SOHBET 21
Bismillahirrahmanirrahim;
Fehmi Efendi;
“Elhamdü lillahi rabbil alemin............ ....ecmain”. Cenab-ı Hak’kı bize bildiren efendimize, salat-ü selam gönderiyoruz. O’nun, bizim salat-ü selam’ımıza ihtiyacı yok, bilakis, biz O’na salat-ü selam göndermekle, O’na olan bağlılığımızı ifade etmek durumunda oluyoruz. Bu sohbetin, bu kemâlin, O’na ait olduğunu, sohbetin O’na ait olmasını, bu sohbetin O olmasını istiyoruz. Nefsimizden bir şeyler size anlatmak konusunda Cenab-ı Mevla bizi masum ve mahfuz buyursun. “Vema yantiku...”. O’nun gibi olmanın sevdalısı olan bizler, inşallah, efendilerimizin bize gösterdiği yoldan gitmekle, nefsimizden konuşmaz hale geliriz. Efendilerin bize telkin etmiş oldukları hakikat, sadakatle zuhur bulacak.
Efendiler bize İlm-i Ledün’ü, Tasavvuf’u anlatmaya çalışıyorlar. İşin zahirini kitaplarda okumuştuk, ancak bunun ötesi, batın’ını hikmet sahiplerinden elde etmek. Efendiler hakikati bize anlatırken işin zahiri kısmını bize bırakıyorlar. Efendi hep hakikati bize anlatırken, şerh ederken, işin bir tarafını anlamaya, kavramaya çalışıyoruz, işin diğer tarafını ihmal ediyoruz gibi geliyor.
Pir Hazretlerinin bir eseri var, Hasan Fehmi beyin (Kumanlıoğlu) hazırladığı bir eser, Risaleyi Salihiye (Vasiyetname). Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, İlahi tecelliye üçtür. İlahi tecelliler Tecelli-i Ef’al, Tecelli-i Sıfat, Tecelli-i Zat’ı Kemal’dir. Şimdi, bu tecelliyi anlamaya, tecelliyi bilmeye mecburuz. Bu Cenab-ı Hak’kın tecellileri; Ef’al, Sıfat ve Zat’ı bilmek, mertebeleri bilmeye bağlıdır. Şöyle ki; Kişiye evvela lazım olan, mücahede, zira Allah Tevbe suresinin 41. Ayeti’nde; “Hem malınızla, hem nefsinizle, mücahede eyleyin”, diyor. Mücahede tarif olununca, çok çok çeşitleri vardır. Muhammedi mücahede şöyledir ki, evvela ahkam-ı şeriyye’yi öğrenmeye çalışınız. Şeriatın ahkamı, keza bihakkın, emir ve yasakları nelerdir!. Zira, şer-i ameller, namaz, oruç, abdest, hac, bütün bu amellerin olması, sağlıklı veya sağlıksız olması, ilm-i şeriat’ı bilmeye bağlıdır.
Bu ilim, şeriat ilmi bilinmezse, Cenab-ı Hak’kın emirlerini yerine getirmekten geri kalınmış olur. İkinci olarak, tarikatın sırları olan, daima, sürekli zikri yapmaya çalışın ki, gaflet ortadan kalkar; “Siz keyfiyeti, zikri, nasıl olduğunu bilmezsiniz, ehli zikir olanlara sorunuz”. Meşaihin görevi nedir? Zikrin keyfiyetini talim ve öğretmek, açıklamaktır.
Bu Pir Hazretlerinin beyan ettiği mesele , önemli mesele. Efendi sık, sık üzerinde durur; sayısız zikir, sayısız nimetler vermiş. Nimetleri saymaya kalksan sayamazsın, öyleyse, sayısız nimetler veren Cenab-ı Allah’a karşı sayıyla karşılık vermek yakışık almaz. Sayısız zikretmek durumundasınız.. Üçüncü olarak, Esrar-ı Hakikat’in sırlarıdır ki, Cenab-ı Hak’kın birliğini müşahede etmek, görmektir. İkilik perdesini kaldırmakta olan hakikatın sırlarını anlamak, Mürşid-i Kamil’in talimine ve telkinine bağlıdır.
Şeriat, Tarikat ve Hakikat üzerine ona yürümek, üç kısım üzredir. Şeriat ehli kimse; “Ben yoktum, bu alem de yoktu, dolayısıyla beni yoktan var eden birisi olmalı; bu Allah’tır”, der. Cenab-ı Allah’ı bu şekilde bulmaya ilmi olarak yakınlık derler. Akıl yoluyla Cenab-ı Allah’ı bulursunuz ama, İlmel Yakin seviyesinde Cenab-ı Allah’ı bilmeniz, sizi şek ve şüpheden kurtarmaz. Bundan ötürü Cenab-ı Peygamberin bir hadisi; “Ümmetim 72 fırkaya ayrılacaktır. Ancak bunlardan bir tanesi müstesna, benim ve ashabımın üzerinde olduğu yol üzerinde olanlar, bunlar kurtulacaktır”, der. Ve fikriyle davranmayıp, iktifa etmeyip, nakil yoluyla, bu güne kadar Kur’an-ı Kerim ayetlerine ve hadislere bakarak taklit yaparlar. Akli delillerle doğruyu yakalayamaz. Kur’an’a uygun olmayan hiç bir zevkiniz geçerli değildir.
İkinci sülûk tarikattır. Salik olana zikir talim edildiğinde, bir köşeye çekilip, nefsin isteklerini bir köşeye atmak.
Üçüncü sülûk hakikattir. Gayet kolaydır, fakat mürşidini bulmak zordur. Mürşidini bulduktan sonra, hakiki mürşidini bulduktan sonra, kolay olduğu beyan ediliyor.
Eğer müşrik aramaya kalkacaksanız, evvela kendinize bakın, kendinizi yoklayın. Karıncanın ayak sesinden daha sessiz gelen şirk, kendi şirkimize bakıyoruz. Dışarıdaki insanlara müşrik ifadesi kullanıyoruz. Efendi yerine göre yıkar, yerine göre yapar. Ehli Tevhid’iz diyoruz. Nedir Ehli Tevhid? Bir, her şeyimiz bir. Bu güzellikten isteriz ki herkes nasiplensin, ama herkese nasip olmaz. Hitap Hz. Peygambere, hitap size, hidayet Allah’tan. Sen anlat. Zorla olmaz, hidayete vesile olmak için çalışıyoruz. Ama vesile olma işini becerebiliyorsak yapalım, yoksa ehil olanlara bırakalım. Kaş yapalım derken, göz çıkarmayalım.
Ramazan Efendi;
“Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa.”, (Hadis). Doğru anlatılmazsa güzel konuşulmazsa, bu hayırlı bir konuşma olmaz. O zaman susmak hayırlıdır. Ehline bırakmak lazım.
Zaki Baba;
Attığımız her adımın sorumluluğunu bilerek hareket edeceğiz. Şeriatı, Hz. Peygamber nasıl uyguladı; Şeriatı kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Şeriattan kesinlikle, şeriattan kılpayı ayrılmayacağız. Manada Ehli Beyt olduğumuzu bilmeliyiz. Oturup kalkışımız, davranışlarımız, melamet ehlinin davranışı biçiminde olmalıdır. Yabancı kişilerle konuşurken, kapasitemizi bilip ona göre davranmamız gerekir. Hz. Peygamber hadis-i şerif’te, düşmanını yenmek istiyorsan, önce lisanını öğreneceksin, lisan sadece konuşma lisanı değil, ilim Çindeyse git öğren, düşman geldiği zaman, ilmiyle de anlatabilmeli.
Efendi, şeriattan, emirlerden pek bahsetmiyor. Amel mi önce, iman mı önce? İman önce gelir. Cenab-ı Peygamber de 10 sene uğraştı. Şirki yıkmaya, imanı onların kafalarına, gönüllerine sokmaya çalıştı. La ilahe illallah’ tan sonra amel yapılır. O amel, amel olur, o şeriat, şeriat olur. Efendi onun için pek üzerinde durmuyor. Zannetmeyin ki; Efendi bunlardan bahsetmiyor, mühimsenecek bir hadise değildir, değil...
Efendi;
..........yani aydınlıktır. Nerde? Bir düzeltin, yanlış olabilir, yahut başka bir şeydir. Her şeyi bilemem.
Her taraf tennuredir Her satır bir sûredir
Burda yoktur Lâ demek Konya mevlana demek
Bunu bir Lise müdürü, Urfalı lise müdürü, -hemen defterim buradadır benim. Efendilerde yok ki defter! Kalem de yok, defter de yok-, şimdi Lâ o kadar büyük bir mânâ taşır ki, -Efendim, şimdi söyledin ki; yok demek, inkar demektir Lâ -, Lâ demek, inkâr demektir. Lâ , lâ , lâ . Araplarda yok. İşte o Lâ olmazsa, o inkâr olmazsa, o yokluk olmazsa; Varlığı bulmak mümkün değil!.. Al bakalım şimdi!. Sohbete bak şimdi!.. Arıyorsun bir şey. Ne arıyorsun ? Dedi ki annen, dedi ki baban, dedi ki hocaefendi; ” Allah vardır, birdir, inkar eden kafir olur”, “İyi ama, iyi anne, iyi baba, iyi hocam iyi ama ben O’nu bulamadım daha. Görmedim! Görmediğim, bilmediğim, tutmadığım, tanımadığım şeyi ben, inkarı nasıl yaparım, ikrarı nasıl yaparım? Kusura bakmayın, bana göster!”. Şimdi çocuk diyor ki; “Allah”. Allah aranıyor, çocuğun tahayyülünde, hayalinde, acabasında, zannında ki; Bunların toplamı küfürdür. İnsanı küfre götürür, acaban ve zannın. Aramak lazım şimdi bunu, aramak lazım. Nereye bakıyor çocuk şimdi? Allah arıyor. Bu değil evladım, böyle değil evladım, bu değil.
