Copyright 2024 - MEKSAV

ARİFLER GÜL BAHÇESİ - 3. BÖLÜM 

KADİR GECESİ (1)    

Kadir gecesi diyoruz. Gece ve gündüz deyimleri bizlere göredir. Allah’a göre, gece, gündüz yoktur. Fakat burada Kadir Gecesi diye söyleniyor. Cenabı Allah da bu gecenin hangi gece olduğunu bildirmemiş. Bunun yanında Kur’an’ı Kerim’inde geçen İsmi Azam duasını gizlemiş ve bir de Cuma günün de  bir saat var ki, o saatin hangi saatte olduğu bildirilmemiştir. Şayet bunların gününü ve saatini bildirmiş olsaydı. herkes sahir zamanlar ibadetlerini bırakıp, o belirtilen günlerde ve o gecedeki zamanlarını ibadetle geçirirlerdi.

Çünkü Kur’an da Kadir Gecesi için (Leyletül kadri hayrun min elfi şehrin) “Kadir Gecesi bin aydan hayırlı bir gecedir” diye buyuruluyor. Bu sebepten o geceyi ihya edenler, diğer gecelerini ibadetsiz ve boş geçirirlerdi. Bunun için hangi gece olduğu bildirilmemiştir.

Aynı şekilde İsmi Azam’ı da, şu ayetle şu dua diye bildirmiş olsaydı, herkes sadece onu okur, Kur’an’ı Kerim’i okumazdı. Yine Cuma günü saatlerden bir saat vardır, o şu saattir denilseydi, insan diğer ibadetleri bırakır, o denilen saatte ibadetlerini yapar, diğer saatlerini gafletle geçirirdi. Bu sebepten bildirilmedi. Gerek Cuma günündeki bütün saatleri, gerek Kur’an’ı Kerim’in tümünü okumak ve bütün ibadetlerini tam olarak yapmak için, o saatleri ve geceyi Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde bildirmedi.

Bunun yanında tam olarak ta gizli tutmayıp, bazı işaretler vermiş. Mesela Peygamberimizin Kadir Gecesinin Ramazan ayında olduğunu, hatta Ramazan ayının üçte ikisi geçip, son on gün içerisindeki tek gecelerde arayınız diye işaret buyurduklarını görüyoruz.

Bu sebeple Ramazan’ın yirmi birinde, yirmi üçünde, yirmi beşinde, yirmi yedisinde ve yirmi dokuzunda Kadir Gecesi aranıyor. Fakat, insan bütün ömrü boyunca arasa böyle bir geceye rastlayamaz. Çünkü, herkesin bildiği gibi, bizim bildiğimiz dünya gecelerinden bir gece değildir. Bu, bir zevki ilahidir.

Peygamber Efendimizin Ramazan’ın 20 sinden sonraki tek günlerde arayınız demesinin hikmeti: Ramazanı Şerif onar onar otuz günden ibaret olup, üçe taksim edilmiştir. Burada üçe taksim edilmesi, Tevhidi Ef’al, Tevhidi Sıfat, Tevhidi Zattır. Bir kimse Fenayı Ef’al, Fenayı Sıfat, Fenayı Zatı zevk ederse o kimse Kadir Gecesine erişir.

Böyle bir zevkle bu geceye erişen bir kimse için Cenabı Allah buyuruyor. (İnna enzelnahu fi leyletil kadr) “Biz onu Kadir Gecesi inzal ettik.” Neyi inzal etti söylemiyor, sonra söyleyecek. (Vema edrake ma leyletül kadr) “Siz Kadir Gecesinin ne olduğunu bilir misiniz? İdrak edebilir misiniz?” (Leyletül kadr hayrun min el fi şehr) “O bin aydan hayırlı bir gecedir” diyor ve devam ediyor. (Tenezzelül melaiketü verruhü fiha biizni rabbihim min külli emrin selam hiye hatta matlaıl fecr) Bir salik Fenayı Ef’al, Fenayı Sıfat ve Fenayı Zat’ı zevk ettikten sonra, ona Kadir Gecesi tahakkuk eder, ama, gerçekten bu zevklere erişirse tahakkuk eder.

Bu durumları zevk eden salike, şimdi Kur’an nazil olacak meleklerle ruh nazil olacak. Çünkü (Melaiketü ver ruhu) Onun kuvayı meleklerine ruh iner, bütün kuvveleri canlanır. Gözü canlandığı zamanda yani gözüne ruh indiği zamanda, göz masifayı görmez, Hakk’ı görür. Kulağına ruh indiği zamanda, kulak Hakk’ın kelamından başka bir kelam işitmez. Dile ruh indiği zamanda dil, Hakk’ı konuşur, Hakk’tan başka bir şey konuşmaz.

Bak, şimdi nasıl ruh iniyor. Rabları tarafından ve Peygamberini izamlarının ruhlarından, evliyaların ruhlarından, o geceye erişen salike selam getirirler. Bu selamı ne zamana kadar getiriler? (Hiye hatta matlail fecr) “Yani gün ağarıncaya kadar,” ona hep selam gelir. Peygamberlerin Evliyaların ruhlarından selam gelir.

Bu fecr’den murat nedir? Acaba bizim bildiğimiz fecr mi, yoksa sabahleyin güneş doğmadan bir beyazlık çıkıyor, buna sabah deniliyor, bu fecr mi? Fecrin türkçe manası: Sabah demektir. Peki burada bahsi geçen sabah nasıl bir sabahtır? Bu sabah öyle bir sabahtır ki, artık gecesi olmayan bir sabahtır. Kişi kendisini Hak’ta batın ettikten sonra ve onun bütün kuvvelerine ruh indikten sonra sabaha çıkmaya hak eder. Sabahtan murat Şeriatı Garrai Muhammediye’dir ki buna ehlullah lisanında Kurbi Nevafil derler. Bu, sabahtır. Neden sabah oluyor? Bir defa kulun kuvvesi Hak oluyor.

(İza takarrabe abdi ileyye binnevafili hatta uhibbehu) “Bir kulum bana nevafille yakınlaştığı zaman da onun gözü olurum.” gözünden gören ben olurum demiyor. Gözünden gören olurum deseydi, bu feraiz’in zevki olurdu. Şimdi burada kişinin dışı da Hak oluyor, içi de Hak oluyor, her tarafı Hak oluyor. Yani gözü, kulağı, dili, eli, ayağı ve tüm azası ben olurum diyor. Bak şimdi nasıl bir sabaha çıkılıyor. Salik için, bundan daha zevkli bir hal olabilir mi?

Demek ki, bir kişi Allah’tan gafil olarak bin ay ibadet etse, yine de bu zevke ulaşan bir salikin bir Kadir Gecesi yaptığı ibadetin yerini tutması mümkün olamaz, Yani, burada anlatılan zevklere sahip olan salikin ibadeti, bin ay gafletle ibadet edenin ibadetinden daha hayırlı olur. Demek Kadir Gecesi neymiş?

Biz onu bir gece olarak aramayalım, bunu kendi enfüsümüzde arayacağız Cenabı Allah’a dua edelim bu zevklere bizi nail eylesin de Kadir Gecesine erişelim. Yoksa dışarda Kadir Gecesini beklemekle, buna erişelim demek bu mümkün değildir. Bu gece Kur’an’ı Kerim’in nazil olduğunu Müfessirinil İzam beyan ediyor. Demek ki Kadir Gecesinde inenin Kur’an’ı Kerim olduğuna işaret veriliyor.

Kur’an’ı Kerim’den murat nedir? Hakiki Kur’an nedir? Mısri Niyazi Efendi Hazretleri bir yerde diyor. 

     Vechinde manayı Kur’anı okuyan

     Eylemez evrat içinde lafzi Kur’an ile bahs 

Kim ki yer yüzünde Kur’an’ın manasını idrak etti ise bu lafzı Kur’an ki, o kimse, kağıtlar üzerinde, evrat üzerinde, yazılmış yazılardan bahsetmez. Pir Efendimiz burada Kur’an’ın üç türlü olduğunu beyan ediyor. 

     1-Lafzi Kur’an

     2-Süveri Kur’an

     3-Manai Kur’an 

Lafzi Kur’an, kağıtlar üzerine yazılmış Mushaf da dediğimiz Kur’an’dır. O, Kur’an’ın lafzı yani sözleridir. Bu kitap, Musafı Şerif de dediğimiz Kur’an, sadece sözleridir diyor. Bundan sonra süveri Kur’an gelir. Demek ki Kur’an’ın bir sözü olduğu gibi bir de sureti varmış, peki bu Kur’an’ın sureti acaba nedir? Bu mümkünatı alemde gözümüz neyi görüyorsa, bunlar, hep Kur’an’ın suretidir. Bunun için gene Niyazi Hazretleri: 

      Hep kitabı Haktır eşya sandığın

     Ol okur kim seyri evrat eylemiş 

Yine Cenabı Allah buyuruyor. Kendi sözü (Vetturi ve kitabin mesturin fi rakkin menşur) Gördüğünüz bu Tur Hakk’ın kitabıdır. Hem de, nasıl bir kitap, Kitabı Mestur’dur. Mestur: Satırlarla yazılmış bir kitaptır. Bu satırlar acaba nedir? Bu satırlar suretlerdir. Bakınca, bu satırlar sana neler okutacak. Her baktığın surette Hakk’ın Ef’ali, Hakk’ın Sıfatı, Hakk’ın Zatı mevcut olduğunu görebilirsen, sana o suretler satır olur. Onları okursan, onun için bu mümkünatı alem Kur’an’ın suretidir.

Hakiki Kur’an da Cenabı Hakk’ın Ef’ali, Sıfatı ve Zatıdır. Bunu her yerde müşahade edebiliyorsan, yani gördüğü Ef’ali İlahiye olursa, gördüğün Sıfatı İlahiye olursa, yine gördüğün Zatı İlahiye olursa, işte sana o zaman her taraf kitap olur. Hangi tarafa dönersen hiç Kitabullah’tan başka bir şey göremezsin. Hep sana Ef’ali İlahiyeyi, Sıfatı İlahiyeyi ve Zatı İlahiyeyi bütün cihetlerden gösterir. İşte böylece Kadir Gecesi ne eren bir salike hakiki Kur’an nazil olmaya başlar ve o kimse evvela Hakk’ın Zatını giyer, sonra da Allah’ın sıfatlarını bahşeder.

Biraz evvel mevzusu geçen kutsi hadiste (Ekünü sem’an lehü) “Ben o kulumun kulağı olurum.” Bak şimdi bunlar sana nazil olan Kur’an’dır. Sana evvela Zatını giydirdi, sonra Sıfatını, sonra da Ef’alini giydirdi. İşte bu haller ancak tevhit ile olur, mürşidin himmetiyle olur. Eğer mürşit himmet etmezse, salik makamları durmadan araştırsın, faydası yoktur. Fakat, bu himmete de sahip olmak için ne yapmamız gerekir?

İbni Edhem Hazretlerini biliyorsunuz, Belh padişahı idi. Cenabı Allah’ın izarıyla padişahlığı terk etti. Horasan’a gitti, orada yirmi sene dergaha odun çekti. Bu yirmi sene müddetinde bir gün dedi ki: Her halde himmete layık oldum. Çünkü padişahlığı terk edip yirmi sene sırtında odun taşıdı ya...Bir gün Efendisine, Efendim, himmetinizi lütfeder misiniz? O zaman şeyhi, nee, himmet mi? Himmet isteyecek kadar hizmetin oldu mu defol, arkanı göreyim deyip kovuyor. Çaresiz Belh şehrinin yolunu tutuyor. Efendisi arkadan iki müridini gönderiyor. Gidin, eziyet edin, bakalım ağzından ne kelam çıkacak, ne söyleyecek? diyor. Birisi ayağına basıyor, biri tokat atıyor, nihayet başını çeviriyor. Haydi sizin aradığınızı ben Belh’de bıraktım diyor. Bunlar da zaten ağzından bir söz çıkmasını bekliyorlardı. Bu sözü duyunca döndüler geldiler. Efendim, böyle, böyle söyledi dediler. Efendi o zaman daha Belh onun aklından çıkmamış mı? Bırakın gitsin diyor.

Burada eski düşüncelerin kalmayacağını vurguluyor. Demek yirmi sene bize hizmet etti daha Belh şehrini unutmamış. Bir de bizden himmet istiyor, bırakın gitsin diyor.

Bunun üzerine İbni Edhem gidiyor. Belh şehrini dolaşıyor, bakıyor oğlu saltanatı eline almış, memleketi güzel güzel idare ediyor. Halk İbni Edhem’i görür, ama hırkasını görürler, başka bir yerini görmezler. Oradan kendini kimseye tanıtmadan döner, tekrar dergaha gelir. Kapıdan girmek ister. Kovarlar git bu dergaha sen layık değilsin derler. Fakat İbni Ethem Hazretleri en nihayet kendisini içeri atar. öldürün beni, benim buradan ancak ölüm çıkar der. Bunun üzerine Efendisi, gel şimdi himmeti kazandın diye müjdeler.

