittiyse de, pek yakınlık görmedi. Başka bir usul denedi eski babuçlarını tamir için götürdü, tamir edilen babuçlar iki akçe karşılığı ile kendisine verildi ama iltifat olmadı.
Yine bir Cuma namazı sonrasında bir kitap hediye etmek bahanesiyle eskici Numan’ın barakasına uğradı selam verdi eskici Numan selamı aldı ve hediye kitabı kemali edeple alıp yüksek bir yere koydu. Oturması için tahta tabureyi işaret etti ve şöyle dedi;
-Bağışlayın beyzadem bu kitabı kerimi abdestsiz tutup getirdiğiniz, hiç iyi olmadı... Kur’anı Kerim bu, bakın ayet söylüyor, “bu Kur’anı Kerim’dir, tahir olmayanlar ona dokunamazlar” diye...
-Ama ben abdestliyim Numan usta, henüz namazdan çıktım.
-Suyla abdest almışsınız beyzadem, aklınız kirli, gönlünüz pas içinde, kalbinizi enaniyet zapt etmiş, bu kadar vasaii (pislik) vücudu sarmışken su ile vuduu olmak (abdest) almak kafi gelir mi? Hediyenizi kelamı kadim olduğu için kabul ediyorum ama sizinle sohbet edemem bağışlayın.
Ve eskici Numan hiç bir şey olmamış gibi eskileri tamir etmeye devam eder. Bizim Devahir bey deri kokan tabure üstünde donup kalır, kısa bir sessizlikten sonra;
-Ben müsaade isteyim Numan usta.
-Uğur ola beyzadem, yalnız sizden ricam, bir dahaki sefere iç aleminizden temizlenin de öyle gelin.
Devahir beyin iç dünyası cehennem alevi gibi kaynıyor enaniyet feryad içinde “hey sen! Devahir efendi, ne oldu sana! Nutkun mu tutuldu? Bu lafları nasıl yutarsın. Şu herife iki çift sunturlu sözün yok mu? Yok! Neden yok? Bilmiyorum, tek kelime edemez, Fi emanillah “Allah’a emanet ol” diyecek diyemez, öyle sessiz sedasız çıkıp gider. Bir ay iki ay o semte uğrayamaz. Göğsüne bir mangal kor ateşi düşmüş, bin bir türlü tesbihat ve sabur duaları kar etmiyor, yanıyor! Düşünceler şiddetli kafasında... Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyul azim. Nasıl kirliymiş benim aklım gönlüme neden paslar tutmuş ben her işi alçaktan alan bir insanım, neresi bunun enaniyet, nasıl da yüreğim yanıyor, aşağılanmış öfke kuyusuna düşmüş gibiyim. Ben ki yirmi küsur senedir mezheb ve tarikatlar içinde ilim ve tedrisat görmüş biriyim, böyle aksi bir muamele görmedim kim bu eskici Numan anlayamadım gitti...
Beyler kahvehanesinde bir öğle vakti... Beyzademiz derinlere dalmış kahve fincanı dolu duruyor içmemiş!
-Beyzadem!!!.... Beyzadem!!! Nane almaz mısınız? Beyzadem! Keskin nanedir kendimiz imal ediyoruz temizdir efendim yüreğinizi ferahlatır.
-Hıııı... yüreğimi rahatlatmak mı? Ne diyorsun?
-Evet efendim nane şekeri çok şifalıdır bir torba bir akçe evde evladı ayal var, geçim dar, buyurun bir torba alın.
-Haaaaaaa! Dur bakayım! Seni tanıyor gibiyim seni cami avlusunda gördümdü, evet! Evet! O eskici Numan ile konuşuyordunuz.
-Efendi beyzadem, ben kulunuz naneci Hüseyin evet o gün camii avlusunda ben de ordaydım.
-Merhaba naneci Hüseyin! Ver şu naneleri hepsini alıyorum yürek yangınına iyi geliyor haaaa! Kaç para istersen veririm hele otur şu iskemleye bir çay iç ve bana o eskici Numanı anlat.
-Ah beyzadem burası bana göre bir yer değil, burası beyler paşalar yeri, siz naneleri alın ben çayımı garipler semaverinde içerim bana müsaade.
-Dur bakalım dur! Bana o eskiciyi anlatacaksın, nerde bu “garipler semaveri” ben de geliyorum.
-Fakat beyzadem orası sizlere göre yer değil nasıl olur?
-Olur olur! Haydi gidiyoruz şu nane camekanını al orada hesaplaşırız.
Garipler semaveri küçük ama temiz bir çayhane, sakin ve ferah. İş zamanı olduğu için tenha, iki sandalye alıp oturdular. Naneci Hüseyin Devahir beyi kahveci ile tanıştırdı.
- Bu İdris Yemani çayı Yemenden getirir, ismine Yemani deriz.
-Yap bize iki çay Yemani biri açık olsun!..
-Açık çay kime?
-Sizin beyzadem siz açık çay içmiyor muydunuz?
-Haaa! Evet ya! Benimki açık olsun.
Nasıl da tahmin etti açık çay içtiğimi? Ben mevzuu o eskiciye döndürüyorum bu herif bana, ailesi çocukları iki kaynanası iki kayınpederi varmış onu anlatıyor, geçim derdi için “sabur macunu kullanıyorlarmış” (ne demekse?) gündüzleri nane şekeri akşamları şam balı satıyormuş, saatler geçiyor ikindi namazını Halveti mescidinde kıldık döndük hala bir gıdım haber alamadım şu eskici Numan’dan, ne esrarengiz insan bunlar, dur bakalım.