Şimdi, hoca efendi tutturmuş, -Allah onlardan razı olsun, onların emekleri bize çok, hem de pek çok. Elli yedi yıl, beş yaşında başladım, arkalarından hep koşturdum. Gülersiniz, bende gülüyorum. Motor hoca vardı. Motor! Duyar mısınız? Urlalı, Çeşmeli, Neyse... -Lâ İlâ ha. Bir ilâh arıyorum, bir ilâh. Tapacak, tapılacak, kabûl edilecek bir ilâh arıyorum. O’mu? Değil. O ? Değil. Şimdi Hocaefendi diyor ki; “Şekilden münezzehtir, kayıttan münezzehtir, esma’dan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez, benzetilemez”. Allah Allah.
Bektaşi diyor ki, çok güzel diyor Bektaşi; “Canım, ona benzemez, buna benzemez, benzetilemez, şekilden münezzehtir, düşünceden münezzehtir, münezzehtir, münezzehtir, O’na isim, esma takamazsın... Yok deyiversene şuna”, diyor. Gülmeyin. Çok güzel söylüyor. Lâ İlâ he. Ne zaman buldunsa Allah’ı; Lâ İlâ he İllallâh... İşte aradığım Allah budur. Öyleyse; “Efendi sen gördün mü? Bunu böyle söylüyorsun, bildin mi? Bunu böyle söylüyorsun!”. Tabii, tabii, tabii...
Mürşid-i Kamil demek, Mürşid irşad eden, kemal mertebesine gelen. Allah’ı pek âlâ bilir. “Sen biliyor musun?”. Biliyorum. “Anlatsana bana!”. Sen de gel oraya da. Evvela sen beni, sen beni..., bana kafir dersin. Lâ ... Değil öyle, değil öyle, değil öyle. Fakat, Allah’ı inkar eden kim gelirse gelsin. Allah’a şükürler olsun, ben de çok müşkülat çektim. Çok, çok, çok, çok... Hep Hocalara çattım, çatmadım yalvardım. Dediler ki; “Sen karışma, sen ileriye gidiyorsun, haddi aşıyorsun”. Efendiler, anlatın sizde. Deyin ki bilmiyoruz. Merak ettiniz değil mi? Hemen lokmayı koyar, hop yutarsınız.
Girdim anın zikrine Azalarım dil oldu
Nerede bulacaksın? Kainatın Peygamberi olan Muhammed, Ahmet, Mustafa, Mahmut nerede bulduysa, sende onun izinden yürüyeceksin ve bulacaksın. “Bütün tarikatlar hak’tır”, dedi. Evvel ki gün, geçen cumartesi günü, bak ne diyor. Geçen cumartesi günü İzmir’deydim. Çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi öğlen namazını Hisar Cami’sinde... Baktım ki, imam odası açık, imâm efendi oturmuş Kur’an-ı Kerim okuyor. Al şimdi... “Kur’an-ı Kerim okuyorsunuz”, “Evet”, dedi, “Hoş geldiniz”, dedi bana. Dedim ki; “Melamiler var mı bu etrafta?”. Mevzuu yapacağım ben bunu ki, anlaşılsın. “Var”, dedi, “Var, ama yaramaz insanlar, yaramaz, yaramaz”, dedi. “Neden imâm efendi?”, “Ezan okunur, onlar lak, lak, lak, lak. Camiye gelmezler”, dedi. Dedim ki; “Çok doğru söylüyorsunuz. Yüzde yüz değil, yüzde beşbin iştirak ediyorum. Öyle Melamiler var ki, ezan okunur camiye gelmezler”. “Peki hocam”, dedim, “Melamiler nazarı dikkatinizi celp etmiş. Şeriatçılardan da ezan okunduğu halde camiye gelmeyenler oluyor mu?”. Durdu; “Oluyor”, “Ama, niçin Melamiler dikkatinizi celp etti?”. Var bir şey!.. ”Bak”, dedim, “gene tekrar ediyorum. O Melamileri ben de istemiyorum. Ve iştirak ediyorum size”. Derken ezan okundu, girdik camiye, çıktık. Gene karşıladı beni; “Allah kabul etsin”, dedi, “Sizin de etsin”, dedim. Girdik gene odaya. Bu sefer odada damadı ve dünürü. Onlar da gelmişler. Tekrar ettik.
Dedim ki; “Benim burada en yakın bir dostum vardı. Allah rahmet eylesin”, “Kimdi efendim?”, “Simavlı Hacı Ali Tosun”, “Ne söylüyorsun”, “Evet”, dedim. “O bütün evliyaların başıydı”, dedi. “Maalesef”, dedim, ”Boş geldi, boş gitti”, “Aman”, dedi. “Evet, bana geldi, Kuşadası’na, -Şey olsaydı, Karasulu olsaydı, şahitlerim var-, geldi sohbet ettik. Ve bana mektubu var, arayıp bulacağım onu ben (mektubu). Hususi mektup gönderdi bana ve beni dost ittihaz etti. İki tane dostum var dedi. Birisi Kuşadalı, birisi Ankaralı. İkisi de İbrahim, dedi. Mehmet Oruç’un çok sevdiği insan”. Allah Allah. “Bir de, bir kişi daha tavsiye edeceğim, söyleyeceğim”, dedim, “Kimdir?”, “Şemikler camii imamı, hatibi, Hacı Sabri Soyyiğit. Benim Mürşid’imdir”, “Allah Allah. Benim başım O’nun ayağının altında”, dedi.
Allah hiçbir zaman mahcup olmaz çocuklar. “Ben de onun ihvanıyım, bugün de mürşidim, Melami Mürşidi’yim. Zaman gazetesi geliyor mu size?”, dedim, “Muntazam geliyor”, “Takriben bir ay, 20-25 gün, bir ay evvelki nüshasında, Kuşadası’nda Melâmî Kültür ve Sanat Vakfı var, orada 33 tane İtalyan vatandaşı, dört gün dört gece müzakereden, karşılıklı konuşmadan sonra Müslümanlığı kabul etti”, “O Melâmîliği silin bir kere”, dedi. “Sileceğiz tabii, sileceğiz”, dedim. “Ama nasıl olur?”, dedi. “Melâmî sildiriyorsun, 33 tane vatandaş orada Müslüman oluyor. Ve onun da başkanı benim”, dedim. Allah Allah. Hayretle dinliyor damadı, dünür de dinliyor. Ve onlara dedi ki; “Bütün Ehli Tarik Hak’tır”, “Değildir”, dedim, “Değildir, hepsi şeriat üzeredir. Melâmîler de şeriat üzeredirler. Ama onları attım, şeriatsız hiç bir yere gidilemeyeceğini, varılamayacağını, bunu da ısrarla söylerim”, dedim. Şeriatla hakikat birbiriyle iç içe et-kemik, ruh ve beden. Şeriatın tamamı tevhiddir, tevhidin tamamı şeriattır, ayıramazsın. Dedim ki; “Vahdet-i Vücût var. Hacı Bayram-ı Veli, Seyyid Muhammed Nur-ül Arabi, birde Hz. Resulullah Efendimizin zamanında. Şöyle bir yalvarışı vardır”, dedim, “Resulullah Efendimizin, Cenab-ı Allah’a; Ya Rabbi eşyanın hakikatını bana öğret”.
Çok dikkat edin çocuklar. Yarın, yarının müdafilerisiniz. Neyin müdafilerisiniz? Şahsınızın değil.. Bunu dinleyenler oldu. Tekrarında fayda var. Onun için... Evet, dedim ki; “Onlar şeriat üzere giderler. Burada fenafillah var, yokluk var ve varlık var”. Dedim ki; “Hocam, Kur’an-ı Kerim’de imâna davet var mı?”, “Var”, dedi. “Ben, şimdi seni, zatı âlinizi imâna davet ediyorum”, dedim. Allah Allah. Eh açıldı artık. Damadım Kadir’le geldik, Zaman gazetesini gönderdim, ona verirsin diye. Oda vermemiş, vermemiş.. İşi çok...
Cuma günü telefon ettim. Kim geldi? Hüseyin geldi, bir kişi daha vardı orada. Torunum, aç dedim, kartını aldım. Evinde çıktı; “Hafız Kasım beyefendi hazretlerini arıyorum”, dedim. “Benim”, “Nasılsın?”, “Sen nasılsın Hacı Amca?”, dedi, “Ben erişemediğim yerlere telefon ettim, erişebildiğim yere de kendim söylüyorum. Kuşadası’nda, 33 tane İtalyan vatandaşın, uzun konuşmalardan sonra Müslüman olduklarını anlattım”, dedi. “Gazete geldi mi?”, “Henüz elime geçmedi”. Ah, dedim kerata Kadir.