Himmeti elde etmek için böyle olmak lazım, böyle olmayınca hizmetinde para etmez. Ölmek lazım, ölmeyince himmet yok. Efendim, himmet ediniz, diyebilmek için ölmek lazımdır. Himmet: Bir ihsan, bir bağış demektir. Ama kişinin teslimiyetine göre bu teslimiyet öyle olacak ki mal değil, evlat değil, insan bunları hibe edebilir, evladını malını verebilir. Fakat bunlardan daha kıymetli olan canı vardır. İnsan o canı vermeyince teslim olmuş sayılmaz. Can da insanın en sevdiği şeydir.

Cenabı Allah Hazreti İbrahim’e “En sevdiğini infak et” diyor. Hazreti İbrahim Aleyhisselam bunu yanlış telakki ediyor. Diyor ki: Benim sevdiğim, sevgili develerim var. Bu develeri gitti Allah rızası için boğazladı. Sonra Cenabı Allah’a İbrahim, sözünde durmaz mısın” dedi.

Bundan sonra çok sevdiğim arap atlarım var dedi, atlarını da kurban etti. Yine Cenabı, Allah “Ya İbrahim sözünde durmaz mısın” dedi. Gene tabir edemedi, gitti bu sefer oğluna bıçak çaldı, fakat yine kabul edilmedi ve en çok sevdiğin, Ya İbrahim, senin en çok sevdiğin canındır, dedi. İşte bunu infak etmeyince bire yani birliğe, iyiliğe ulaşılmaz. Onun için Niyazi Efendi demiş. 

Bu yolda canın veren canan alır yerine 

Fakat, kişi canın verince, yerine canan geleceğini bilemiyor. Demek ki Kadir Gecesi’ne erişebilmek için canı vermek lazımmış. Kişi canın vermeyince. Kadir Gecesine erişemez. Öyle yağma yok ver canını Kadir Gecesine ulaş. Ama ben cansız kalacağım, sen artık orasını düşünme, ver canını.

Cenabı Allah kutsi hadisinde (Men talebeni vecedeni ve men vecedeni aşakani ve men aşakani kateltühü ve ene diyetühü) ‘’kim beni ararsa beni bulur, beni bulana ben aşık olur, sever, kendime aşık ettiğim kimseyi arif ederim. Arif ettiğim kimseyi katlederim, katlediğim kimseye diyet ben olurum, onunla benim aramda hiç fark kalmaz."

Cenabı Allah böyle vaatlerde bulunduğu halde, can tatlı, yine de verilmiyor. İnsan ne kadar cömert de olsa, canından cömertlik yapamaz. Onun için Allah bir Azrail tayin etmiş, insan canına kıyamadığı için Azrail gelip canını alıyor.

Ne zaman Allah’ın tecellisine mazhar olursun, o zaman dostla bayram olur. Seyyit Nizamoğlu Hazretlerinin buyurduğu gibi: 

     Dostun bir kez tecellisin

     Yüz bin huri on bin gılmana vermezem

Cennete huriler, gılmanlar vadederler, ama bana binlece huri gılman verseler, dostumun bir defa görünmesine vermem diyor.(Aynı sohbet içerisinde, yine sohbetimizle ilgili olarak, mübarek üç aylarda, Kadir Gecesi ile beraber dört kandil oluyor. Bundaki hikmet nedir? Sorusuna karşılık Efendi Hazretleri şöyle cevap veriyor) Bu mübarek geceler sırasıyla şöyle sıralanmaktadır. 

Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaip Gecesidir.

Yine Recep ayının yirmi yedinci gecesine rastlayan gece Miraç Kandili’dir,

Şaban ayının on beşinci gecesine Berat Kandili denir.

Ramazan içerisinde tahmini olarak Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi Kadir Gecesi olarak kabul edilmiştir.

Fena saliklerine göre birinci kandili yapmak Tevhidi Ef’ale işerettir. Salik Tevhidi Ef’alde kendi fiilini ifna eder, yok ederse o cehil, cehalet olan karanlığında bir ışık yakmış olur, Ef’alin karanlığı ışıklanır. İşte buna Regaip Kandili denir.

Bundan sonra ki gece ise, Miraç Kandili’dir. Bu da hakikatte Tevhidi Sıfata işarettir. Yani Tevhidi Ef’al ile fiilini yok eden salik, Miraca başladı demektir. Bundan sonra başlar Tevhidi Ef’ali zevk etmeye. Tevhidi Ef’alin ne olduğunu nasıl anlaşılması gerektiğini araştırması, Miraç’a başladığının işaretidir. Demek oluyor ki, Miraç Tevhidi Ef’al’de başlıyor. Tevhidi Ef’alin zevk edilmeye başlaması, salikte ilim tecellisinin başlaması haliyle olur. Buna Miraç Kandili denir.

Salik Ef’al, Sıfat ve Vücut şirki dediğimiz tüm şirklerden ne zaman kurtulur o zaman Berat Kandili’ni yapar. Berat kurtuluş anlamındadır. Fiil, Sıfat ve vücut şirkinden kurtulan ve Beratını ilan eden bir salik, Kadir Gecesine erişmiş olur. Bunu biraz evvel anlatmıştık. Onun için bu mübarek geceler geldi mi minarelerde kandiller yanıyor.

Bu görünen vücutlar, birer minare mesabesindedir. Dikkat edin, fiillerinizi fani edince, sizin minare olarak vücutlarınızda, kalbinizde bir ışık parlar. Onun için bu gecelerde kandil yakarlar ki, kendi kandillerini herkesin içinde yakmaları için biz insanlara bir rümuzdur.

KADİR GECESİ (2) 

Cenabı Allah, ayeti kerimesinde buyuruyor : (İnna enzelnahu fi leyletil kadr.) Dikkat edilirse ayeti kerimenin içerisinde Kur'an mevzuu hiç geçmiyor. İnna : Biz, Enzelnahu: Onu indirdik, Fi leyletil kadr : Kadir gecesinde indirdik. Ama Kur'anı indirdik demiyor. Yalnız başka bir ayeti kerimede (Şehrü Ramazan Ellezi ünzile fihil Kur'an) ayeti mucibince "Biz Ramazan ayında Kur'an’ı inzal ettik" demesiyle bunun Kur'an olduğu anlaşılıyor. Burada müfessirini izam demişler. Kadir gecesinde Kur'an-ı Azimüşşan bütün olarak indirildi. Zaman zaman ve icabına göre Cebrail Aleyhisselam Levhi Mahfuz'dan alıp, Peygamber Efendimize ayetleri getirmiş oluyor.

Bu sebepten dolayı (İnna enzelnahu fi leyletil kadr) Biz Kur'an-ı Kerimi Kadir Gecesi'nde levhi mahfuz'a indirdik. (Vema Edrake ma leyletül kadr) "Siz Kadir Gecesi'nin ne olduğunu bilebilir misiniz? İdrak edebilir misiniz? (Leyletül Kadri hayrün min el fi şehr) "Kadir Gecesi bin aydan hayırlı bir gecedir."

Bunun için müfessirler, ulemalar demişlerdir. Bu geceyi yani Kadir Gecesini idrak eden, ihya eden, bu gecede uyanık bulunan ve ibadetle geçiren bir kişi bin ay ibadet etse o bin ayda kazanacağı sevaptan, Kadir Gecesi'nde kazanacağı sevap daha hayırlıdır. Cenab-ı Allah böyle vadediyor. Neden bu gece bu kadar hayırlı oluyor? Ayeti Kerime devam ediyor (Tenezzelül melaiketü verruhu fiha biizni rabbihim) "O gecede yani Kadir Gecesi'nde Rablarının izniyle melekler iner. Bu meleklerle beraber ruh da iner."

Ruh, Cebrail Aleyhisselam olarak söylenmiştir. Cebrail Aleyhisselam'ın bir ismi de Ruh'tur. Peki, Rablarının izniyle bu meleklerle Cebrail Aleyhisselam'ın inmesi neler getiriyor? Kadir Gecesi'nde uyumayıp da, sabaha kadar ibadetle geçiren bir kimseye, mademki meleklerle ruh iniyor, öyleyse sabaha kadar hiç uyumayalım ve bütün geceyi ibadetle geçirelim, meleklerin ve Cebrail Aleyhisselam'ın inişini gözleyelim. Acaba bu durumda bu gecenin getirdiklerinin sırrına mazhar olabilecek miyiz? Rabları tarafından geldiklerine göre Kadir Gecesi'ni ihya eden bir kimseye ne hediyeler geliyor? (Min külli emrin selam) Allah'ın emriyle, Allah'tan gelen "selam" a mazhar olan bir kişi için bundan daha büyük bir rahmet olur mu? Elbette olmaz.

Selam selametten gelir. Böyle bir rahmete mazhar olan kişiyi, Cenabı Allah her türlü marazlardan korur. Bu marazlar gerek vücut marazı, gerek kalp marazı, gerek se, her türlü düşünce ve gayriyet marazı. Her türlü endişe ve marazlardan, belalardan Allah'ın selamıyla kurtulmuş olur.

Peki, bu selam ne zamana kadar getiriliyor? (Hıye hatta matlail fecr) "Sabah oluncaya kadar" Kadir Gecesi'nde uyanık olan kişiye Rabları meleklerle, Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla selam getirir. Mademki böyle bir gece vardır, veyahut var olduğunu kabul ediyoruz, bu gecenin tamamı ile Ramazan ayında olduğu düşünülünce, bu geceyi muhakkak bulmak veya bilmek istersek, başka aylarda aramamız ancak hayaldir. Çünkü ayeti kerime vardır. "Cenabı Allah sözünde hiç bir zaman hulfetmez" ne dediyse mutlaktır. Onun için, biz bu geceyi senenin bütün aylarında değil de, yalnız Ramazan ayında arayacağız.

Bu geceyi Peygamber Efendimizin işaretiyle yirmisinden sonraki tek gecelerde, 21, 23, 25, 27, 29 olmak üzere toplam 5 gece eder, bunlarda arayacağız. Bu 5 gecede gündüzleri istirahatini yapmak şartıyla hiç uyumadan ve buna rağmen ben Kadir Gecesi'ni idrak ettim, Kadir Gecesi'nde uyanık bulundum ve o gecede Allah'ın vaadini, selamını duydum diyebilecek bir kişi var mıdır?

Bazı kimseler, gök kapılarının açıldığını tasavvur ederler. Mademki o gecede gökten melekler iniyor, elbette gök kapılarının açılması lazımdır. Melekler başka türlü nasıl inebilirler? Kapı kapalı olsa çıkabilir mi? Çıkamaz. Onun için o gecede gök kapıları açılıyor. Meleklerle Cebrail Aleyhisselam yeryüzüne iniyor. Bunları görmüş bir kişi var mıdır? Şu halde bu bir, gece değildir. Fakat Kur'an-ı Kerim gece diyor. Ayrıca daha bunun yanında bir çok mukaddes geceler vardır. Hepsi de 3 aylar içindedir. Bunlar Regaib Gecesi, Miraç Gecesi, Beraat Gecesi, Kadir Gecesi'dir. Neden bu mukaddes anları gece olarak söylemişler?

Tevhit, Kesret ve Vahdet olarak ikiye ayrılmıştır. Bir insan ya kesrette olacak veya vahdette olacaktır. Kesret, gündüze işarettir. Vahdet ise, geceye işarettir. Bu da ne demektir? Siz Kadir Gecesi'ni "birlik" te arayın. Birlik ise tevhittir. Onun için dünya gecelerinde değil tevhitte arayın, tevhitte halvet olun. Çünkü gündüz her şey açığa çıkıyor. Her kes aldığı vazife ve işini yapıyor. Ama gece olunca herkes kabuğuna çekiliyor, bir karanlık kalıyor. Karanlık Allah'ın zatına işarettir. O halde kalan Allah'ın zatıdır. İşte, bunun için bu zamanlar geceyle temsil edilmiştir.

Mademki böyledir, biz Kadir Gecesi'ni tevhitte arayacağız. Eğer biz de, ehli tevhit olmayıp, avamlar gibi dünya gecelerinde arayacak olursak, ömrümüzün sonuna kadar böyle bir geceye rastlayamayız. Ama bir kişi ehli tevhit olursa Kadir Gecesi'ne erişebilir.

Bu gece için Evliyaullah şöyle işaret vermiş: Bir kimse hiçle hiç olursa, benliğinden soyunursa, onun o hiçliğini doldurmak için gök kapıları açılır. Gök kapılarından murat, beka kapılarıdır, beka zevkleridir.

Fenayı tam eden bir kişiye, beka kapıları açılır ve onun dünyasına yani mazhariyetine melekler iner. Melek; Nur taşıyıcı bir vasıtadır. Bu zevke erişen salikin gök kapılarının açılmasıyla, bütün kuvve ve azalarına nur iner. Bu nur, kuvvelerine indiği zaman, gözü o nur ile bakar. O nur ile baktığı için de, daima Hakk'ı görür, Hak'tan gayri bir varlık görmez.

Ne zaman o nur kişinin kulağına iner, kulak, meleklerin semadan getirdiği nurla nurlanırsa, kişinin kulağı, hep Hak sadasını işitir. Hak sadasından başka bir ses işitmez.

Dil'e nur inince, dil de daima Hakk'ı konuşur. Hak'tan gayri bir şey konuşmaz. Velhasıl o nur, bu zevke erişen salik için Allah'ın selamı olmuş olacaktır. Peki, bu nereye kadar devam edecektir? (Hıye hatta metlaıl fecr) Bu fecrden murat, Kurbi Nevafil'dir. Yani kişi Hazretül Cem'e kadar bu zevk ile yaşar, Hazretül Cem'e dahil oldu mu, iş başka türlü değişir. İç dışa, dış içe girer.

Hani deniliyor insanlar ahiret alemine vardıkları zaman içi dışa çıkacakmış. Yani içinde ne gibi ameller beslemişse, onların her birisi bir suret bulup onun önüne çıkacak.

Bu makamdan sonra, o fecr dediği makama ayak basıyor. Nasıl, burada salikin gözünden gören, kulağından duyan Allah idi, o halde, burada salikin gözü ve kulağı Hak oluyor. Ne imiş Kadir Gecesi, Makam'ı Tevhitten bir makamın zevki. Ne mutlu böylece Kadir Gecesi'nin zevkine ulaşan ihvana...Yoksa, dünya gecelerinden bir gece beklemekle, Kadir Gecesi'ne ulaşılmaz.

Kadir Gecesi, bir zevki ilahidir. Daha açık olarak, Makamul Cem'in zevkidir. Kim bu zevki tadabilirse, o ihvan için her gün Kadir Gecesi'dir.Bunun için Niyazi Mısri Hazretleri bir yerde diyor: 

     Halvetten ettim rıhleti

     Kesrette buldum vahdeti

     Pazarda kurdum halveti

     Ruzu şebim idi berat 

Mısri Niyazi Efendi Hazretleri kendisi Halveti Tarikatından olduğu için kendisini dört duvar arasına halvete kapamışlar. Lakin, ben böyle bir halvetten rıhlet ettim. Yani, halvetten kesrete kaçtım. Bu kesrette, kalabalıkta "biri" buldum, pazar ortasında halvet kurdum diyor. Peki pazar ortasında halvet nasıl olur? Bu, bir ilimdir, ilmi tevhit iledir. Pazar içerisinde halveti kurduktan sonra, her günüm Bayram ,her gecem Beraat oldu diyor.

Bir kimse anlatıldığı şekilde Kadir Gecesi'nin zevkine erişti mi, onun her günü Bayram, her gecesi Kadir olur. Bu sebepten makamlarımızı iyice idrak edelim, iyi çalışalım, makamın zevkiyle yaşamaya gayret gösterelim. O zaman Kadir Gecesi'ni, Beraat, Miraç ve Regaip Gerceleri'ni de idrak etmiş oluruz.

Bütün bu geceler tevhitte mevcuttur. Onun için ilmi tevhitten daha büyük bir ilim olamaz. Eğer kendini bilmek istiyorsan, ilmi tevhidi tahsil et, diğer bütün ilimleri unut. İşte o zaman aradığın bütün geceleri, haşrı, neşri, tamuyu, cenneti yani ne arasan hepsini ilmi tevhitte bulabilirsin. Bunun bir ismi de İlmi Hikmettir. Bir ismi de İlmi Tasavvuf'tur. Kur'an diliyle de, İlmi Ledün'dür. Netice itibariyle, bu sayılanların hepsi de aynı ilimdir. Yalnız çalışmaya başladığında, diğer ilimleri unutmak gerek. Ama unutmayıp da iki ilmi beraber öğrenmek istersek çok güçlük çekeriz.

Yalnız, burada o ilmi unutmak demek elden çıkarmak demek değildir. O ilmi yerine göre kullanmaktır. Çünkü bu maddi ilim de lazımdır. Zira herkes bir meslek sahibidir. Bir kişinin mesleğini devam ettirebilmesi için, maddi ilim lazım, yoksa mesleğini idame ettiremez.

Bir insan dünyada zengin olmayı ister, mal mülk sahibi olur. Namaza durduğu zaman, o serveti kalbinin içine alırsa, kıldığı namaz, namaz olmaz. Namaza durduğumuz zaman, bütün servetimizi unutacağız. İşte bu namazdaki hal nasılsa, tevhitte de öbür ilimler yerinde kalacaktır.

Merhum Fehmi Efendi Hazretleri, bu nefis bahsinde; siz nefislerinizi öldürmeyin, onu zincirle bağlayın, çünkü hasmınız bir gün üzerine gelince, salıp kendini müdafaa edersin. Başka türlü ne yapacaksın, boyun eğip eyvallah mı diyeceksin .Bağladığın zincirden onu çıkartırsın, onlar ikisi boğuşsunlar, demiştir. 

KAZA VE KADER DÖRT ANASIR 

Bu unsuri vücutta sıcaklık, soğukluk, kuraklık, yaşlılık dediğimiz haller mevcuttur. Buna tabiat denir. Bunların birbirlerine gelip gelmemelerinden dört anasır meydana gelir.

Hararet burudete galip geldiği zaman ateşi meydana getirir. Eğer bururet hararet galip gelirse havayı meydana getirir. Kuraklık yağışa galip geldiği zaman toprağı, Yaşlık kuraklığa galip geldiği zaman suyu meydana getirir.

İnsanların vücutları bu dört anasırdan teşekkül etmiştir. Bunlar ateş, hava, toprak ve su. Vücutta hangi anasır galip gelirse insan o tabiatlı olmuş olur. Mesela bir vücutta ateş unsuru galip geldi mi o insan hırslı, celalli olur. Eğer hava unsuru galip gelirse o kimse hava gibi geçici olur, hiçbir kararda durmaz. Yani şimdiki hali biraz sonraki haline uymaz. Toprak ve su unsuruna gelince: Bir kişide toprak suya galip gelirse, o kimse teslimiyetli olur. Allah’ın emirlerine teslim olur. Su unsuru galip gelirse o kimse ilim sahibi olur.

 Nasıl bu anasırı erbaa’nın tesirleri bu vücutta var ise, manevi vücutta da mevcuttur. Manevi vücudun hasletleri beş haslettir, bunlar: 

     1-Hafi

     2-Ruh

     3-Nefis

     4-Kalb

     5-Sır

Bir kimsede hafi’lik hali galip gelirse, yani hafi olan haslet galip gelirse, o kişi şeriatı gözleyici olur. Yok eğer ruh hasleti galip gelirse o kişi  vahdeti sever, kesretten hoşlanmaz. Eğer nefis hasleti galip gelirse kişide o çokluğu ve muhabbeti sever, ihvanı sever. Kendisine arkadaş arar, kalabalık içerisinde vakit geçirmekten hoşlanır. Kalp hasleti galip gelirse o kişi kalp gibi daima değişici olur, kalbin vazifesi daima değişmektir. Hatta kalbin bir anlamı da değişicidir. Cenabı Hakk’ın celal ve cemal tecellilerine doğru yüz çevirip onları kabullenmektir. Bir kararda durmayıp daima inkılap etmektir. Bir muvahhitte böyle haller olabilir. Onun için arif ve kamil olan kimseler hiç kimsenin hal ve hareketine gönül koymaz. Her tecellinin nereden geldiğini bildiği için gamlanmaz. Mesela ihvanlar da veya efendilerde her hangi bir halin tecellisi zuhur ettiği zaman, kalp sahibi bakar ki, tevhidin hangi unsurundan veya hangi hasletinden o hal onda tecelli etmiştir. Onda hiçbir kusur görmez, zaten kemalatta buradadır.

Cenabı Hakk Kur’an’ı Kerim’inde (Rabbena ma halekte haza batıla) “Ey bizim Rabbimiz sen batıl bir şey yaratmamışsın.” Bu ayeti kerime bizlere her şeyi yerli yerinde kabul etmemizi emri ferman buyuruyor. Onun için gerçeğe erişmiş kimseler kimsenin hal ve harekatına kusur bulmaz. Bütün tecellilerin nereden geldiğini bilir. Her tecelli Cenabı Hakk’ındır. Ama kişilerin istidatlarına göredir.

Her insanın istidatı ne ise ve neyi kabul ediyorsa Cenabı Hakk’ın da tecellisi ona göredir. Bu itibarla bir kişi de  bir tecelli gördüğümüz zaman, o tecelliyi kişinin istidatına nispet etmek icab eder. Bu sebeple de kötü fiilleri de Hakk’a isnat etmemiz doğru olmaz.

(Ve bil kaderi hayri ve şerrihi minallahi teala) diyorsak da bileceğiz ki her şey Cenabı Hakk’ın takdiriyledir.

Taktir diyoruz, kaza diyoruz, acaba bu kaza ve kader hangisi daha öncedir? Halk umumiyetle kaderi önce kaza’yı da sonra olarak kabulleniyor ise de kaza öncedir. Çünkü kazada olanı kader meydana getirir. Şu halde kaza neye diyeceğiz?

Cenabı Hakk’ın zatiyesindeki malumata kaza denir. Peki ilmi zatiyesindeki malumat nedir? Bir fiil Allah’ın kudretiyle vücut bulur. Vücut bulması için de Hakk’ın kudretinin oraya sarf edilmesi lazımdır, işte biz buna kader diyoruz.

Biraz daha açıklık getirecek olursak, bir fiil’in icadına kudreti ilahinin taalluk etmesine kader veya takdir diyoruz.

Bir fiili meydana getiren Cenabı Hakk’ın kudretidir. Bu kudret nereye bağlıdır? Cenabı Hakk’ın iradesine bağlıdır. Ya iradesi nereye bağlıdır? İradesi de ilmine bağlıdır. Ya ilmi?İlmi de kazada olan, Cenabı Hakk’ın zatı ilmindeki malumattır. O malumatta kişilerin istidatlarına bağlıdır.

Demek ki Cenabı Hakk’ın ilmi herkesin istidadını görüyor ve istidadı neyi iktiza ediyorsa onu iradesine veriyor, iradesi kudretine veriyor, kudret de kişilerin istidadında olanı meydana getirmiş oluyor.

Mevzuumuzu kısaca toplayacak olursak kaza önce geliyor. Kaza, Cenabı Hakk’ın zatı ilmindeki malumat idi ki bu da Cenabı Hakk’ın kudretidir.

Böyle olmakla beraber Cenabı Allah herkesin istidadına göre tecelli ediyor. Bunu böylece arif kişiler hiç bir cihetle gamlanmaz. İnsanların gamlanıp kederlenmesi istidatlarını bilmediklerinden ve görmediklerinden ileri geliyor.

Bir kişi ne zaman kendi istidadını görücü olacak ve bütün tecellilerinin kendi istidadından geldiğini anlayacak görecek, o zaman o kimsede gamlanma diye bir şey olmaz. O halde her ihvana gelen tecellilerin kendi istidatlarından geldiğini kabul ederse o ihvandan gam keder zail olur. İnsanların gamlanması kederlenmesi gelen tecellilerin  kendi istidatlarından olduğuna arif olmadıklarından ileri geliyor. Herkes gelen tecellilerin kendi istidadından geldiğini bilselerdi, ortalıktan bu gam keder kalkmış olurdu. 

 KULLUK SOHBETİ (ADEM) 

Kul, Allah olamaz. Fakat, Allah'tan gayrı da değildir. Kul ancak, insaniyetin en yüksek mertebesine çıkabildiği zaman, Allah'ın halifesi olabilir. Zaten, Cenabı Allah kendisini tanıtmak ve bildirmek için meleklerine dedi ki: "Ben yeryüzünde bir halife halk edeceğim." Melekler hemen telaşa düştüler. Nasıl olur? Biz var iken Cenabı Allah bizim üzerimize bir halife halk edecek. Yoksa, biz bu hilafete layık değil miyiz? Diye aralarında çelişkiye düştüler.

Cenabı Allah, meleklerine şöyle hitap etti: (İnni a'lemu mala talemun) "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum." Acele etmeyin, dedi ve Adem'i halk etti. Bütün varlığını, Ademin mazharında tecelli ettirdi. Yani, Cenabı Allah bütün varlıklarını, Adem'in kalıbında göstermiş oldu.

Madem ki Ademe bütün varlıklarını bahşetti. Bu itibarla Adem, Allah'ın gayrısı değildir. Yani, Allah'tan ayrı bir varlık değildir. Fakat, Allah'ta denilemez. Çünkü, Cenabı Hak bu mazharla kendisini örtmüş oluyor.

Bu varlıklar mazhardan göründüğü için bu mazhara Hak demek yanlış olur. Allah demek yanlış olur. Fakat bu mazhardan görünenler de, Hakk'ın gayrısı değildir.