Dedim ki; “Hocam, bugün bayram, cuma”, “Evet”, “İki tane Bayram var, Ramazan ve Kurban bayramı. Onlar vacip, ama bu bayram farz-ı ayn, niçin farz-ı ayn olmuş?”, “Bilmiyorum”, “Bak Hocam, Yahudiler, Ermeniler, Hristiyanlar bizi yıllarca meşgul ettiler. Onlar çok iyi bildiler bunu. “Cumartesi bizimdir, pazar bizim yortumuzdur, pazartesi şudur, salı sallanır, perşembe bilmem ne olur... Bir tavşan geçerse önünüzden iş yapmayın”, falan, filan”, “Evet”, dedi. “Bak; Cumartesi günü Tevhid-i Ef’al. Bütün fiillerin faili Allah’tır. Kuş uçacak, yılan ıslık çalacak, o olacak... Ne olursa olsun bu kainatta, hepsi O’nundur, o fiiller. Fail de O’dur. Lâ faile illallâh. Yoktur başka, illa ki Allah’tır bunun faili. Pazar günü Tevhid-i Sıfat. Kuvvet, kudret, sem’i basar, tekvin.. Ne varsa onlar da Allah’ındır”. Dinliyor, ”Pazartesi günü Tevhid-i Zat’tır. Vücutların birlemi, toplamı. Ne kadar vücûd varsa kainatta, ne varsa teneffüs ediyor, ruhlanmış, hepsi de Allah’ındır. Vücûd, Vücûdullahtır. Sıfat, Sıfatullahtır. Fiil, Fiilullahtır. Hiç kimse demesin ki; Benim fiilim var, sıfatım var, vücûdum var. Soyunduk, şimdi yok bir şeyimiz. Ne fiilimiz, ne sıfatımız var, ne de vücûdumuz var. Ondan sonra giydirir bizi”, dedim, ”Cem.” Efendim dünya var, ahiret var!”. Yok öyle şey. Dünya da onun, Ahiret te onun. Sual de O’nun, sevap ta O’nun. Birledik. Bekleyeceğim ben, kıyamet kopacak ta, hesap, mizan, terazi... O’nundur. Cem. Hazret-ül Cem şimdi. Seni şeriata aldı. Cem-ül Cem. Bütün her şey toplandı, cem oldu. Üç soyundun, üç giyindin. Yedinci makam Ahadiyet-ül Ayn’dır. O Resulullahın makamıdır. Oraya kimse giremez, ancak teberruken girer. Malın sahibi Resulullah’tır. O’nun için bayramdır.” Allah Allah sesleri geldi mi şimdi telefondan!. “Budur efendim”, dedim, ”Bekliyorum”. “Geleceğim, geleceğim, geleceğim”, dedi. Kapattık.
O ehli tarik de var ya, Nakşi’si; “Ben”, dedim, ”Nakşi”. “Tamam, nakşi çok güzel”, dedi. “Siret daha güzel, suretten. Maddeden mana daha güzel. Yalnız, efendi, tetkik etmiyorsunuz. Araştırıcı haliniz yok, hemen hüküm veriyorsunuz. Ve sonra çıkamıyorsunuz içinden. Hepsi”, dedim, ”şeriata bağlıdır”. Müsaade ederseniz, bir daha... Anlamayanlar anlasınlar. Bir yerden tavsiye geldi bize. İki tane dostum. Yaşar Nuri Öztürk de tavsiye etti, Mehmet Oruç da. Ankara’da, -bilmem duydunuz mu?-, Ahmet Kayhan Dede... Malatyalı, Nakşi, 97 yaşında... Tavsiye ettiler. Bir de Emin, -Prof. Emin Bey-, onu bulamadım daha. Nasip olursa buluruz, yahut bulamayız.
Zaki Baba;
O vefat etti efendim...
Efendi;
Etti mi? Hayır, o değil, İzmir’deki değil. O etmedi. O etti, İzmir’deki. Torbalıda, Tepeköyde etti. Onun bir eseri geçti elime benim. Telefonla konuştuk. Üç , dört ay.. Geleceğim dedi, biraz iyi olayım geleceğim. Geleceğim, geleceğim !..
Bu tavsiye eden, onlara bizi iyice anlatmışlar. Görmedik ama. Neyse, Efendi ,Efendi (Zaki Baba ve Fehmi Efendi), fakir, bir de İzmir’den bir efendi. Bindik arabaya, gittik, gece. Sabaha kadar, gittik, hane-yi saadet’e. 5 katlı apartman ama asansör yok. Sırtlarına aldılar efendiler beni, çıktık yukarıya. 97 yaşında. Saat 10’dan, 13’e kadar her gün sohbeti var. Vekiller de geliyor. -İstihbaratımıza göre, görmedik kendilerini-, vekiller de O’nun sohbetine geliyor, geniş malûmat var, eserleri var. Gidince biz; “Kimler”, dedi, “Kimsiniz?”. “Kuşadası’ndan Hacı İbrahim Öcal”. Efendiler anlatsın, başladı ağlamaya. “Niye ağlıyorsun? Acaba neden ağlıyorsun?”. “Ben geleceğim dedim, niye sen geldin?”, “Siz 97 yaşındasınız, ben 85 yaşındayım. Haya etmem mi, teeddüp etmem mi, sizi ayağıma getireyim?”, “O değil!..”. Ağlıyor ama. Bütün nazarlar bize döndü. En nihayet dedi ki; “Sende İrade-i Cüz yok, bende İrade-i Cüz var”. Şöyle dedim; “Yürüyerek değil emekleyerek gelseydiniz Kuşadası’na, Allah sizi affetmezdi”. Ne kadar hoca efendi, imâm efendi, müezzin efendi... Ve şeriatın tamamında İrade-i Cüz var. Ben kılarım, ben yaparım, ben ederim, ben giderim, ben konuşurum...
Dönelim Resulullah Efendimize. Allah’a münacatında, ayet-i kerime inzal ediyor. Oku efendi ayeti!.. “Kul rabbi... Rabbim ilmimi arttır, anlayışımı arttır ve beni salihlere ilhak et!”, diye duası var. Ve vefatından tam iki yüz sene sonra,- hatırımda, eserlerde-, Hamdun Kassar isminde bir zat...
Bu günkü... Yine bir ayet-i kerime. Çok ayet-i kerime var ya. Er-Rahman suresinde. O ayet nasıldır? “Küllü men aleyha fan”. Ben yanlış okuyabilirim. Nasıldır o? “Her şey fanidir, yok olacaktır”. Yoktur da!.. Bugün de yoktur. Zaten de yoktur. “Zül celali vel ikram”. Allah vardır. Bu gördüğünüz varlık Allah’ın bizatihi varlığının gölgesinden ibarettir. “Allah vardır, bu varlık ta vardır!..”. Yoktur bu varlık !.. Sonradan... Bilinmeliğini arzu etti. Yine de yoktur, var gibi görünür. İşte her şeyi affediyor Cenab-ı Hak, şirki affetmiyor. Dönelim, müezzin efendi ne diyor?. 1400 seneden beri bu kulaklar duyuyor. Namazdan sonra, tesbihat, “La ilahe illallahu vahde hu la şerikeleh”. Ey namaz kılanlar, sakın şirk yapmayın Allah’a. Lâ , şeriki yoktur, ortağı yoktur, “lâ şerikeleh, Lehül mülk velehül hamd ve hüve ala küllü şeyin kadir”. Demek ki; Hamd, kudret, kuvvet O’nunmuş. Başka?.. Dolu, baştan ayağı... “Tebarekellezi biyedihil mülk ve hüve ala külli şey’in kadir. Ellezi hâ lâ kal mevte vel hayate...”. “Sizi biraz..., bakalım ne yapıyorsunuz, ne yapıyorsunuz. Benlik yapıyorsunuz ha! Neyiniz var sizin?”. Dönelim Yasin-i Şerif’e, “Min Nütfetin... Bir damla. Sizi sudan yarattık ya! Bize hasım oldunuz ya! Bu yanlış işte..”.
Hamdun Kassar, 500 sene sonra da Hacı Bayram-ı Veli, 500 sene sonra da Muhammed Nur-ül Arabi Hazretleri... Ne kadar Kur’an-ı Kerim’de hüve varsa, hû varsa, yokluktur. “Hû vallahû l halikul bariul musavviru lehül esma-ül hüsna”. Ey yokluğunla sen bunları...İşte Mevlana da... Lâ , yokluk demektir, inkar demektir. Yokluk demektir, Lâ . Bir ilah var, kimmiş o? O da Allah. Peki... Merak etmeyin. Avcıların birer zağarları vardır, birer de tazıları vardır. Burada yok tazı!. Zağar koklar, koklar, koklar, hav, hav, hav. O bekler orada, hoop, önünden geçirir, trak.. vurur. Veya tazı yakalar onu. Şimdi, Allah’ın en büyük zağarı insandır. Diğer mahluklarda da koku hissi vardır ama, kulak hissi vardır ama, zağarlarda fazlalık vardır. Şimdi şöyle düşünelim; Tefekkür... En büyük ibadet tefekkürdür.
Dediler ki bana; “Kün dedi yarattı, feyekün derse yıkar!”. Kolay, kolay kün denmez. Diyebildiniz mi siz kün? Mutlaka gidiyoruz bir büyük veli’ye . Diyoruz ki; “Efendi, benim günahım çok. Elimi açacak dermanım yok. Allah’a yüzüm yok, isyanım çok. Sen, işittim ki, Allah’a çok yakınsın, ne olur bana dua et. Çocuğum sınıfı geçsin, şu olsun, bu olsun..”. Yapıyoruz değil mi? O da; “Olur”. Yahut gidiyoruz bir ölüye, Adalızade’ye gidiyoruz. Değil mi efendim? Mevlana’ya gidiyoruz. Hem vücûdundan, hem de toprağından istifade ediyoruz. Allah kırmıyor. Biz istesek, yüzümüz yok. O isterse olur.
Merak etmişti içinizden biriniz. Ezan-ı Muhammediye’yi açıver demiştiniz. Kimdi bilmem? 1400 sene evvel, şöyle rivayet ederler. Ezan olacak da, çağıracak. Yani davetiye, icabet etsinler. Yüksek bir yere, duyursun, mutlaka. Şöyle duymuşumdur hoca efendilerden.
Sahabiden birisi, Bilal yahut, öteki, öteki, öteki.. Böyle manasında görmüş; “Allahu Ekber, Allahu Ekber...”. Duydunuz mu bilmiyorum? Ben böyle duydum. Ve ne zaman, 28 sene evvel dünyaya tekrar geldim, tekrar duydum bunu. 28 sene... 57 senede duyduğumu kayd-ı ihtiyatla telakki ettim. Doğrudur, eğridir, Allah bilir, dedim. Ezan-ı Muhammedi. Ve Resulullah Efendimiz de tasdik etti bunu; Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber, 4 defa.