Biz, Allah deyince nasıl bir varlık düşünüyoruz? Allah nasıl bir varlıktır ki, Adem'in mazharında tecelli etmiştir? Cenabı Allah, biz insanları, bunun için halk etmiştir.

Cenabı Allah, ayeti kerimesinde (Vema halaktul cinne vel inse illa liya'budun) "Ben insan ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" buyuruyor. Bunun akabinde Ashabı Kiram Resulullah Efendimize sordular. İbadet nedir Ya Resulullah? İbadet: Allah'ı tevhit etmek ve Allah'ı bilmektir, buyurdular. Bizim, Rabbimizi bilebilmemiz için, Cenabı Allah halifeler halk etti. Halife: Allah'ın vekili demektir.

Madem peygamber Allah'ın vekili olarak kabul edildi. Peygamberlik son bulunca, bu vekaleti kimler devraldı? Peygamberlik bir rütbedir. Çünkü, sorulan soru da bu da vardı. Peygamber nasıl bir varlıktır ki, bir insan ben peygamberim, ben Hakk'ım sözlerini söyleyebiliyor. Bu sözleri söyleyen kişinin söylediklerini ispat etmesi gerekir. Eğer ispat edemiyorsa o yalancıdır.

Peygamberlik bir rütbedir. Bunun sonu vardır. Çünkü, Cenabı Allah Kur'an’ı Keriminde (Ma kane Muhammedün eba ehadin min ricaliküm velakin Resulallahı ve hatemen nebiyyin) "Muhammed hiç bir erkeğin babası olmadı." Erkek evladı olup da yaşamadığından dolayı erkeklerden kimse ona baba diyemedi. Onun için hiçbir erkeğin babası olmadı. "Velakin o Peygamberlerin sonuncusudur." Peygamberlik rütbesi Peygamber Efendimizle son buldu. Peygamber Efendimiz bu alemden geçtikten sonra, Allah'ın vekili olmak, peygambere varis olabilmek kimlere düşer?

Peygambere yakın kim ise, varisleri onlardır. Peygamberliğin yakını velayettir. Yani evliyalardır. Velayeti takına kimselere, evliya denir. Şimdi şu yaşadığımız zamanda peygamber olmadığından evliya olan kişiler, peygamberlerin varisleri ve Allah'ın vekilleridir.

Velayet rütbesinin, evliyalığın sonu yoktur. Dünya durdukça onlar da duracak, evliyalar bulundukça da dünya batmayacak. Böyle kimseler Allah'ın vekili olduklarından, bu zevatlara Allah varlığını bahşetmiştir.

Yalnız, mevzumuzun başında geçtiği gibi, böyle bir veli "Ben Hakk’ım" derse, ispat etmesi lazımdır. Nasıl ki Beyazidi Bestami Hazretleri, müritlerinin huzurunda kendisi cezbeyi Rahmaniye'ye tutuldu. Bu halde iken (Sübhane ma a'zame şani) Yani dedi ki: "Ben kendimi tespih ederim, ne büyük şanım var." Bunu duyan müritleri, şeyhleri kendisine geldiğinde dediler ki: Efendim, çok ağır konuşuyorsunuz. Konuştuklarınız şeriata muhalif. O zaman, o mubarek de dedi ki: Hakikaten, ben böyle bir söz söylediysem, bu sözü söyleyenin katli vaciptir. Eğer, bir daha böyle bir söz söyleyecek olursam beni katledin. Zavallı cahil müritler, ellerine birer hançer alıp, mürşitlerinin dalgın bir zamanını kollamaya başladılar. Vaktaki Beyazidi Bestami Hazretleri cezbeye gelerek, evvelki sözünden büyük bir söz daha söyledi. "Cübbemin içine baktım, Allah'tan başka kimseyi göremedim" Elleri hançerli olan müritler, hançerlerini rasgele mürşitlerinin üzerine saplamaya başladılar. Lakin hançerler batmadı. Kendine gelince müritleri dediler ki: Efendim yine böyle söylediniz. Peki, o zaman beni neden hançerlemediniz? Efendim, hançerledik fakat hançerlerimiz batmadı. Hiç batmaz olur mu? Verin bakalım şu hançeri. Ayağına saplamayla kan sıçradı. Gördünüz mü, dedi. Ama Efendim, biz sapladığımızda hançerler batmadı. Ah evladım, o zaman söyleyen ben değildim. İşte sözünü böylece ispat etmiş oldu.

 MAİDE SOFRASI 

Ashabı, Hz.İsa'ya gelip dediler. Ya İsa, Cenabı Allah senin duanı kabul eder. Ne olursun Rabbine dua et, isteğimizi ilet, bize gökten sofra indirsin. İsa Aleyhisselam, bu kolay, benim dileğimi Allah reddetmez, verir, ama korkarım sonra isyan edersiniz, dedi. Ashabı, etmeyiz Ya İsa dediler. Bu konuşmalar neticesinde Hz.İsa, Cenabı Allah'a dua etti. Cenabı Allah'da, gökten (semadan) (Müfessirler buna iki bulut arasından diyor) üzeri, örtü ile örtülmüş bir sofra indiriyor. Hz.İsa, Bismillah deyip sofranın örtüsünü kaldırıyor. Bakıyor taze kızarmış bir balık, hatta daha yağları sızıyor. Bunun başı ucunda tuz, kuyruk tarafında sirke. Sofrayı bu haliyle gören kavmi; Ya İsa, ne olursun şu balığı bir dirilt de görelim. Bunun üzerine Hz.İsa, balığa, "hareket et" dedi; Balık biraz hareket etti, "yat" dedi gene yattı.Bundan sonra beş yufka ekmeği, her yufkanın üzerinde ayrı ayrı katık. 

     Birinci yufka ekmeğinde yağ,

     İkinci yufka ekmeğinde bal,

     Üçüncü yufka ekmeğinde zeytin,

     Dördüncü yufka ekmeğinde piyaz,

     Beşinci yufka ekmeğinde pastırma var. 

Ne kadar sebze var ise, her birinden ayrı ayrı yemek, yalnız pırasa yok. Sofraya pırasa konmamış. Bundan sonra kavmini sofraya buyur etti. Her biri, ayrı ayrı karınlarını doyurdular. Bu sofra, gün aşırı inmek suretiyle kırk gün devam etmiş. Yani bir gün inmiş, bir gün inmemiş.

Kırk günün sonunda Hz.İsa'ya vahy geliyor. Ya İsa, bu sofradan fakirler yesin, zenginlere verme. Hz.İsa da öyle yaptı. Fakirlere yedirdi, zenginlere vermedi. Yemek verilmeyen zenginler isyan ettiler. "Bu aşikare bir sihirdir" demeleriyle de, Cenabı Allah onları helak etti.

Şimdi de gelelim bunun ledünni anlamına: İki bulut arasından denilmesinin anlamı, hikmeti: Nasıl ki ayeti kerimede (Meracel bahreyni yeltekıyani) "İki deniz arasında bir berzah"  addedilir. İşte bu iki denizden murat, bizim anlayacağımız şekilde biri kamil, biri salik. Bu ikisinin arasında sofra cereyan ediyor. Öyleyse, nedir bu sofra? Bu sofra: Tevhittir, tevhit sofrasıdır. Peki, her sebzeden yemek olduğu halde, pırasayı neden ayırmışlar? Hz.İsa Aleyhisselamdan pırasa men edilmiş, Hz.Musa Aleyhisselamdan keçiboynuzu yasak edilmiş. Bizim Peygamberimizden de soğan ve sarımsak men edilmiş. Çünkü, bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz, "Soğan ve sarımsak yiyenler camimize gelmesin" buyurmuşlardır. Peki bu bitkilerin kusuru nedir ki, böyle men edilmişlerdir.

Hz.Musa'ya keçiboynuzu nasıl yasaklandı? Hz.Musa'ya Cenabı Allah otuz gün oruç tutmasını emretti. Ya Musa, otuzgün oruç tut. Oruçlu ağzınla Turisina'ya  gel, sana bir kitap vereceğim dedi. Musa Aleyhisselam otuz gün orucu tuttuktan sonra, keçi boynuzu ağacından bir misvak yaptı, onunla dişlerini fırçaladı. Akabinde hemen vahy geldi. Ya Musa, sen ne yaptın, oruçlu ağzının kokusunu keçiboynuzuyla mı giderdin. Sen "Benim indimde kulumun oruçlu ağzının kokusundan daha iyi bir koku olmadığını bilmiyor musun?" Öyleyse, şimdi git on gün daha oruç tut, oruçlu ağzınla benim huzuruma gel. Hz.Musa'da öyle yaptı. Oruçlu ağzıyla Turisina'ya, Allah'ın huzuruna vardı. Bu ne demektir? Sakın benim huzuruma gayriyetle gelme. Oruçtan murat ayniyet olmaktır. Allah'la beraber olmaktır. Allah ayrı, sen ayrı şekliyle düşündüğün zaman da, bir gayriyet girdi demektir. Böyle olunca Allah kabul etmiyor. İşte, Musa Aleyhisselama yasak edilmesi bu sebeptendir.

İsa Aleyhisselamdan da pırasanın yasak edilmesi, ayni Musa Aleyhisselamdan keçi boynuzunun yasak edilmesi gibidir. Çünkü, inen sofrada pırasadan gayrı her türlü yemekler var. Yalnız pırasa yok. Onun için pırasa da, keçiboynuzu gibi gayriyeti temsil eder. Bu ne demektir? Her tecellinin Hak'tan olduğunu bilmektir. Gelen tecellilerin bir tanesini dahi gayriden kabul ettin mi, tevhit sofrasına pırasa yemeği girmiş olur.

Şimdi gelelim beş yufka ekmeği ile üzerindeki katıklara ve her yufkanın üzerindeki katıkların değişik olmasına. Beş yufka ekmeği denilmesinin hikmeti: İnsanların vücudu, dört anasırdan yapılmıştır. Manevi vücudumuz da beş hasletten müteşekkildir. Fehmi Efendi Hazretlerinin bir sözü vardır. 

     Surette dört terkibim

     Sirette hem beştenim

     Ol vücudu cevherim

     Hakka etti inkilap 

Yani benim suret vücudum dört terkiple yapılmış, manevi vücudum ise beş hasletledir. Fakat bu Hakk'a etti inkılap demek; O vücut Allah'a dönüştü, vücut Hakk'ın vücudu olduğu için, yine ona döndü demektir. Bu bahsedilen dört anasır ise, ateş, hava, su, toprak. İnsanda da bu unsurların hangisi galip gelirse, insanın meyli o tarafa çevrilir.

Vücudunda ateş galip gelen bir kişi hırslı olur, celalli olur. Eğer vücutta hava unsuru galip gelirse o kimse aynı hava gibi olur, gelir geçer. Bir an sakin, bakarsın biraz sonra değişmiş. Toprak unsuru galip gelen kimse, halim, yani yumuşak olur. Toprak nasıl her şeyi kabul ediyorsa, bu insan da yumuşaklığından dolayı, Allah'ın tecellilerini reddetmez, kabullenir. Eğer, su unsuru galip gelirse, o kişi alim olur, bilgin olur.

Gelelim şimdi manevi vücuttaki hasletlere: Beş yufka ekmeği, beş manevi vücudun misalleri dedik. Peki, bunların üzerindeki katıklar ne olabilir? Neydi bu manevi vücudun beş hasleti;    

     1) Hafi

     2) Ruh

     3) Nefis

     4) Kalp

     5) Sır 

Hafi; zattır. Görünmezlikte olan zattır. Bunların her birinin sevdikleri, o üzerindeki katıklar, o hasletlerin sevdikleridir. Mesela, ilk yufka ekmeğinde ne var idi? Yağ var idi. İşte bu hafidir. Başta da söylediğimiz gibi, Hafi denilen zattır. Bir kişinin manevi vücudunda hafilik galip gelirse, o kimse şeriatı sever, şeriatı gözetir. Şeriata zerre kadar leke gelmesini istemez.

İkincisi Ruhtur. Ruh ise vahdeti sever, birliği sever, ikilikte olmayı hiç istemez. Onun için bazı kişilerde böyle haller görülür. Kimsenin yanına yanaşmaz, hep yalnız başına kalmayı tercih eder.

Üçüncüsü ise nefistir. Eğer kişide bu nefis hasleti gelip gelirse, o insan kalabalığı sever, ihvan topluluğuna girmek ister, sohbet dinlemek ister. Ama bu kalabalık, onun için zararlı bir kalabalık değildir. Nefis dediğimiz, emmareyle, levvameyle sıfatlanmış bir nefis değil, Kur'an’ı Kerimde Cenabı Allah şöyle hitap ediyor (Ya eyyetuhen nefsül mutmainne,ircii ila Rabbiki raziyeten merziyye) İşte bu nefis mutmain olmuş, raziye, marziye olmuş bir nefistir. Onun için bunlar kesreti sever ama, bu kesret, birliğin kesretidir. Vahdetin kesretidir. Onun için, bu kesret kişiye zarar getirmiyor.

Dördüncüsü ise kalptir. Kalp, inkılaptan gelir. Dördüncü yufka ekmeğinin üzerinde ne vardı? Piyaz var idi. Piyaz nasıl bir yemektir? İçerisine çeşitli maddeler karıştırılmak suretiyle meydana gelen yemeğe piyaz denir. Kalp de piyazın çeşitli maddelerden meydana gelmesi misali, her türlü tecellileri kabul eder, hiç birisini reddetmez.

Beşincisi pastırmadır, pastırmaya da sır deniliyor. Pastırma etten müteşekkildir. İnsan da, o makam eriştiği zaman insan gibi görünür ama, o insanın bütün kokacak tarafı çıkmış, paklanmış, terbiye olmuş, bu duruma gelen et senelerce de dursa kokmaz. İşte, insan da bu mertebeye erişince olgun bir insan olmuş olur. Artık bu duruma gelen bir insan için korku kalmaz ve ona hiçbir şeyden zarar gelmez.

Demek ki, İsa Aleyhisselama inen sofra, tevhit sofrası imiş. Bu maide sofrasını ehli tevhit her zaman kuruyorlar. İşte, ihvanların toplanıp, bir araya gelip tevhit sohbeti yapmaları, Hz.İsa'nın maide sofrasının aynısıdır. Peki, neden bu sofradan fakirler yesin de, zenginler yemesin dedi? Çünkü bu sofradan ancak fakirler faydalanabilir. Bu sofrada, tevhit konuşuluyor, birlik konuşuluyor. Bu birliği kabul etmek için, kişinin yok olması lazımdır. Varlıkla tevhit olmaz. Tevhit nedir? Birlemektir. Birlemek nasıl olur? Bir salik, Cenabı Allah'ı nasıl birleyebilir? Eğer, insanın hem kendisi var, hem de bütün alemler var ise, nasıl olur da Allah'ı birleyebilir? Nasıl ki ayeti kerimede (Küllü men aleyhe fanin veyebka vechü rabbike zülcelali velikram) "Küll" diyor. Yerde ve gökte gözün gördüğü neler var ise, bunların tümü yoktur. Fanidir diyor. Fani olacak değil, fanidir yoktur diyor. "Veyabka" baki olan neymiş? (Vechü Rabbike zülcelali velikram) Rabbimizin ekrem ve celal yüzü bakidir. Ne zaman bunu kendi nefsimizde tahakkuk ettireceğiz, bunu nefsimize tattıracağız, kendimizin ve bütün alemlerin hiçbir varlığı olmadığını, yalnız Hakk'ın var olduğunu kabul edersek, işte o zaman tevhit etmiş oluruz.

Bütün varlıklar Hakk'ın olunca bize ne kaldı? Yokluk kaldı, fakirlik kaldı. Onun için Kur'an’ı Kerimde bir ayeti kerimede geçiyor. (Ya eyyuhennas ve entümül fukara vallahu ganiul hamit) "Ey insanlar siz fakirsiniz. Zengin olan, hamd'a, övülmeye layık olan Allah'tır." Tüm varlıklar Hakk'ın olunca bize ne kalır? Fakirlik. İşte tevhit böyle olur. Onun için dendi bu sofradan fakirler yesin, zenginlere verme, çünkü zenginlerin kendi variyetleri duruyor. Verme demesi, onlar bu sofradan nasip alamazlar. Nasip almaları zevk ve irfaniyettir. Variyetleri dururken nasıl zevk alabilirler? Ama kendi benliklerinden çıkmış, fakir kalmış olanlar bu sofradan yiyebildikleri kadar yiyebilirler. Ondan (Hz.İsa'dan) önce tevhit yok muydu? Vardı, vardı ama, Halil İbrahim Peygamber tevhidi kendisi buldu. Bizlere tevhit tarif ediliyor, bildiriliyor. İbrahim Aleyhisselam'a bir peygamber gelip bildirmedi.

İbrahim Aleyhisselamın hikayesi şöyle geçiyor:

Nasıl Musa Aleyhisselam zamanında müneccimler, şu ayda ana rahmine Beni İsrailden bir oğlan düşecek, senin katlin onun elinden olacak diye haber verdiler. Bu haber üzerine Firavun bütün İsraillileri topladı, dedi: Benim misafirimsiniz. Burada yatıp kalkacaksınız. Bunların başına da, Musa Aleyhisselamın babası İmran'ı seçti. Sana itimadım sonsuzdur, sen bunlara nezaret et, hiçbir kimseyi evine salma diye sıkıca tembihte bulundu. Musa Aleyhisselam'ın babası bunlara nezaret ederken, Allah'ın hikmeti,(mutlaka vucut bulacak) Allah'ın emrini kim reddedebilir? Allah bunu taktir etmiş. Vakti saati geldi mi yerini bulacak, mutlaka vucut bulacak, İmran'ın ailesi evinde duramayıp kalktı, bunların misafir oldukları dergaha geldi. Müneccimler çocuğun ana rahmine düştüğünü bu olay üzerine hemen hissettiler ve sabah Firavuna haber verdiler. Korktuğun çocuk ana rahmine düştü dediler.

Gördüğünüz gibi ne kadar bilginler varmış! Bu haberden sonra her kapıya bir nöbetçi bırakıldı. Doğan çocuklar oğlan olunca nöbetçiler öldürdüler. Kız oldu mu bıraktılar. Musa Aleyhisselam'ın niyetiyle, Musa Aleyhisselam dır diye, yetmiş bin oğlan katlettiler. Bu sebepten Cenabı Allah Musa Aleyhisselama yetmiş bin kişinin kuvvetini verdi. Hani o Medyen'e gidip de koca taşı kaldırması, Şuayb Aleyhisselam'ın kızlarının koyunlarını sulaması da bunun birer örneğidir. Şimdi bu konu burada kalsın. Biz esas konumuza dönelim.

İbrahim Aleyhisselam'ın da düşmanı Nemrut idi. Nemrut'a da aynı şekilde haber verdiler. O da nöbetçiler bıraktı. Fakat İbrahim Aleyhisselam'ın annesi, O'na hamile kaldığında, diğer kadınlar gibi yüklülüğü belirmemiş, kimse hamile olduğunu anlıyamamış. Oğlunu dünyaya getirme zamanı gelince, İbrahim Aleyhisselam'ı bir mağarada dünyaya getirdi.      İbrahim Aleyhisselam biraz büyüyünce gece vakti emekleyerek mağaranın ağzına geldi, bir yıldız gördü, "haza Rabbi" dedi. İşte bu benim Rabbim’dir. Baktı ki yıldız dolandı. Arkadan ay doğdu. Bu yıldızdan da büyük, "İşte olsa olsa benim Rabbim budur" dedi. O da dolandı. Sabah oldu, Güneş doğunca "ha" dedi, "bu hepsinin büyüğü, olsa olsa benim Rabbim budur." O da dolanınca, "Böyle dolanan şeyler Rab olmaz." "Bir Rab var ki diyor, bütün bu görünenleri ve bizi de halk eden odur."

Zamanla İbrahim Aleyhisselam büyüdü. Bu arada Nemrut, İbrahim Aleyhisselamın varlığını unuttu. Bir gün annesi İbrahim Aleyhisselam'ı mağaradan çıkardı, eve getirirken, annesine sordu. Anne benim Rabbim kim? Baban dedi, ya babamın? Nemrut dedi. Ya Nemrut'un? Annesi, o kadar ileri gitme! Yok anne böyle aldatıcı şeyler Rab olamaz. Bir Allah var ki bütün alemi yaratmıştır. İşte İbrahim Aleyhisselam Allah'ı kendiliğinden buldu. Bunun için ona Tevhit Babası dediler.

Peygamber Efendimiz Miraç'tan dönerken bir yerde Halil İbrahim Peygamberle karşılaştı, selamlaştıktan sonra, İbrahim Aleyhisselam, Ya Muhammed, bak şu boşluğu görüyor musun? Evet, görüyorum dedi. Bütün bu gördüğün boşluklar Cennet yerleridir. Ama ne bir dikili ağacı var ne de akarsuları. Haydi ümmetine benden selam söyle. Şu tespihe çok devam etsinler, o zaman hem ağaçları dikilir, hem akarsuları olur. (Subhanallahi Velhamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber) Peki, şimdi biz bu tespihe devam edersek, acaba orada ağaçlarımız dikilir, akarsularımız olur mu? Olmaz! Öyleyse bu sözler neyi ifade eder? Subhanallah, tenzihtir. Elhamdülilah, teşbihtir. Velailahe illallahu vallahu ekber, tevhittir. Yani, benden ümmetine selam söyle, Allah'ı tenzih ve teşbih ettikten sonra tevhit etsinler ki, burada hem ağaçları dikilmiş olur, hem akarsuları. Buradan anlaşılıyor ki İbrahim Aleyhisselam Peygamber Efendimize, Allah'ı tevhit etsinler diye bir işaret vermiştir. Çünkü tevhit etmek için evvela tenzih ve teşbih yapmak lazımdır.

Tenzih: Allah'ı hiçbir şeye benzetmemek. Teşbih: Onu benzetmektir. Daha önceki sohbetlerimizde bu konular geçti, tekrarına lüzum yok. Konumuz ne idi? İbrahim Aleyhisselamın Tevhit Babası oluşunun nedeni. Yoksa, tevhit ondan önceki Peygamberlerde de vardı. Her peygamberi yetiştiren bir peygamber olmasına rağmen, İbrahim Aleyhisselamı yetiştiren bir peygamber olmadığı için kendiliğinden Tevhidi buldu. İşte Tevhit Babası olmasının hikmeti bu olmuş oluyor. 

MAKAMAT “SIDKIYYET” 

Soru- Hazreti Ebu Bekir’in Peygamber Efendimize karşı olan Sıdkıyyeti neden en büyük makamdır?

Sıdkıyyet: Makamatı tevhidi tahsil edip bitiren kimselerin yeridir. Buna tevhit makamlarında Cem’ül Cem derler. Salik için ondan ileri bir makam yoktur. Tevhit makamından sonra o salikler için dört rütbe vardır. Bu rütbe o makam sahiplerine batın tarafından verilir. Bu rütbeler sırasıyla şunlardır. 

     1-Velayet

     2-Sıdkıyyet

     3-Karabet

    4-Nübüvvet 

Bu rütbeler nelerdir? Halleri nasıldır? Eğer bir salik bu rütbelerin haliyle hallenirse o makamlara, mertebelere eriştiği belli olur. Onun için her şeyde hal aranır.

Velayetin iki hali vardır. Bir hali Hak’la, bir hali de halkla olmaktır. Hal sahibi Hak ile olduğu zamanda keşfi artar, görüşü artar. Halkla olduğu zamanda mahcubiyeti artar. Demek ki velayetin iki hali vardır. Hem Hak’la olmak, hem de halkla olmak.

Sıdkıyyette ise tek yön vardır. Onlar hiç halkla olmazlar, Hep Hak’la olurlar.

Onların mazharında Hak’tan gayrı olmaz. Onlar hiç halk görmez. Bu makam da bazı veliler söz söylemişler. Beyazid’i Bestami Hazretleri: “Ben otuz senedir Hak’la konuşuyorum, halk zannediyor ben kendileriyle konuşuyorum.” Bu, sıdkıyyetin halidir. Bir kişide sıdkıyyet hali tecelli ederse, o halk göremez, eşya göremez hep gördüğü Hak’tır. İşte sıdkıyyetin hali budur.

Karabete gelince, karabet: Kurbiyyet demektir. Kurbiyyet ise Allah’a yakınlıktır. Velayet sahipleri gibi bunda da iki hal vardır. Bunlar kah Hak’la olur, kah halkla olur. İster Hak’la olsunlar, ister halkla olsunlar hiçbir zaman mahcubiyetleri olmaz. Hak’la olduğu zaman keşfi nasıl ise halkla olduğu zaman da aynı keşfi muhafaza eder. Bu mertebede gerek velayetten gerekse sıdkıyyetten daha üstün bir mertebededir.

Bundan sonra bir mertebe daha vardır. O da Nübüvvettir. Buna vahy gelir. Bundan önce saydığımız mertebe sahiplerine ilham gelir. Nübüvvetin bu mertebelerde farkı, Vahy gelmesidir. Bu nübüvvetten, daha üstün, daha büyük bir makam yoktur. Bu rütbelerde de makamların tecellileri vardır. Velayette fena makamlarından bir kişi veli olur, hatta, bunu sıfatuyyun ve zatuyyun diye tabir ederler. Bir salik Tevhidi Ef’al ve Tevhidi Sıfat makamlarını alıp zevk etti mi Sıfatuyyun olur. Makamı Zata süluk edip de Makamı Zatı zevk etti  mi Zatıyyun olur. Makamı Cem’de Sıdkıyyeti giyer. Hazretül Cem’de Karabeti giyer. Cemül cemden sonra eğer iktidarı varsa oradan da Nebiler seçilir. 