Şunu hemen söyleyeyim ki; Bu aleme hemen gelmiş değiliz. Çok alemler geçti. Açıklayamam bende. Bunları da kabul ediyorum. “Hel eta alel insan........dehri...”. Bu aleme gelmeden evvel, ruhlar aleminde. Ruhlar alemi gayb alemi. O alemlerin 14 tanesini sayabildim. Allahu Ekber, Allahu Ekber... Bir tanesi gayb aleminde, ruhlar alemine hitap ediyorum. Allahu Ekber; Said olanlara, Allahu Ekber; Şaki olanlara. İman edenler, etmeyenler orada. Allahu Ekber, Allahu Ekber. İki tane. Said olanlara, yani iman edenlere, bir tanesi de iman etmeyenlere. Gayb alemi... Bu alem de şuhud alemi, şahitlik alemi, şahadet alemi bu alem. Gene, tekrar , Allahu Ekber; İman edenlere, Allahu Ekber; İman etmeyenlere. Şaki, said... Duymadık yok... Duymadık çok... Şimdi, duyanlar, duymayanlar Allah’a derler ki; “Ya Rabbi, o duyanlardan etseydin ya bizi!.. Neden böyle ettin sen!..” Yoo!.. Katiyen çocuklar, zihninizden silin ki, Allah yanlış bir iş yapmaz. Ve bütün yaptığı işi kullarına sorarak yapar... Aman Ya Rabbi!.. Ben de sizin gibi düşünüyordum...
Dört defa dedim. Allahu Ekber, Allahu Ekber... Eşhedü en la ilahe illallah... Kim şahadet edecek buna şimdi? Var mı?; “Ben şahidim”. Biriniz çıkabilir mi; Allahın birliğine... Arıyor şimdi. Çıkıyor birisi, alemlerin fahri, efendisi çıkıyor ve diyor. O’na soruyor şimdi; “Eşhedü en la ilahe illallah”. Kim şahit?, “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah”. “Ben şahadet ederim ki; sen teksin”. “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah”. Demek ki; Muhammed olmadan bir şeye evet demek mümkün değil. Muhammed olacaksın ve O’nu tasdik edeceksin. Allah birdir. Hiç şek, şüphe yoktur. O birdir. “Eşhedü en la ilahe illallah”, soruyor, “Eşhedü enne Muhammeden Resullullah”...
Öyleyse; “Hayya al’es salah”. Ey... Nedir o? Nasıldır? Haydin namaza. “Hayya al’es salah, Hayya al’es salah”... “Hayya al’el felah, Hayya al’el felah”, iki defa, iman edenlere de, etmeyenlere de. “Allahu Ekber, Allahu Ekber”. Şimdi kim dedi? Muhammed dedi. Birdir O dedi. “Lâ ilahe illallah”. Kim dedi? Muhammet dedi. Muhammet davet ediyor. Allah’a da yetiyor o.
Şimdi bir ezan daha okunuyor. Şimdi, bu minareden her tarafa yayıldı. Umumi bu. Bir de hususi ezan var, içerde... Kim onlar? Kulakları duyanlar, iman edenler. “....Allahu Ekber, Allahu Ekber... Eşşedü...”, aynı. O ezanlarda; “Kad kaameti selah”. Nedir o? Namaz başladı. Yani miraç başladı. Allah’la sohbet başladı. Allah dostları toplandı. Kalmadı gayrı. İşte, duyanlar geldiler. Peki, onlar neden duymadı, onlar? Allah mı duyurmadı? Yooo!.. Bakara suresinin bir ayetinden; “Onların gözleri vardır, kördür, kulakları vardır, sağır, kalpleri vardır, mühürlü”. Niçin? İstidat ve kabiliyetleri o yolda. Var mı başka? Çok ayet var, çok hadiste var. Bir tane yetmiyor mu sana? Yetmez tabi ya, iki tane, üç tane, yüz tane olsa gene inkar edeceksin sen. Yüz tane, beş yüz tane olsa, “Ey habibim, sen onlara mucize de göstersen, davette etsen, seninle alay edecekler”. Biliyor... İşte iman edenler toplandılar. Demek ki; “Ben iman ettim.” İmtihan ederler seni, imtihan hemen başlar. Hemen başlar imtihan. İman edenler Peygamberlerle tarağın dişleri gibidir...
SOHBET 22
Bismillahirrahmanirrahim;
Var mı sende? Kızmazdı O, darılmazdı O, sadaka verirdi, buyur ederdi, kimseyi kırmazdı.
Allah kızıyor mu? Allah’a küfrediyorsunuz. Ediyorum ben! O nimetini gark ediyor bize, gerek maddi, gerek manevi. Teneffüsü veriyor, yiyeceğimizi veriyor. Firavun’a da verdi, Nemrut’a da verdi. Hepsine verdi. Kızıyor mu? Yok öyle şey. Kızarsa hep dağılırlar.
İman Muhammed’dir. İman Allah’tır. ”Mü’minül mühey minül azizül cebbar-ül mütekebbir”, ayet-i kerim’e. Ve yoklukla başlar her şey. Her şeyi affeder Allah. Şirki affetmez. Şirk-Şerik. Ben namaz kıldım...Var öyle bir makam. Yok değil, var öyle bir makam.
Evlatlar, kardeşlerim, çok dikkat edelim. Ben size bir şey soracağım, Ayet mi üstündür, hadis mi ? Aldanmayın, aldanmayın, aldanmayın, aldanmayın...
Allah bu kainatı yarattı Muhammed’e (s.a.v) teslim etti. Muhammed olmasaydı bu kainat yaratılmazdı.
İşte o hoca efendiye dedim ki; ”Bütün tarikler, şeriat üzredir. Şeriat’ta sen de var ben de var. Hakikatta ne sen var, ne ben var sadece gaffar. Allah var”.
Düşünelim , yakın bir dostumuz , annemiz , babamız, dedemiz öldü, ”Dede! Öğlen namazı geldi , kalk , namaz geçiyor!” Kalkabilir mi? Bütün varlık Ef’al’de , Sıfat’ta , Vücut’ta bulunur. Başka yok. O da nedir? Ayakta insan; ya oturur , ya yatar. Üç vaziyetten dördüncü vaziyeti çıkaramazsın.
İnsan Kur’an’ı Kerim’dir efendiler . Kur’an’dır. Kur’an’ı kim indirdi ? Allah indirdi . Kime ? Muhammed’e. Hz.Muhammed öyle bir varlık ki; Diyor,” Ene beşerün misliküm”. Ben de sizin gibi beşerim. Yerim, içerim, evlenirim, çoluk çocuk sahibi olurum. Yalnız bana vahiy gelir.
Eğer böyle görüyorsan Muhammed’i(s.a.v) daha göremedin. Anlayamadın daha Muhammed’i. Ne diyor;
Var git davet et kullarımı
Ta gelüben göreler didarımı
Demek Hz. Resullullah Efendimiz Allah’ı gördü. ”Davet et” diyor , ”onlarda gelsinler , görsünler” ,diyor. Nerede? Nerede? Namazda be...”Ümmetin miracını ettim namaz”, ”Essalatu miracül mü’minin”. Amma bak ! Geçen gün efendiyle birlikteydik. Dedim ki; ”Hocalardan duydum. Bir müslüman , müslüman oldumu, La ilaha illallah Muhammeden Resulullah dedimi iman etmiş olur.”, ”Evet”, dedi. Sonra ona dedim ki; ”Şöyle bir ayet-i kerime var. Medine mescidinde ikindi namazı kıldırıyordu efendimiz. Mekke’ye, Medine’ye gidenler bilirler. At bile gitmez orda. Ta tepelerde biraz çalılar var. Oranın yiyeceği vesairesi Şam’dan gelir, Suriye’den gelir.
İkindi namazı kılınırken, davullar dümbelekler çalındı. Zaire yüklü develeri dümbeleklerle, deflerle karşılarlardı . Camii cemaati de bu sesi duyunca terkettiler namazı. Gittiler karşılamaya. Selam verdi Resulullah Efendimiz. Sekiz kişi kalmıştı. Ayet-i Kerime’de geçer. Meyus oldu Resulullah Efendimiz.
“Ey habibim ! Sana sekiz kişi yetmez mi? İşte onların namazları def çalıp, dümbelek çalmaktan ibarettir.”. Şimdi hocaefendi dinliyor. Bu bir!..
Bedeviler, ”Ya Muhammed bize Ebu Bekir kadar, Ömer kadar, Osman kadar, Ali kadar kıymet vermezsen!..”. Hemen Ayet-i Kerime geliyor, ”Ey Habibim, onlara söyle; Bari Müslüman olduk desinler. Henüz onların gönüllerine, kalplerine imanı yerleştirmedik.”
Niçin iman? Öyle kolay kolay, ”Benim imanım var. İman ettim” demek yok. Buraya iman etmek için toplandık. Hacı Bayram-ı Veli de topladı. 40.000 müridi vardı efendiler. 40.000. Fatih’in babası II.Murat zamanında para toplanmaz oldu. İmtihan etti. ”Allah için hepinizi burada kessem gerek”, dedi. Hacı Bayram-ı Veli “Yok mu?” dedi. Ortalık karıştı. Bir tanesi ben varım dedi. Girdi içeri. Bir bıçak attılar ona. Bir de hatun, ”ben varım”, dedi. Onu da kestiler. Çil yavrusu gibi dağıldı 40 bin kişi. ”Selam olsun Engürun valisine. Ankara valisine; Bir buçuk müridimden gayrısından vergi alına”, dedi. Onları kesmedi. Koç kesti çadırda, kanlar fışkırdı. Var mısınız?