MEVLİT KANDİLİ 

Bu gece Peygamber Efendimizin Darul Beka’dan Darul-Fena’ya vücudu unsuriyesiyle teşrif ettikleri bir gecedir. Bu mübarek gece cümlemize hayırlı olsun.

Peygamber Efendimiz her ne kadar bu unsuri vücuduyla dünyamıza, Rebiül-Evvel ayının on ikinci gecesi teşrif buyurmuşlarsa da, yine kendileri bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar. (Küntü nebiyyen ve Ademü beynel mai vettiyni) “Adem su ile toprak arasında iken ben Nebi idim.”

Şimdi burada kendiliğinden bir soru çıkıyor. Madem ki o, Adem su ile toprak arasında iken Nebi idi, o halde kimlere peygamberlik yaptı? Çünkü daha henüz Adem yok, insan da yok.

Peygamber Efendimiz yine bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar. Bu alemden Adem’den evvel yüz bin Adem’ler geçti. Şu halde şu yüz bin Adem’lere Peygamberlik yapmış olduğu anlaşılıyor. Bu her ne kadar hadisi şerif ise de ravisi yani şahidi bir kişi olduğu için, hadisçiler bunu hadis kitaplarına almıyor. Halbuki  Muhiddin Arabi Hazretleri alemi manasın da bir gece Beyti Şerifi tavaf ederken ruhani bir zat geldi ve o zat dedi ki. Biz de sizin gibi bu Beyti çok tavaf ettik. O zaman Muhiddin Arabi Hazretleri dedi ki: Sen kimlerdensin? Ecdadındanım, peki sen bu alemden geçeli ne kadar zaman oldu? Kırk bin sene oldu diyor. Ya öyleyse sen Adem’in halkıyetini bilirsin, biraz bana Adem’den bahseder misin? deyice o zat, sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Size yakın olan Adem’den mi, yoksa uzak olan Adem’den mi? der.

İşte Muhiddin Arabi Hazretleri bu vesile ile hadisin doğru olduğunu idrak etmiş oluyor.

Demek ki Peygamber Efendimiz daha önceden de vardı, ama cismaniyetiyle değil. Çünkü bir hadisi şeriflerinde buyuruyor. (Evvele ma halakallahu nuri) ve yine tekrar ediyor. (Evvele ma halakallahu ruhi) Hatta ashabtan Cabir Radiyallahu Anh Hazretleri bir gün kendisine sordular. Ya Resulallah ilk yarattıkları nedir? Peygamber Efendimiz buyurdular ki (Evvele ma halakallahu ruha Nebiyyen ya Cabir) “Allah evvela Peygamber’inin ruhunu halk etti, ey Cabir” işte buna Külli Ruh yani bütün ruhların toplamı denildi.

Külli olan bu ruh evvela yeryüzüne nüzul ediyor, burada toprak ismini alıyor. Toprak ismini alan ruha cemadi ruh denildi. Bundan sonra Nebat’a intikal etti burada da Ruhi Nebati ismini aldı. Ondan sonra hayvana intikal etti Ruhi Hayvani ismini aldı. Bilahare dördüncü tecellide insana intikal etti, insana intikal etmesiyle insan şeklini aldı. Buna da Ruhi İnsani denildi.

İşte bu suretle peygamber Efendimiz bu kainatın başlangıcı olmuş oluyor.

Peygamber Efendimizin cismaniyetiyle  aleme gelişi. Bin dört yüz küsur sene evvel babası Abdullah annesi Amine’den, Mekke şehrinde zuhura gelip Mevlit Kandili diye tabir ettiğimiz bu mübarek gecede dünyamızı nurlandırmıştır.

Demek ki Peygamber Efendimiz vücuduyla bin dört yüz küsur sene evvel zuhura gelmişse dahi, ruhaniyetiyle bu alemin başlangıcıdır. Bir hadisi kutsi de buyuruyor (Levlake levlak lema halaktül eflak) “Ey Habibim sen olmasaydın, sen olmasaydın bu kainatı halk etmezdim.” Hal böyle iken nasıl olur da o kainatın çekirdeği iken bu alemden gider ve bu alem onsuz kalır? Öyle ise onun yalnız unsuri olan vücudu bu alemden kayboldu, yoksa onun Nurani veya Ruhani vücudu bu alemden gitmiş değildir. Her an bu dünyada hayattadır ve dolaşmaktadır, ancak onu ehlileri görür ve bilirler. Ehli olmayanların gözlerinden kaybolmuştur.

Onun için bu gece Mevlit Kandili olarak kabul edildiğinden çok yerlerde Mevlüd-ü Şerif okurlar. Peygamber Efendimizin medhü senasını yaparlar.

Halbuki bu geceden murat, bir kimsenin Muhammedi olmasıdır. Çünkü bu aleme mutaber din olarak üç din gelmiştir. 

     1-Musevi dini

     2-İsevi dini

     3-Muhammedi dini 

Bazıları şöyle derler. Bir insanın Muhammedi olabilmesi için evvela Yahudi, sonra Hristiyan, olması gerekir, bu yanlıştır. Bir insanın Muhammedi olabilmesi için Yahudi ve Hristiyan mı olması gerekir? Hayır.

Peygamber Efendimiz Miraç’tan dönerken altıncı semada İbrahim Aleyhisselam’la karşılaştılar, selamlaştılar İbrahim Aleyhisselam dedi ki, Ya Muhammed bak şu boşluğu görüyor musun? Evet görüyorum dedi, öyle bir boşluk ki sonu nihayeti yok. İşte o gördüğün boşluklar cennet yerleridir. Velakin dikkatle bak, ne dikilmiş bir ağacı var ne de akarsuları var. Haydi benden ümmetine selam söyle şu tespihte çok devam etsinler. (Sübhanallahi velhamdulillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber) demeleriyle hem ağaçları dikilmiş, hem de akarsuları olmuş olur. Peki bu sözleri söylemekle, bu tespihi çekmekle acaba ağaçlarımız dikilir, akarsularımız olur mu?

Bu sözlerin bizlere getirdiği manayı anlamak ve uygulamakla hem ağaçlarımız dikilmiş, hem de akarsularımız olmuş olur.

Peki bu (Sübhanallahi velhamdulillahi vele ilahe illallahu vallahu ekber) sözleri bizlere ne anlatmak istiyor? 

     Sübhanallah-Tenzihtir

     Elhamdulillahi-Teşbihtir

     Vela ilahe illallahu vallahu ekber ise Tevhittir 

Bu itibarla Musa Aleyhisselam kendisi Teşbih de idi, kavmi ise Tenzih etti. Yani kavmi Musa Aleyhisselama uymadılar.

İsa Aleyhisselam ise Makamı Tenzihte olup kavmi kendisinin aksine Teşbih etti.

Burada Musa Aleyhisselam Rabbını teşbih ederken, kavmi neden tenzih etti? Musa aleyhisselam malum olduğu üzere Şuayip Aleyhisselama on sene hizmet etti. Halk arasında çobanlık etti deniliyor. Bu mevzu Kur’an’ı Kerim’de geçiyor.

Şuayip Aleyhisselama kavuştuğu zaman o, Musa Aleyhisselama dedi ki: Sekiz sene benden hizmet edersen, hatta buna iki sene daha ilave edersen memnun olurum. Bunun üzerine Musa Aleyhisselam on sene hizmetini tamamladı. Şuayip Aleyhisselam onu gerekli şekilde yetiştirdi. Musa Aleyhisselam tam manasıyla olgunlaştıktan sonra Şuayip aleyhisselam’dan Mısıra dönmek üzere izin istedi. Dönüş esnasında soğuk bir hava ile karşılaşınca ateş yakma ihtiyacı hissetti. Bu arada uzak bir yerde ateş gördü, dedi ki: Bu bizim çobanların ateşidir. Ateşi takip ederek yanına geldi, baktı ateş bir ağacın tepesinde yanıyor. Biraz daha yaklaşınca ateşten bir seda geldi. “Ya Musa nalınlarını çıkar ve öylece bu mukaddes vadiye yaklaş, ben alemlerin Rabbi olan Allah’ım” dedi. İşte Musa Aleyhisselam bu vesile ile Allah’ı ateşe benzetti. Teşbih benzetmek anlamına gelir.

Cenabı Allah Musa Aleyhisselama otuz gün oruç emretti. Orucunu tamamla oruçlu ağzınla huzuruma gel, sana bir kitap vereceğim dedi. Musa Aleyhisselam otuz gün orucu tamamladıktan sonra, akşamüzeri keçi boynuzu ağacından misvak yapıp dişlerini fırçaladı, o anda vahy geldi: Ya Musa sen ne yaptın oruçlu ağzının kokusunu keçi boynuzuyla mı giderdin? Sen benim katımda kulumun oruçlu ağzının kokusunun en iyi koku olduğunu bilmiyor musun? Şimdi on gün daha oruç tut oruçlu ağzınla huzuruma gel. On gün daha oruç tuttu ve kavmine dedi ki: Ey kavmim ben Turisina’ya gideceğim, Rabbim bana orada bir kitap verecek, o kitapta ne yazıyorsa ona göre hareket edeceğim. O zaman kavmi: Ey Musa, bu kitabın Rabbin tarafından verileceğine nasıl inanalım. Belki sen kitabı kendin yazarsın? Öyle ise benimde güvendiğim kişilerden beş on kişi gönderin şahit olsunlar, dedi. Böylece seçtikleri kimselerle beraber Turisina’ya yürüdüler. Tam menzile yaklaştılar. Cenabı Hak Musa Aleyhisselame dedi ki: Ey Musa hani kavmin? Arkamdan geliyorlar Yarabbi. Peki seni böyle ileri yani önden gelmene acele ettiren sebep nedir? Yarabbi benden razı olman için acele ettim dedi. Ya Musa ben senin kavmine fitne verdim. Samiri, onları şaşırttı. Musa Aleyhisselam Rabbiyle konuşurken kavmi bu konuşmaları duydu ve dediler: Ya Musa, gerçi siz konuşuyorsunuz ama bu konuşmalar sizin konuşmalarınız, Allah’ın kelamı değil biz bunu Allah’ın kelamından Tenzih ederiz. İşte bu vesile ile kavmi tenzih etti. Bu mesele daha uzayacak şimdi bunu bırakalım da İsa Aleyhisselam’a gelelim.

İsa Aleyhisselam tenzihte iken, kavmi kendisini teşbih etti. Bu husus da Kur’an’ı Kerim’de bir ayeti kerimede şöyle buyuruluyor. “Ey İsa kavmine sen mi söyledin sana Allah desinler veya Allah’ın oğlu desinler.” “Haşa Rabbi sen benim nefsimi bilirsin, ben senin nefsini bilemem” dedi. Görüldüğü gibi burada, Allah’a nefis gösteriliyor. Allah’ın nefsi nasıl olur? Nefis neye diyeceğiz? Tek olan varlığı çoğaltan şeye nefis denir. Cenabı Allah tek bir zat iken sıfatlarıyla çoğalmış oluyor. Bu itibarla, Allah’ın nefsi sıfatları olmuş oluyor.

Şimdi de Muhammedi olabilmemiz için ne yapmamız gerektiğine gelelim. Muhammedi olabilmek için Cenabı Hakk’ı hem tenzih hem teşbih etmemiz ve bilihare tevhit etmemiz gerekir ki Muhammedi olmuş olalım. Yoksa bu gece Peygamber Efendimizin doğumu vesilesiyle okunan mevlitler sayesinde kendimizi Muhammedi olmuş saymayalım. Muhammedi olabilmek için Allah’ı evvela tenzih ve teşbih ettikten sonra, tevhit edebilirsek o zaman Muhammedi olmuş oluruz. Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde buna delil olarak şu ayeti kerimeyi gösteriyor. (Leyse kemislihi şey’un vehüvessemi’ul basir) Bu ayeti kerime tenzihle başlıyor, teşbihle bitiyor. (Leyse kemislihi Şey’un) tenzihtir. Genelde ehli zahir tenzih yapıyorlar da teşbihe yanaşmıyorlar. Allah hiçbir şeye benzemez deyip benzerliğinden kaçınıyorlar. Bu durumda ki bir insan Muhammedi olamıyor. Muhammedi olabilmek için tenzih ve teşbih yaptıktan sonra tevhit edecek ki Muhammedi olabilsin.

Bu itibarla Musa Aleyhisselam’ın dini teşbih, İsa Aleyhisselam’ın dini ise tenzih dinidir.

Büyüklerimiz, bu adları geçen tenzih, teşbih ve tevhit hakkında şöyle buyurmuşlardır. Bir insanın Muhammedi olabilmesi için İlmin üç mertebesin de arif olması gerekir.

Peki bu ilmin üç mertebesi nelerdir? 

     1-İlmel Yakin

     2-Aynel Yakin

     3-Hakkal Yakin 

Bir kimse Allah’ı İlmel yakin bilse İlmel yakine vasıl olmuş olur. Ama daha tam kemalli değildir. Peki bir insanın mertebeleri nasıl tamamlanır? Bu hususu Niyazi Mısri Hazretleri açıklamış. 

     Mürşid gerektir bildire

     Hakkı sana Hakkal yakin 

Buradan da anlaşılacağı üzere bir salik mürşit sayesinde, İlmel yakin’den Aynel yakine, Aynel yakin’den Hakkal yakine erişebilirse o zaman Muhammedi olmuş olur.

Peki bunların anlamları nedir? Bir kişinin İlmel yakin’e eriştiği neyle anlaşılır? Nasıl bilinir?

İlmel yakin’in iki yolu vardır. Bir yolu tenzih, diğer yolu teşbih. Bu itibarla bir kişi Allah’ı tenzih ve teşbih ediyorsa o zaman İlmel yakin’e yaklaşmış olur.

Bundan sonra Aynel yakin gelir. Aynel yakin’in ise üç mertebesi vardır. Ehlullah diliyle bu üç mertebeye Fena Fillah yani “Allah’ta yok olmak” denilmektedir. Bir insan Allah’ta yok olduğu zaman Aynel yakin’e erişmiş olur.

Hakkal yakin ise dört mertebedir. Bu dört mertebeye Ehlullah dilinde Bekabillah denilmektedir. Yani Allah’ta Allah’la var olmaktır. İşte böylece bu mertebeleri zevk eden bir kişi Muhammedi olmuş olur.

Cenabı Allah, cümlemizi bu mertebeleri nasip edip bizleri Muhammedi sınıfına dahil etsin. (AMİN) 

MEVTANIN ARKASINDAN OKUTULAN MEVLİT VE KUR'AN HAKKINDA Kİ SOHBET 

Efendi Hazretlerinin, mevtanın arkasından okutulan mevlit ve Kur'an hakkındaki bir soruya verdiği cevabı:

Bu bir görenektir. Her ne kadar, bu Mevlide sebep o mevta ise de, sevabı okutanadır.

Sen, herhangi bir hayır yaptığın zaman, senden sonra evlatların bunu görürler. Babam şöyle hayırlar, böyle mevlitler, Kur'anlar okutuyordu derler. Babasından gördüğü için o da okutur. Fakat sevabı kendinedir. Eğer senin baban böyle hayırlar yapmasaydı, mevlitler, Kur'anlar okutmasaydı, o zaman sen de yapmazdın. Sen yaptığın zaman da evlatların görüyor onlar da yapıyor, bu sebeple, herkesin yapmış olduğu kendinedir.

Hatta, memlekette bir ihvan bir gece mevlit okutuyor. Diğer ihvanlar soruyorlar. Bu mevlidi kime okutuyorsun, kendime, diyor. Ve o gece sabah karşı ölüyor, esas mevlit kendine olmuş oluyor.

Aynı şekilde Fatiha’yı Şerif içinde soruluyor, mürşidi kamilin teveccühe girdiğimiz zaman dersin bitiminde kamilimiz Resulullah Efendimizin ruhuna üç ihlas, bir Fatiha okuyalım diyor. Buna cevap:

Bu, şer'i yöndendir. Gerek namazların, gerek se derslerin sonunda yani teveccühten sonra, Peygamber Efendimizin Ruhuna okunan Fatihalarla ondan imdat istemiş oluyoruz. Peygamber Efendimiz, Cenabı Allah'ın en yakını ve sevgilisi olduğu için, Peygamber Efendimiz de gönderilen bu hediyeden elbette memnun olur. Yoksa onun ihtiyacı yok, bizim ihtiyacımız var.

Bu hediye kendisine ulaşınca, o da Cenabı Allah'a karşı niyaz eder. Yarabbi, şu bana hediye gönderen kulunun günahlarını affet. Bu sebeple, bunu sırf kendimiz için yapmış oluyoruz. Bize karşı Resulullah Efendimizin bir sevgisi hasıl olsun da, dolayısıyla bize şefaat etsin. Onun şefaati ise, Allah'a dua etmesidir.

Cenabı Allah, Peygamber Efendimizin ruhuna hediye gönderdiği kulun günahlarını affedecek. Nitekim bir gün müşrikler demişler. Gidelim Muhammedin kapısına dinleyelim bakalım neler konuşuyor? Onların dinlediği esnada Resulullah Efendimiz, Allah sevgisinden bahsediyormuş, bunlar dinlemişler, dinlemişler en sonunda; Ya Muhammed, sen Allah sevgisinden bahsediyorsun. Biz de Allah'ı seviyoruz. Cebrail Aleyhisselam kapı arkasında hazırmış, hemen vahy getiriyor. (Kul in küntüm tuhibbunallahe fettebiuni yuhbibkümullahu) "Habibim, sen onlara de, siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz. Bana tabi olursanız, Allah'ta sizi sever ve geçmiş günahlarınızı bağışlar." Niçin Peygamber Efendimize salavatı şerife gönderiyor muşuz? Ona olan sevgimizden dolayı, eğer biz onu seversek Allah'ta bizi sever. Yoksa, doğrudan doğruya Allah'ın Resulunü sevmeyip de Allah'ı seversek, Allah o sevgiyi kabul etmez. Peygamber Efendimiz bunun için "Siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun" dedi. İşte bu yönden, ona Fatiha’yı Şerif gönderiyoruz.

Sevgimizi gerçekten ona verirsek, Cenabı Allah bizim gönderdiğimiz iyiliği ona kavuşturur. O da bizim için şefaat talep eder. Tabii, bu şer'i yöndedir. Hakikatte, o bizden ayrı değil, biz ondan ayrı değiliz. Gerçi hakikatte duaya da ihtiyacı yok, ama, dua arifin tenezzülüdür. Yoksa arif için, birliğe, gerçeğe ulaşan için, dua icap etmez. Fakat; arif tenezzüle iner tenezzülünden dolayı da Allah'a dua ve niyaz eder. Niçin? Arif olmayanların da arif olabilmeleri için dua eder.

MİRAÇ KANDİLİ (1) 

Bu gün 30 mayıs 1981 Cumartesiyi Pazara bağlayan gece, Recep ayının 26 sını 27 ye bağlayan gece. Miraç gecesini idrak etmiş bulunuyoruz. Cenabı Allah cümlemizi bu mübarek geceyi hakkıyla idrak eden kullarından eylesin. (Amin)

Muhteren kardeşlerim, içinde bulunduğumuz Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaib gecesi idi. Regaib: Rabetten gelir. Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde Resulallah Efendimize buyuruyor. (Elemneşrah leke sadrake veveda’na anke vizrake..) “Biz senin sadrını yarmadık mı? Senin belini büken yükünü indirmedik mi? Senin zikrini yükseltmedik mi? Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Tahkik her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Her türlü eğlence ve oyunlardan feragat et, Rabbına rağbet et.”

Bu ayeti kerimeler, Peygamber Efendimizin Miracının hazırlığıdır. Böyle hazırlandıktan sonra, Cenabı Allah Cebrail Aleyhisselam ile cennetten bir burak gönderdi. Böylece Peygamber Efendimiz Receb’i Şerifin 27. Gecesi miracına başlamış oluyor.

Bu Miraç, bilindiği üzere Cebrail Aleyhisselam ile olmuş oluyor. Kur’an’ı Kerim de İsra suresinin birinci ayetinde şöyle buyuruluyor. (Subhanellezi esra biabdihi leylen minel mescidil harami ilel mescidil aksa) Cenabı Hak Teala Hazretleri kulunu bir gecede İsra’ya çıkardı. (İsra gece yolculuğu demektir) Yani Mescid’i Haram’dan, Mescid’i Aksa’ya getirdi. O, oradan yedi kat gökleri, kürsü, arşı aşıp yeri göğü olmayan bir boşlukta Rabbiyle müşerref oldu.

Bunu gerek Mevlüdü Şerif, gerekse kitaplar uzun boylu anlatmışlardır. Onun için bunu tekrar etmeye lüzum görmüyorum. Velhasıl Peygamber Efendimizin Miraç’tan avdetinde ashap sordular.

Ya Resulallah, “Rabbimiz tarafından bize ne hediye getirdin?”

Ey Ashabım Rabbimden size üç hediye ile geldim. Birini açık olarak söylüyorum. Oruç, Namaz, Zekat, Hac, Şahadet kelimesidir.

Diğer ikinci hediye ise özeldir. Bu hediyeyi isteyenler özel olarak gelsinler o zaman söyleyeyim.”

Malum Kur’an’ı Kerim de (Sana biat etmek isteyenleri birer birer veya ikişer ikişer huzuruna al) buyuruluyor.

Bu biat ise ikidir. Birisi zahir, biriside batın biat’ıdır, İster zahir istersen batın olsun, bu biat aynı Allah’a gibidir. Bunu da Kur’an’ı Kerim de şu ayetler bildirmektedir, (İnnellezine yubayiuneke innema yubaiunallahe yedullahi fevka eydihim.) “Şunlar ki gelip sana biat ettiler, onların biatı aynı Allah’a gibidir. Zira Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.”

Bu biatta kim ne kazanırsa kendi nefsinedir. Kim Allah’la olan ahdinde vefa eder, yani verdiği sözde durursa, onlara ecrin büyüğü verilecektir.

Nasıl Peygamber Efendimizin Miracı kalbinin ameliyatı ile başlıyorsa, insanlarında biatı bu biatla başlamış olacaktır. Zahiri biatta, Allah’ın emir ve yasakları beyan ediliyor. Bu emirleri yapan miracını yapar.

(Esselatü miracul mü’minin) Peygamber Efendimiz “Namaz mü’minin miracıdır” buyurmuşlardır. Onun için mü’min olan bir kimse, namazında miracını yapacaktır. Eğer namazında miracını yapamadı ise, o kimse namaz kılmamıştır.

Yine Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır. (Feveylün lil musallin ellezinehüm ansalatihim sahun) “Vay şu namaz kılanlara ki namazlarını gaflet ile kılarlar” Muhiddin-i Arabi Hazretleri (Fezkürüni Ezkürküm) “Siz beni zikrederseniz bende sizi zikrederim” ayeti kerimesini namaza almıştır. Namaz ibadetlerin tümünü içinde toplamıştır. Eğer dua isterseniz namazda var, ibadet ve zikir de namazda mevcut olduğundan siz bana namaz kılarsanız, ben de sizin için namaz kılarım. Fakat bu musalli yani namaz kılan namazında Rabbini görecektir, şayet görmemişse namaz kılmamış demektir. Demek ki zahiri biat namazda imiş, peki ya batıni biat nasıl olmalıdır?

Bir kişi zahir biatı kabul ettikten sonra, Cenabı Hakk’ın Kur’an’ı Kerim’inde buyurduğu (Vebtegu ileyhil vesilete ve cahidu fisebilihi lealleküm tüflihun ) “Ey iman edenler Allah’a yakın olmak istiyorsanız bir vesile arayınız ve bu yolda çok ceht ediniz ki felah  bulasınız.” ayeti kerimesi mucibince kendisine bir rehber arar. Peki bu aranılan rehber nasıl olmalıdır? Ayeti kerimede çok ceht ediniz demesinde bir sebep vardır. İşte buna istinaden Niyazi Mısri Hazretleri buyurmuşlardır. 

     Mürşid gerektir bildire

     Hakkı sana Hakkalyakın

     Mürşidi olmayanların

     Bildikleri güman imiş 

     Her mürşide dil verme kim

     Yolunu sarpa uğratır

     Mürşidi Kamil olanın

     Gayet yolu asan imiş 

Biraz evvel okunan ayeti kerimedeki “Çok ceht ediniz” denilmesindeki hikmet, hakiki bir mürşidi bulmaktır. Çünkü ilmin üç mertebesi vardır. 

     1-İlmel Yakin

     2-Aynel Yakin

     3-Hakkal Yakin 

Hakiki bir mürşit insanı, İlmel yakinden, Aynel yakine, Aynel yakinden Hakkal yakine eriştirecektir.

Her ilmin mertebesinin, ayrı ayrı anlayış ve kabiliyetleri vardır. İlmel Yakinin iki anlamı vardır. Bu mertebe sahipleri Allah’ı hem zıddı ile bilecek, hem de misliyle bilecek. Yani Allah’ı hem tenzih edecek, hem de teşbih edecek. Çünkü ayeti kerime de (Leyse kemislihi şey’ün vehüvessemiul basir) “Allah’a hiç bir şey misal olunamaz o görür ve işitir” ayeti kerimesinin başlangıcı tenzih sonu ise teşbih ediyor. Bu itibarla Allah’ın zatını tenzih sıfatlarını da teşbih edeceğiz.