Zaki baba;
Biz kaç kişi kalırız acaba?
Efendi;
Ben de şüpheliyim. Mürşidinizim. Ama bunların nişanlarını yapmak lazım. Dökülürsünüz, dökülürüz, hepimiz. Efendi Hazretlerine, biz belki 3000 kişi... Kaç tane çıktı? 3-4 tane halifesi var. Onu da eleyeceksin. Hiç.
Bir hoca efendiyle oturuyoruz,”400 dirhem iman var bende”, dedi. ”Maşallah”, dedim. ................Müftüsü de yanımda. Biat etti, Efendiye biat etti. Müftü Arif bey, kulakları çınlasın. Hemen ............müftüsü dedi ki; ”Efendi. Bu bizim sohbetimiz tavuk pazarı sohbeti”, dedi, ”Sen deveyi çekersen buraya, kimse almaz”, dedi.” Anladım”, dedim.
Onun için yokluktur şiarımız. Hu dedin mi yok, Hüve dedin mi yoktur. Lâ yokluktur. -İlaha- bir ilah var. O da Allah. Bu; ”Men kale la ilahe illallah dehalel cennete”, Boş boşa mı demiş Resullullah Efendimiz? Var mı içinizde, ”La ilahe illallah”, diyecek? Bir tane mert. Ben ona boyun eğeyim, başımı çiğnesin, köle olayım ona ben. Var mı ? Bu kadar sohbet ederiz, kaç seneden beri, yalan mı söylemişiz? Fena ve Beka makamlarını, açın kitapları okuyun . Hepinize , ben de , efendi de ders değiştirmişizdir. Teveccühe almışızdır... Peki hangimiz yaşadı!...
Asr-ı Saadet’e bu millet bayılır. Resulullah Efendimizin izinden, O’nun arkasında namaz kılmaktan ne olacakmış? “Efendim, O’nun arakasında namaz kılaydık”. Peki, mucize göstereydi. Göstermedi mi mucize Ebu Cehil’e?, Ebu Leheb’e göstermedi mi? Musa Firavun’a göstermedi mi.. Sen de onlardan biri olurdun.
“Ahir zaman ümmetimin uluları...... üstündür”. Biz “gibidir” kabul ederiz. Hadis-i Şerif’tir bu. Sadakallahül Azim.
SOHBET 23
Bismillahirrahmanirrahim;
Resullullah Efendimiz Hira dağına çıkardı. Vahdet’te sıkılırdı, inerdi. ”Ya Hatice, ört, ört.” Ve bir hitap gelirdi, ”Ey hırkasına bürünmüş Muhammed, kalk.”
O ayrı bir alem. İşte onu dedim. Şair şöyle diyor; ”Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler”. Balıklar sormuşlar, ”Bir derya varmış ama nerede?”. Koca balığa sormuşlar. ”Deryanın olmadığı, suyun olmadığı bir yer gösterin bana, ben size deryayı göstereyim”, demiş. İşte bütün bu kainat bir deryada yaratıldı. O şairin dediği gibi, ama ”Ol mahiler ki deryayı bilmezler”, yani Vahdet’tedirler, Vahdet’i bilmezler. Çok azı biliyor. İşte o tevhid ehlidir. Hem kesrette, hem vahdette. Ördek gibi, hem denizde.... Bu nerden geldi aklıma? Şems-i Tebrizi daha küçüktü. Babası onda bir haller gördü, ”Oğlum sende bir haller var”, dedi. ”başka, başka” ... Bir gün, evlerinin önünden su akıyor. Tavuğun altına ördek yumurtası da koymuşlar, şimdi tavuk onları gezdiriyor ya, ördek de var, o ördek yavruları çaya daldılar. Tavuk şimdi çırpınıyor, yavruları gitti. Gidemiyor kendisi. O zaman dedi ki Şems; ”Baba, benim halim bu tavuğun altından çıkan civcivler gibi, ördek gibi. Bak gitti denize. Deryaya gitti. Anne çırpınıyor, gidemiyor. İşte bende iki tane hal var. Birisi vahdet’tir, birisi kesret’tir”.
Yetişti... Hocasına dedi ki; ”Bir sefer istiyorum”, ”Var”, dedi, ”sefer. “Gideceksin başlı, geleceksin başsız”, dedi. ”kabul ediyor musun”, ”Ettim”, dedi. ”Hadi Allah selamet versin”. Eserlerde okudum.
Onbeş yaşında ya da yirmi yaşındaydı, Şam sokaklarında karşılaştı Şems’le Mevlana. Şems;”Bu simayı unutma”, dedi. Zaman geldi zaten. Belh’ten geldikleri zaman Bağdat’a geldiler, oradan da Şam’a, Hicaz’a, Medine’ye gittiler, epey eğlendiler. İşte orada rastladı. Ondan sonrada geldi Konya’ya Şems. Hırpani kıyafetli. “Nerde?”, dedi, ”hocaları”... Çocukları, talebeleri Kır’a götürmüştü. Ve gelirken atın dizginini yakaladı. ”Bayezid-i Bestami mi büyük, Hz.Muhammed mi büyük?”, dedi... Şimdi, Mevlana bir kibrit istiyor. ”Bayezid-i Bestami”, dedi, ”küçük, bir gölde, suda kendini gördü, Enel Hak dedi. Hz. Muhammed deryalarda gördü, demedi”, dedi, ”Muhammed büyüktür”. Kapandı katırın ayaklarına; ”Çiğne beni” , dedi. İndi, kucağına aldı ve dergaha geldi, medreseye geldi. Talebeler de derse girdiler. O zaman; “Müsaade eder misin? Biraz takrir, ders vereyim”, dedi Mevlana. “Olur”, dedi Şems.
Girdi. Talebelere ders veriyor. Ders bitti. Mevlana’nın hocası Burhanettin Muhakkiki. O’nun çok kıymetli bir kitabını; orada bir su tenekesi yahut başka bir şey; Attı içine Şems. Baktı, ”Sen”, dedi , ”......ders verdin, Ne dersi o?”, dedi. İçinden geçen. “Bu kitap mı?”, dedi... Aldı... Toz!... Şimdi, Mevlana; ”Ne dersi bu?”, dedi. Bu dedi, ”Ders-i Halest... Seninki ders-i Kalest”, dedi. Konuşma dersi... O zaman anladı Mevlana. Ve Mevlana, Mevlana oldu... İki Kutup...
Sonra iki oğlu vardı. Birisi... Hz. Adem’in de iki oğlu vardı, neydi onların ismi? Birisi Habil, birisi Kabil. İşte Mevlana’nın da iki oğlu vardı. Birisi Habil, birisi Kabil... Birisi Alaaddin, Birisi Bahaaddin. Bahaaddin güzeldi. Alaaddin hain. Kendisini... Hani dedi ya, ”Ben seni öldürcem”, dedi. ”Ben ne yaptım da?”. ”Canım istiyor” dedi... O da öyle. Onun için her şey Allah’tan Allah’adır.
Peki... Allah’a vuslat var mı ? Var. Ricat var mı? Var. Kaçmak var mı? Var. Yaklaşmak var mı? Var. Kelle vermek var. Yok olmak var. Derece, derece. İşte Allah’ta yok olma istidadında bulunanlara Allah mükafat veriyor.
Dediler ki, ”diğer, senden evvelki ashap 350 sene, 500 sene yaşıyor. Bizimse 60-80 sene”. Tefekküre vardık. Ve Ayet-i kerime indi. İşte O geceyi kim ihya ederse, bin ay, yani seksen küsur sene ibadet etmiş olur bugün. Yalnız, şunu söyleyeyeyim ki; 57 yaşına kadar hep Kadir gecesi üzerinde durdum. Değirmenderesi’ndeyim. Ayva bahçemiz var orda. Ayva ağacının da dibinde çardağı. Gene de böyle Ramazan. Kadir gecesi dedim... Sabaha karşı... O ayvanın tepesinde öyle kuşlar var ki yaprak görünmüyor... Ve uyandım. “İşte Kadir’dir” dedim bu. Değil halbuki. Ve sordum bütün hocalara, ”Fazla ibadet et , abdestli bulun , kaza namazları, Kur’an çok oku...”. Ne Kur’an’ı be yahu! Akşamdan başladım, sabaha kadar Kur’an’ı Kerim’i bırakmadım. Abdestliyim. Gözümü de yummadım. Ya indiyse dedim o melekler. Bayraklarla inecek ya müminlere...
Ne zaman, ”üç namaz kıldır”, dedi Ahmet Kumanlıoğlu Hazretleri, Hacı Sabri Efendiye, Ef’al’i Hak’ka, Sıfat’ı Hak’ka, Vücud’u Hak’ka...... Şimdi bayraklarla Kur’an indi dedim.
Zaki Baba;
Bu gecenin de Kadir gecesi olduğu kesin değil efendim. Biraz önce evde namaz kılıyordum da, öyle dua ederken dedim; ”Kadir, Kadir, Kadir gecesi diyorlar ama biz öyle kabul ediyoruz”.
Efendi;
Yok öyle şey...
Zaki Baba;
Ama bu kesin değil, bu gecenin Kadir gecesi olduğu.
Efendi;
Yok öyle şey...
Zaki Baba;
Ama birinden, yirmidokuz arası tek geceler.....
Efendi;
Onu bırak be yahu. Allah aşkına bırak onu, L’illah aşkına bırak. Kölen olayım, ayağının türabı olayım. Bırak onu..
Zaki Baba;
Hayır, nedenini de izah eder misiniz.?
Efendi;
Anlatacağım. Biraz evvel dedim. Şimdi Tevhid’e girdik. Tevhid ehliyiz demeyin. Dereceler var dedim. ”Bazılarını, bazılarından üstün kıldık”. Ee... Şimdi dedim. Yaklaşan var. Daha yaklaşan var, kelleyi veren var, mahviyet var. Var, var, var... İşte oraya gelmedin mi, zandan, şüpheden kurtulmak mümkün değil.
Eğer... Bunu güzel zevk ediyorsan. Hiç şüphem yok. Üç kısımdır, Ef’al, Sıfat, Zat. Başka bir şey yok. Ef’al’ini verdin, Sıfat’ını verdin, Vücud’unu verdin. Bu zevk eğer tam yerleşmişse, bu gece değil öbür gece olsun, başka gece olsun, şu olsun, bu olsun... Mutlaka bu ayeti kerimeye göre bir gece var ya. “leyl” gecedir. Garanti, ”inna” Muhakkak, ”inna enzelnahu fi”, ”fi”, nihayeti yok, ” Leyletil kadr”, leyl gecedir, yanlışım varsa düzeltir. ”Fi leyletil kadr”, kadri kıymetli, yüce bir gece. Ama tekrar ediyorum. ”Ve ma edrake”, idrak ettiğin için, edersen. ”Ve ma edrake ma leyletül kadr”, gene “leyl”, gece. Tekrar ediyor, ”leyletül kadr”, artık devam edin, ”min el fi şehri”. İşte buna hiç şüphemiz yok ki. Allah böyle bir gece ve böyle bir gecede Kur’an’ı Kerim’i inzal etti. Kime? Muhammedine. Daima söylüyorum... ”Muhammed, Muhammed” . Böyle, ”Muhammed, Muhammed” olmaz.
Muhammed olacaksın. Ahlakınla, imanınla, inancınla, şeriatınla, fedakarlığınla, insanlığınla , insaniyetlerinle yanaşacaksın. O zaman sana indi. Benim şüphem yok. Siz de şüphe etmeyin. Ama oraya gelmedik. Geliriz, geleceğiz inşallah, geleceğiz, geleceğiz... Gelmediğimizi farz edelim. Hepsi bir olur mu? Hepsi bir olmaz. Hiç bir şey yok ki dünyada yaratılmış, benzeri var. Aynı yok deriz hani. Hangi meyvaya bakarsan daha güzeli var, daha güzeli var. İnsanların da öyle. Ne dedi Ertuğrul, “Abi ,hepsi insanların müsavi yaratılmadı mı?”, dedi. ”Kaşı, gözü, filanı, filanı...”. Azcık sen düşünsen bunu bana sormazsın, kimisini topal, kimisini kör, kimisini akılsız yaratmadı mı?.. Yaratmadı oğlum !, yaratmadı dedim.
Al bakalım şimdi!.. Bu tefekkür işi. En büyük ibadet tefekkürdür çocuklar. Bir saat tefekkür..., Kaldı ki, ”biz onların gözlerini kör, kulaklarını sağır, kalplerini de mühürledik “diyor. Sonra anladı, anladı... Oh dedi. Dedim, ”ben senin efendine” dedim, ”çoktan gittim ama sen bana bir gün gelmedin. Benim Efendim’e gelmedin. Ama çiftliğin var”, dedim. ”Araban da var, paran da var. En güzel işi yapıyor, yaptırıyor sana”, dedim. ”Allah nedir?” dedi. Salat... “Secde ayrı, Salat...” Ben de dedim, oğlum dedim, bırak şimdi. Bırak onları bana anlatma. Yaptırıyor sana. Hatırına cennet gelirse zaten kıymeti olmaz onun. Olsun. Onun için en büyük mesele teslimiyettir. Teslimiyetimiz nedir biliyor musun? Devamlı zikrimizdir. Bu zikirden kaldığımız zaman araya boşluk girer. Sebilürreşad’a aboneydim. Kaç sene... Hafızlardan birisi, Hafız Burhan mı? Bir hafızdan birisi. Diyor ki, ”Bir melek gece gündüz her zaman Kur’an okurda kulağımda”, Okuduğumu anlatıyorum, ”Arkadaşlar beni bir gün baştan çıkardılar...Gel canım iki tek atalım... Ee iyi. Kur’an gene okunuyor... Hadi şuraya gidelim, hadi buraya gidelim, hadi buraya gidelim... Kur’an kulaktan gitti. O Kur’an okuyan melek gitti. Ve berbat oldum”, diyor o hafız. Yine Sebilürreşad da okudum, Dolmabahçe Sarayında... Hafızlardan bir tanesi, - yeni Kur’an çıkmıştı ya -, Allah’ın ismiyle okurum diye çıkmıştı. Atatürk diyor ki; ”Şu yeni çıkan Kur’an’ı Kerim’i okuyuver”, diyor. ”Peki”. Laubali okuyor. Allah’ın ismiyle okurum, okurum, filanda filan. Orada okudum ben. Naklediyorum. Bir de diyor ki; ”O’nun Arapçasını oku”, aynı hafıza. Diz çöküyor, kıçının altına alıyor ayaklarını. Bir huşu, bir hudu ile eüzü’yü çekiyor. Ve o sureyi okuyor. ”Neden”, diyor, ”O ayet değil miydi daha evvel okuduğun. Bu da ayet değil miydi”, diyor. ”Ayet efendim”, diyor. “Neden”, diyor, ”bu değişiklik?”. ”Alışkanlık efendim”, diyor. O zaman Atatürk diyor ki; ”değişmez”, diyor, ”değişmez, Tercüme edilir, meal olur ama Kur’an aslından gitmez. ”İşte o hafız şimdi... Eğer kulaklarınızda daimi zikir yoksa bekleyin.
Anlatamıyorum ben. İlmim yok diyorum size, ama şunu iyi bilin ki aşkım var. Muhabbetim var.. İfade noksanlıklarım çok. Geçen gün gittim ağlıyordum bir kenarda. Geldi ikisi de, ”Ne ağlıyorsun?”, dedi... Ben, Allah’ıma kulluk yapamadım. Baştan aşağıya küfür yaptım, isyan ettim... Yapamadım, yapamadım , yapamadım , yapamadım... Hala yapamadım. Ama Allah affetsin inşallah. İşte dedim, yaklaştıkça, yaklaştıkça, yaklaştıkça... İşte bu çok mühim bir konu. 57 senenin 10 senesini bırak, aradım, sordum, sordum, sordum... Yahu bir Allah’ın kulu çıkmadı. Ama o aradıklarımı... Ufacık bir işaretten bunu arıyordum. Ben bunu demek istiyordum. Sağol... Hani var ya öyle. Devam et işte .Bu, bu, bu, buna... Ben de öyle...
Şimdi zahir aşıklar vardır. ”Doldur lan, kaldır lan, içelim lan...”, derler. Der değil mi? Bu mecliste de bulundum be yahu. Doldur lan dedim. Ha gidi be koca zeybek... Şimdi bak, ne kadar aşk... Aşk-ı Mecazi, Aşk-ı İlahi... Geçen gün kitabıma yazdım. Üç türlü aşk var. Bir tanesi gelmedi hatırıma yahu. Yahut okuyamadım Aşk-ı Heyman, Aşk-ı Vale, ötekini okuyamadım... Bir de, sonra, yatarken, en güzeli sabikun. Aşk-ı Sabikun. Birisi insanların verdiği, birisi Hz. Muhammed’in aşkı. En büyüğü Sabikun...Yok olmak. Aşk’ta yok olmak. Niyazi Divan’ında var bunlar. Araştırın. İşte oraya geldiğin zaman anlarsın ama anlatamazsın. Bilirsin ama bilemezsin... Ee, şimdi dün dedim Yıldırım öğretmene. Şimdi dinliyor, dinliyor.. -telefon konuşması- Ne anlatıyordum ben? ”Aşk’tan bahsediyordunuz”. İşte, Yıldırıma dedim ki; ”Yıldırım...” , şimdi gelmiyor ya. Olur. Gelmesin canım, ne yapalım. Dedim ”Bu var, bu var, bu var...”. Dinliyor, dinliyor, dinliyor, dinliyor. Bazı şeyler soruyor. Dedim, “öyledir , böyledir...” Dedim ki ; ”Sen mektepten , muallim mektebinden mezun olduğun zaman, muallimlik yapabilir miydin? Duruyor şimdi...”Ne zaman talebelere geçtin, ameli, o zaman öğretmen oldun. Ben de senin gibiydim. Hani ne zaman öğretmenliğe geldim, hem öğrendim, hem öğrettim”, dedim. ”Evet evet”, dedi.
Geçen gün bir mesele sordum. Bir daha, bir daha, bir daha. Öyle değil mi canım? Siz de oradaydınız. Ha! E, şimdi... Demek ki;
Bekle maarif kapısın
Yüz göstere irfan sana
Gir mekteb-i irfana
Oku bu ilmin aslın
Gör nasıl derç oluptur
Kainat tek kitapta
O kitabı oku. ”Ama”, diyor, ”birdenbire”. Yok. Olmaz öyle şey. Ve benim daha evvel intisap ettiğim,-daima anlatırım-, Mehmet Kocakafa vardı. Kula’lı. Şeytani idi onlar. Cin taifesine bağlıydılar. Gayb’den haber verirlerdi. Bir gün inekleri sağdım, sütü getirdim. Pantolonumu çıkardım, öbürkünü giydim, paraları unuttum orada...Gittik, kulüpte çay söyledik. ”Sende para yok be” dedi, ”Pantolonunda kaldı”. Bu bir...
Abdullah; Hakim Abdullah bey vardı burda. Bilir misiniz bilmem. Aksakoğlu. Şimdi ağır ceza hakimi (İzmir), sınıf arkadaşıymış. O da diyor ki (Mehmet Kocakafa) , ”Ben Kuşadası’na gidiyorum, dostlarım var”, diyor. Bana geliyor, Yıldırım’a gidiyor... Bana diyor ki, böyle, böyle.... Abdullah Bey benim de çok samimi arkadaşım, arkadaş değil de seviyor beni. Gittim dedim ki, ”Raci bey, İsmail, Mehmet bey, ben dört kişi... Ziyaret etmek istiyoruz” dedim, ”Mümkün mü?”, ”Ben rica etsem” dedi, ”saat dörtten sonra... (seçim mazbataları var)”, ”olur” dedim. Biz de ikindiyi kıldık, biraz oyalandık filan. Gittik. Boş. Masasının üzerinde Kur’an var, İncil var, Tevrat, Zebur var. Tefsir ediyor kendince. Olur ya canım, eski adam. Maraşlı. Şimdi Hakim Abdullah’ın onurlu bir adam olduğunu biliyorum... Dinledi, dinledi, dinledi Mehmet Efendi, ”İfade veriyorsunuz”, dedi, ”zapta geçiyoruz” dedi. Hakim bozuldu, ”Kim” dedi, ”ifade veriyor”. ”Zatı aliniz ifade veriyor, biz zapta geçiyoruz” dedi. “Allah, Allah” dedi, ”Nerden çıkardın bunları şimdi”... Hani benim de var ya öyle birşeyim. “İlm-ü Ledün’den; İlm-ü Ledün bilir misiniz?”, dedi. Hakim Abdullah Bey; ”Başımdan geçen bir hikayeyi anlatayım” dedi. ”Hukukun sonundayım , baktım derslere, o derslerden mümkün değil imtihan olamayacağım. O gece o dersleri, sual-cevap, sual-cevap, sual-cevap hemen kaptım, yazdım” dedi, ”Ertesi gün gittim, gircem dedim, girdim, sual-cevap, sual-cevap, geçtim. Onun için İlm-ü Ledün’ü kabul ederim” dedi, ve ”Biz, şu yanan florasan var ya, bu florasan’ı söndürürüz, tekrar yakarız” dedi...”Ben aceleciyim, sönsün ve yansın” dedim. Bana döndü, ”Hangi tohum var ki ekilmiş, biçilsin” dedi.
O gün şey vardı, Raşit, gazinocu Raşit, hala bilirsiniz. O’nun orada gazinosu vardır. O gün de bizde yemekler pişti, yemekleri oraya taşıdık. O florasan altında yemek yiyoruz. İsmail bey var, o var, o var... Yemek yiyoruz, filan ediyoruz. Florasan yanıyor, ötekiler de yanıyor. Bizim masanın üstündeki florasan yavaş, yavaş, yavaş söndü. Ötekiler yanıyor. ”Neden orada değil?” dedim.” Orada iman etmeyen vardı” dedi”, ”Ey habibim; sen onlara mucize de göstersen onlar iman etmeyecekler ayeti var ya” dedi... Allah, Allah. Ben sonra anladım ki....
Şimdi, Yıldırım anlatıyor, dün...”Gece rüyamda bir ayet gösterildi, bana” diyor, ”kalkınca, yok canım unutmam ben bunu dedim” diyor, ertesi günü Raci Bey’e rastlamış. Bu Paşoların damadıdır O. Cengiz’in. ”Akşam sana bir ayet gösterildi değil mi?” diyor. ”Ne ayeti dedim” diyor, ”Ya, hadi, hadi palavra etme, söyle ayeti. O ayetin meali böyle, böyledir”, diyor..
Bir, iki, üç oldu. Bir de benim komşum muhtar Mehmet Sargın’ın kızına talip geldi birisi. Kulüpte; kulüpte değil, Sabri’nin orda. Sabri, Kumarhane vardı ya hani. Orda oturuyoruz. Abdullah bey var, öğretmen. Bir de kız, öğretmen, talip olan var bir de Raci bey var. Ben konuşuyorum babası adına. Şöyle, böyle, böyle, böyle... Şimdi o çocuk diyor ki; ”Amerika’da çalışıyorum, mühendislik diplomam var, askerliğimi subay olarak yaptım....” Dedim ki; ”Evladım madem ki Amerika’dasın , sen nüfus kağıdını yarın getir, orada subaylık vardır, görelim, kanaat getirelim”. Akraban var mı? Diyorum. Yok. Şu yok, bu yok... Hemen oradan atıldı Raci bey; ”Olmayacak ki o iş. Ne soruyorsun, ne nüfus iste, ne bir şey.” dedi... Gittim, kız tarafına söyledim. Kız tarafı bozuldu, ”Niye nüfus istedin?”, diye. ”Yahu, istedim , yarın getirecek . Gelirse bakarız , gelmezse... Belki yalancı, ne annesi, ne........ “ Ne geldi, ne gitti...
İşte onlar cin taifesine bağlıydılar. Allah göstermesin. “Ma esabeke......”.Bir nefisten gelir ayetler, bir de Allah’tan gelir. Nefsinden geleni Allaha yükletme. İşte buna çok dikkat etmek lazım ve daima ben, ”Ya Rabbi, ehli sünnet cemaatten ayırma, Ya Rabbi, yanlış yaptırma, Ya Rabbi, yanlış aratma...” Bütün ömrümce böyle yalvarmışımdır Allah’a, ben bunları biliyor muydum? Bunları ben.... Bilmiyorum. Ama yanılabilirim. Ve o efendiye iki sene hizmet ettim. Bir gün gittim Basmahane’de bir saatçi dükkanında toplanıyorlardı. Ramazan’ın ya onu, ya onbeşi. Baktım ihvanla beraber çay içiyorlar. Selamunaleyküm-aleykümselam. Ama nasıl memnun oldum biliyor musunuz. Uçucam canım sevincimden. Anlatmışımdır. ”Bak” dedi ”İbrahim beye”, ”Teşekkür ederim” dedim. Kahveci bir daha oradan yeniledi. Basmane camisi yakın. ikindi ezanı okunuyor. Bana musaade edin dedim. Bir gidiş. Ne o beni gördü bir daha, ne ben onu gördüm...
Aradan geçti bir hafta, ongün. Şevki Özerenlerin oğlu sünnet... Postacı Salim vardır. O’nun çocukluk arkadaşı, geldi. Konuşuyoruz. Dedi ki; ”Efendinin oğlu Libya’da, Beydağ’da, Hukuk tahsili yapıyor”, ”Libya’da mı? Benim de Libya’da akrabalarım var. Mektuplaşıyoruz. Kim o hoca”, dedim. Şemikler camii imamı Hacı Sabri Soyyiğit. Kalktım, gittim. Şimdi, namaza durduk orda. Ben de arkasında durdum namaza. Dönünce; ifadesi; ”Ha ,Bir Melami karşımda namaz kılıyor” demiş. ”Selam” dedim, böyle, böyle...”Derhal” dedi. Hemen beni kolumdan tuttu Hacı Sabri. Kolumdan tuttu, yanı başında lokanta var, lokantaya götürdü. Yedirdi içirdi. Ben yıllarca, bakın şimdi, ben yıllarca siyaset yapmışım. Yer yapmış bende . Demokrat Parti, bilmem ne parti, filan, filan. Bunu sökemezsin birden bire. Eski halini söküp te o şeytanı, nefsi mağlup etmek... Kolay değil o. Bir muharebe var. Bir mücadele var. Bir inkılap var, bir ihtilal var insanın vücudunda. ”Eyvah” demiş, ”Ne aldattın beni Ya Rabbi? Ben buna Melami dedim, ama bak siyasi çıktı”. Götürdü beni, gittik, adres verdim Hasan Fehmi’ye gönderdi. İki arkadaşıyla beraber Trablugarp’ta, şeyin, Hasan Zafir Berkan’ın yanında bir ay kalmışlar. Yiyen, içen, gelen, giden. Büyük iş.
Şimdi ben yüzlüyüm. Seviyorlar beni. Bir sene böyle geldim, gittim. Veli Efendi Rahmetli ile-Allah rahmet eylesin- Halis hocayı aldık, gittik Şekerci Halil Efendiye; ”Buna tevhid verilmez ,hadi, hadi buna...”. Aman Ya Rabbi. Şimdi...........var bende. Açık söyleyeyim. Şimdi yok o, bunları atmak kolay değil. Yıllarca dostluk yapmışsın sen onlarla. İstiyorum hani.. Kalktık , gittik, Hacı Sabri Efendiyle Ahmet Efendi buna tevhid verilmez dedi. Anii, Telefon mu ettiler bunlar dedim. Olmaz dedi, olmaz. Sabaha yakın, devam ediyoruz sohbete. ”İbrahim amca” dedi Ahmet Kumanlıoğlu, Allah Rahmet eylesin, ”Bak ne diyor hacı”, ”Ne diyor Efendim” dedim, ”Bizim gözümüz sende, sende”, “Boynum kıldan ince” dedim ben. Hemen, hemen. Hiç vallahi. Bak yemin ediyorum ki hiç demedim....
Sünnet düğünüydü... Dedim ki; “ Size 100 Melami vereyim bana bir Bektaşi verin “. Akhisarlı Halil Kırman; “Sen bilir misin Melami kimdir” dedi. “ Bilirim “ dedim. “Melami olmayan evliya olmaz. Melami olmayan Peygamber olmaz. Bir daha var ki onu söylemeye mezun değilim. Öyle Melamiler var ki şeriatsız, erkansız. Böyle yüz Melami vereyim bir Bektaşi alayım. Hiç olmazsa Bektaşi eline, beline, diline sahiptir “ Bırakır mı beni? Bırakır mı o Mürşid. Evet dedi; ”Öyle Melamiler var ki, ne şeriatı var, ne şuyu var, ne buyu var. Bazıları Allah olur, bazısı Peygamber olur”. ”İşte”, dedi, ” kapı -demir kapı-Şeriat-ı Muhammediyesi olmayanlar, şeriata bağlı olmayanlar bu kapıdan içeri girmeyecekler. Biz Fehmiye Melamisiyiz” dedi. Birisi, ”Sen, yeni bir Melamet mi çıkarırsın be Ahmet”, dedi, ”Ben, Hasan Fehmi’den (Tezdoğan) aldım. Oğlum, nice almışsan öyle ver demişti, Ben de nasıl almışsam öyle vericem. Şeriat’sız, Abdest’siz, Namaz’sız, buraya girmek yok. Fehmiye Melamiyesi”, deyip kapıdan çekildi. Bu, meşhurdur bu...
İşte böyle inanacaksın. Ve böyle müdafaa edeceksin. Gerek Allah’ı, gerek Resulullah’ı, gerek vatanı, gerek dini, imanı, tuttuğun şeyde sonuna kadar. Azmedeceksin, sebat edeceksin kardeşim.
Ehlullahın üç hali vardır. Peygamberlerin; Yer, yedirir. Giyer, giydirir. Birisi yer, yedirmez, giyer giydirmez. İki. Birisi ne yer, ne yedirir, ne giyer, ne giydirir. Şimdi; Peygamberler, Allah’tan alırlar, ümmete verirler. Oradan giyerler, giydirirler, oradan yerler, yedirirler. Evliyalar mecbur değil. Evliyalar yer, yedirmez, giyer, giydirmez. Ama yeri geldiği zaman Evliyaların da Peygamber’ler gibi vazifesi var. Eğer o evliyalar silsile-i meratib’e riayet etmeseydi, intikal ettirmeselerdi, biz, ne Kur’an bilirdik, ne hadis bilirdik. Bir de öyleleri var ki istediğin kadar anlat. Ne dinler, ne yer,............,. Onlardan olmayalım.
Kadri bilinen bir gecede Kur’an-ı Kerim indi. Kime? Müminlere, Muvahhitlere indi. Bakın çocuklar. Kur’an-ı Kerim’e inanmış, iman etmiş kişi tevhid ehli kişidir. Şurası, burası yok. Acabadan, zandan, vehimden, hayalden kurtulmuş kişi demektir. Kur’an-ı Kerim o mümin kişiye bu gece inmesine rağmen yalnız bu gece midir? Değildir efendim. Her gece o Kur’an’ın sahib-i hakikisi müminlere inzal eder. Ta ki fecre kadar, sabaha kadar. Her gece. Ve hiçbir Peygambere nasip olmayan bir gecedir. Bir Misal; Yahudiler dediler ki, ”Ya Musa, Rabbine dua et. Bize taam indirsin”. Dua etti. Ve sofra geldi. Yediler içtiler ve çıkınlarına doldurdular, mendillerine. ”Ne yapıyorsunuz? dedi, Hz. Musa... ”Belki dua edersin de gelmez”, ”Gelir, her zaman bu sofra iner” dedi... Misal veriyorum. Ve onlar sarımsakla v.s. istediler, istediler. ”Sakın siz arsızlardan olmayın” dedi. Eğer biz Hz. Musa’nın kavmi isek, şüphemiz varsa, yalnız bugün değil..... Onlara taam geldi, Hz. Resullullah Efendimize her zaman mana taam’ları geldi, gelmekte devam ediyor. Kime? Bütün alemi insana. Yalnız bu gece için değil çocuklar. Her geceyi kadir, her gördüğünü de hızır... Yani... Eğer O Kur’an’ın sahibiysen, amma şart koşuyor. O’na inanmışsan ama. Eğer gölgen yoksa ama. Sende bir türlü, bende bir türlü ise bekleme, bekleme. Ve Kıskanma. Bir gün sana da olur. Onun için Ehli Tevhid’in her gecesi Kadir’dir çocuklar. ”İşte biz kadir gecesini, O inzal edilen Kur’an’ı melekler vasıtasıyla indirdik”. Haberiniz var mı? Yok mu haberiniz? Bu ilahiler, nedir bunlar? Bu zikirler, nedir bunlar? Var mı şüpheniz? Var mı her yerde bu zikir? Var mı bu inanç? Nasıl indirmesin Allah? Kime indirecek? Hiç şüphe etmeyin ki O her an; her zaman indirmekte; devam ediyor. Yalnız, yalnız biz şüpheye varmayalım. Endişeye varmayalım. Ve gölgemiz olmasın bizim. Fitneye, şuraya, buraya sapmayalım. İnancımız tam olsun. Tertemiz bir kalbe sahip olalım. Şöyle diyor ehlullahtan birisi;
Zahire aldanmam,isterim burhan
Zahire aldanmaz,erbab-ı irfan.
Dönüyorum; Acaba 20’sinde mi, 21’inde mi? Yok öyle şey. Bir daha duymayacağım bunu. O her zaman indirir. Kime indirir? Kendine indirir yahu. Sen O olmadıkça; bu varlıktan, benlikten, enaniyetten soyunmadıkça zaten indirmez. O onun hasmıdır, düşmanıdır. Bunlardan ari olmaya çalışalım. Ve nefsimizin sesini duymayalım. Kovulmuş, lanetlenmiş şeytanın sesini duymayalım. Ve onlara itibar edenleri de itibar sahibi kılmayalım. O zaman her gecemiz kadir. Çünkü 3 defa kadrini verdik elhamdülillah. Ef’al’imizi, Sıfat’ımızı, Vücud’umuzu verdik Bu zevk meselesidir çocuklar. İman demek zevk demektir. İnanç demek zevk demektir. Mana demektir, aşk demektir. Ne ele gelir, ne avuca gelir, ne terazisi vardır. Ne yatması vardır, ne kalkması vardır.
Aşk-ı Heyman... Ne oluyor? İrtibatı tam. Anlatamam ki. Var öyle ilimleriniz. Bilmem neler, rabıtalar, filanlar. Bunları raptedin. Onu raptettin mi nerde O? Sende be yahu. Sende bre tosunum. Sensin ama haberin yok. Sensin O.
“Gayrı sanma sen seni”. Hak sana senden yakın, gayrı sanma.” Bu suret libasıdır Hak’tan ayıran seni”. Bir bedenimiz var, birde ruhumuz var. Bedenle devamlı olduktan sonra olmaz... Daha tevhide girmemişim, şöyle müzakere ederdim. Çift sürerdim hayvanlarla. Dedim ki; Şuna biraz fazla yem versem, buna saman versem ! Çekmez be yahu. İkisine de aynı, denk vereceksin ki hayvanları süresin. Birisi madde, birisi mana. Manadan hiç haberin yok. Efendimin bana nasihati şu; ”Eğer dini sohbete giriyorsan birisiyle, soruver ona. Namaz kılıyor musun? Kılıyorum. Ne kadar tetebbuatın var, araştırıcı halin var günde? Yarım saat, yahut bir saat, yahut hiç. Yarım saate yarım saatlik konuş, bir saate bir saatlik konuş, yoksa konuşma. Yok haberi onun”. İşte sende bir türlü, bende bir türlü.
Eğer sen alemi, alemi bilmez , kendini ser..... Ne derler? Sersem mi sanırsın. Var öyle bir şey yahu. Ve diyor ki Resullullah Efendimiz ; ” Siz bildiklerinizin dostu , bilmediklerinizin düşmanı olmayın”. Birisi çıkıyor anlatıyor, diyor böyle, böyle, böyle... Adam sen de! Olur mu o, ne yapsın şimdi? Bununla nasıl muhatap olursun? Nasıl bununla kaynaşırsın? Bırak yahu. Bir gün gelir yetişirsin o işten çoktan geçiyor. Dinle ! Kayd-ı ihtiyat’la dinle. Koyma kefeye. Koyma taaffün eder, kokar yahu. Doldurdun pırasa, doldurdun ıspanak, doldurdun... Nasrettin Hoca bunun dersini veriyor, ”Sen kokladın, ben topladım” diyor. Yemiyor merkep... Her şey olmaz. Tasnif var. Tasnif edeceksin. Ne dedim Selçuk’da? Farksız cem zındıklıktır dedim, ahmaklıktır, budalalıktır.
Geldi birisi “La faile illallah”dedi, aldı cüzdanı. Bitti mi? “La faile illallah” Sende yok mu? Bir yumruk be! Olmaz öyle şey. Uyanık olun. Allah bir cihetten işlemez, şeş cihetten işler. Geldi Abdülkadir Geylani Hz.lerine, ”Senin, gelmiş geçmiş bütün günahlarını affettik” dedi bir seda. ”Git, Mel’un” dedi, ”Git!”. ”Ne Mel’un diyorsun? Ben Allah’ın meleklerindenim. Rahmet getirdim sana” dedi. “Allah’ın melekleri şeş cihetten, sen tek cihetten konuştun” dedi.
Şeş cihet... Neye benzer bu şeş cihet? Karanlık, zifiri karanlık bir gecede, her taraf kapkaranlık... Bir şimşek çaktı. Her taraf aydınlandı. Ya adımını atarsın, ya atamazsın. Bir vasiyet yazmaya zaman yok. Kalamazsın. Şeş cihet budur işte. Aldanmayın çocuklar, bana da geldi öyle. Gelir ya. Velilerine gelmişler. Yahu, Üftade geldi de, Üftade, Üftade Bursa’da ehlullahtan birisi; Hüdayi hazretleri de kadı orada. Bilirsiniz bu hikayeyi. Hemen intisab etti Üftade hazretlerine. Bir gün uyumuş kalmış. Abdest suyunu...” Öff, bu ateş suyu değil, gönül suyu” dedi, ”Hadi, hadi git İstanbul’a. Padişahlar at tutsunlar, üzengi tutsunlar, bin” dedi. Hep dediği oldu. Onun için her zaman... Demin zikrullah vardı, işte melekler getirdi onu. Senin neyin var ki Zikrullah diyorsun, filan diyorsun. O işte. O melek. Melekeler vardır. Var öyle insan ki Allah diyemiyor.