Kul kendi sıfatlarını Hakk’ın sıfatlarına delil yaparak, yahut kendi sıfatlarını Hakk’ın sıfatlarında yok ederek, kendisinin ancak bir mazhar olduğunu bilirse, İlmel yakin  mertebesine erişmiş olacaktır. Bu mertebeden sonra kamil onu Fenafillah diye tabir ettiğimiz Aynel yakin mertebesine, sonra da Aynel yakin den alıp Bekabillah edip, Hakkal yakin mertebesine eriştirir.

Bu sebeple, hakiki bir mürşit bulmak için çok ceht etmek lazımdır. Fakat kişi hakiki bir mürşidi bulamayıp nakıs bir mürşide rastlarsa, o mürşit, onu bu yolda ilimle değil, amelle yani nafile oruç, nafile namaz,  riyazat, tesbihlerle oyalayıp ömrünü yolda geçirterek, menzili maksuda eriştirmeyip, ümit ile korku arasında hayatını ve ömrünü geçirtirse, bu kimseler için maksuda erişmek çok zor olacak, hatta mümkün olmayacaktır. İşte Niyazi Efendi Hazretlerinin: 

     Her mürşide dil verme kim

     Yolunu sarpa uğratır 

Dediği budur. Muhterem dinleyenlerim, şimdi gelelim Recep ayı ve Regaip ile Miraç gecesinin hakiki anlamlarına: Şöyle ki, kişi biraz evvel bahsolunan hakiki mürşide intisap edip, biat ayetinde geçen (onların biatı aynı Allah’a gibidir.) sözünün gerçeğini anladıkları  zaman  onların  mürşidi kamile biatları aynı Allah’a olmuş olacaktır.

Nasıl ki Peygamber Efendimizi Cebrail Aleyhisselam ameliyat etmişti. Mürşidi kamil de müntesip olanı ameliyat edecektir. Kalpleri mühürlü olanlar için, Cenabı Hak Kur’an’ı Kerim’inde (Hatemallahü ala kulubihim ve ala sem’ihim ve ala ebsarihim gışaveh) “Onların kalpleri, gözleri, kulakları mühürlenmiştir) buyurur. Bunun içindir, yine Mısri Niyazi Efendi Hazretleri cennet mekan olsun bir beyitlerinde diyor ki:

     Azabı ahirette bulmak istersen halas

     Arif ol cehl od’undan kopiser cümle azab 

Bütün azabı doğuran cehildir. Cehil de Hak ve hakikati bilmemektir. Mürşidi kamil nefesiyle salikin içinde bir ateş kıvılcımı saçıp, mührü olan cehlini yakıp kül ettikten sonra, mühürlü olan kapılar açılır.

Nasıl ki Peygamber Efendimize Cebrail Aleyhisselam burak getirip, bu vasıtayla mirac’a başlamıştı. Salik dahi mürşidin ameliyatıyla belini büken yükü atar. Belini büken yük ne idi? Nispetleriydi. Bu nispetler kalktı mı bütün güçlükler kolaylaşır ve evvelki alışkanlıklarından vazgeçip Rabbine rağbet eder. Yani mürşidi, ne emir verdi ise, o emirlere rağbet eder. Çünkü, mürşidin emri, Allah’ın emri olduğundan buna rağbet, mürşide değil Rabbine olmuş olur.

Yine bir ayeti kerimede buyruluyor. (Ya eyyetühennefsül mutmainne ircii ila Rabbiki raziyeten marziyye) “Ey itminan olmuş nefis Allah senden razı sen de ondan razı olduğun halde Rabbine rücu et.” Nasıl ki Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimizi ameliyat ettiğinde, günah işleyecek damarlarını çıkardı. Bu ameliyat Peygamber Efendimizden bir daha günah sadır olmaması için idi.

İşte burada salik de kamilin nefesiyle ameliyat olup, ameliyat neticesinde onun da günah işleyecek bir damarı kalmayacağı için, Allah onu kendisine davet edip, cennetül irfandan burak mesabesinde bir aşk gönderip,

Muhterem dinleyenlerim, Peygamber Efendimizin miracı buyrulduğu gibi, Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya, oradan da yedi kat göklere, arşı kürsü aşıp, malum olan bir yerde tamamlandı. İşte mürşidi kamil saliki kendi mescidi olan nispet varlıklarından geçirip cennetül irfandan getirilen Aşk-ı Burakla seyrü sefer ettirecektir.

Bu yolculuk şöyle başlayacaktır. Miraca başlayan bir salikin evvela burağa binmesi şarttır. Yani aşkı kendine rehber edip, aşkı ilahi salikin kendine ait fiilini yok edip, Hakk’ın fiilini miraç edecek, sonra da mürşidi kamil salike cennetül irfandan bir burak getirip, Sidretül Münteha denilen sıfat mertebesine çıkarır. Orada, kişinin Cebrail mesabesinde olan aklı stop eder. Aynı Cebrail’in Sidretül münteha’da kaldığı gibi. Bundan sonra mürşidi kamil saliki Sidretül münteha denilen makamı sıfattan, makamı zata, yükseltir. Nasıl ki Peygamber Efendimize Refref gelmişti, işte salike dahi zatında Refref yerine zevk gelecektir.

Bu hususta Mısri Niyazi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi: 

     Zatı Hakkı anlayınca zevk ile

     Bu Niyazi nice seyran eyledi 

İşte burada salikin seyri yani mirac’ı tamam olur. Buradan Refref ile Kur’an’da buyrulduğu gibi Esteizübillah: (Sümme dena fetedella fe kane kabe kavseyni evedna) makamlarını seyredip makam tamam olur. 

Sümme dena; Kurbu Feraiz ki, Makam’ı Cem’dir.

Fetfedella: Kurbi Nevafil, yani Hazretül Cem’dir.

Kabe Kavseyni: Cemül-Cem ki, iki Cem’in Cem’i demektir.

Evedna da: Ahadiyyetül Cem ki, Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizin makamı mahsusudur. Yalnız ona mahsus başka kimseye verilmeyen bir makamdır. 

Bunun için Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar. (Li meallahi vaktün la yeseuni fihi melekün mukarrebün vela nebiyyün mürselün) “Benim Allah’la öyle bir vaktim vardır ki ne bir meleki mukarreb ve ne de bir Nebiyyi Mürsel benim o vaktime ağah olabilir.” Yalnız ümmeti Muhammedden bazı veliler, teberrüken o makama girerler ve illa orada karar edemezler.

Resulullah Efendimizin miraçtan getirmiş olduğu üçüncü hediye, ki kendi şahsına aittir. Hatta Ebu Hureyre, bunu söylemiş olsam beni helak edersiniz demişti. Bu makam Kur’an’ı Kerim’de Makamı Mahmut ismiyle zikrolunmuştur.

Şimdi gelelim namazın miraç oluşuna: Namazı nasıl kılalım ki namazımız miraç olabilsin? Seyyit Nizamoğlu’nun ilahisinde buyurduğu gibi: 

     Çün evvelin evveli Hak

     Ahirin ahiri olmak

     Ya bu aradaki halk

     Acep nedir bilir misin? 

Her şeyin evveli ve ahiri olduğu gibi zahir ve batını da vardır. Abdestin zahiri su iledir. Batın da abdest şu manayı ihtiva etmektedir. Elini yıkamak, elini her türlü haramdan kesmektir. Ağzına suyu verdiğin de, dilinden dünya kelamını kesip gıybet konuşmamaktır. Yüzünü yıkamaktan murat ise, insanlar birbirlerini yüzlerinden tanır, yüzü yıkanmamış birinin tanınması güç olur. İşte Allah’ın vechi, yüzü her yerde zahir iken, bizim cehlimiz onu göstermez, hakikatte da bu cehil perdesini gidermektir. Ayaklarımızı da yıkamaktan murat, ayaklarımızı harama ve kötü yerlere gitmekten men etmektir. Başını mesh etmek, akıl başta olduğu için, aklı, Hakk’ı düşünmekten başka düşüncelerden uzak tutmaktır.

Abdestin zahir ve batınını böylece beyan ettikten sonra, sıra namaz kılmaya geliyor. Zahiri namaz kılanlar bilirler, namazın on iki şartı vardır. Altısı dışında altısı içinde. Dışında olanlar: 

     Hadesten taharet

     Necasetten taharet

     Setri avret

     İstikbali kıble

     Vakit

     Niyet 

İçinde olanlar ise: 

     Tekbir almak

     Kıyam

     Kıraat

     Ruku

     Secde 

Kaide ahire Son Ka’dede teşehhüt miktarı oturmak.

Dışında olan Hadesten Taharet: Biri, Cünubluktan yıkanmaktır. Bu yıkanmak neden, icabetti? Kendisi başka bir varlığa tecavüz edip, Hak’tan gafil olarak, gafletini izale etmek içindir.

Hakikatte ise, kişi Hakk’ın varlığına tecavüz edip gaflette bulunmaktadır. Bu gafletin giderilmesi için bir mürşidi kamil gereklidir ki, onu yıkayıp temizlesin.

Necasetten Taharet: Nasıl bize gelen bir necis bizim namazımıza engel oluyorsa, biz eski nispet ve varlığımızla namaza girersek, abdestsiz namaza girmiş oluruz. Bu itibarla nispet varlığımızdan sıyrılacağız, Hakk’ın varlığıyla namaza başlayacağız.

Setri Avret: Avret yerlerimizi örtmek. Hakikatte ise sırrı, avamdan gizlemektir.

İstikbali Kıble: Namazda yönünü Kabe’ye çevirmek, hakikatte ise Allah’a karşı durmaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar: “Namaz kılanın kıblesinde Allah olmazsa o kimse namaz kılmamıştır.” Şeriatta her ne kadar yönümüzü, yüzümüzü Kabe’yi Muazzama’ya çeviriyor isek dahi, bu emri ilahi olduğundandır. Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz buyuruyorlar: “Her kim Kabe’yi taş toprak olarak gördü ise, o kimse Hac etmemiştir.” İşte bunu ancak ehli tevhit bilir. Onlar taş ve toprak olarak ziyaret etmezler, Hak olarak ziyaret ederler. Çünkü onların gözünde Hak’tan gayrı yoktur ki başka bir şey görsünler.

Vakit, Niyet: Namazın vaktini bilip o vakte göre niyet etmektir. Hakikatte ise her vaktin  bir insanı kamili vardır. Bu vaktin insanı kamilini bulup, himmetini istemektir.

Mevlana Hazretleri “Bizleri toprak altında aramayın, ariflerin gönüllerinde arayın” demiştir.

Namazın içindekilere gelince:

Tekbir almak, yani Allah-u Ekber demek. Ellerini kaldırıp göbeğin üstünde ve altında bağlamak. Batında her işi Hakk’a nispet edip bütün işlerden hayır ve şerrin ellerini bağlamaktır. Faili hakikiyi müşahade etmektir. Bir beytinde Seyyit Nizamoğlu şöyle demektedir: 

     Kıyamın rükuun sücudun

     Kamu mahvetmek içindir vücudun

     Eğer bu üslubuyla olmazsa ibadet

     Ona derler hemen bir kuru adet 

Yani namaz kılan bir kimse kıyamda fiilinden geçecektir. Secdeye vardığında da vücudundan geçecektir.

Muhiddin-i Arabi Hazretleri (Fezküruni ez kürküm) “Siz beni zikrederseniz, ben de sizi zikrederim.” Ayeti kerimesini namaza almıştır. Yani siz bana namaz kılarsanız, ben de size namaz kılarım.

Namazın ilk rekatında kul kendi varlığından geçecek, ikinci rekatta verdiklerinin karşılığını Allah ona bahşedecektir. İşte burada kulun Hakk’a namaz kılması varlığından geçmesi, Allah’ın da kula namaz kılması, kulun kuvvesinde tecelli etmesidir.

Kulun namazda Hakk’ı görmesi de, kulun kendisinin mazhar olduğunu bilmesi ve mazharında tecelli eden Hakk’ı müşahade etmesidir. Fakat, bunu da ancak, ehli tevhit zevk edebilir.Tevhit dışında kalanlar, şirki hafiden kurtulamadıklarından, onların yapmış oldukları ibadetlerden  de korkulur.

Cenabı Allah Tevhit Ehlini tevhitten bir daha gaflet ettirmesin ve şirki hafi de olanları da şirki hafiden kurtarıp tevhidine ilhak eylesin (Amin). Bu mübarek Miraç Gecesi hürmetine cümlemizi Peygamber Efendimizin Miracını idrak eden kullarından eylesin.(Amin) Bütün ihvana sabit kademler nasip eylesin.(Amin) Kalplerimizi aşkullah, zevkullah, muhabbetullahile pürnur eylesin.(Amin) Tevhide süluk etmeyenleri de Allah-u cellecelaluhu Hazretleri tevhide süluk etmeyi nasip eylesin.(Amin) Ahir ve akibetlerimizi hayreylesin.(Amin) Cennet ve cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin. (Amin) Bihürmeti seyyidil mürselin velhamdülillahirabbilalemin, el fatiha.. 

MİRAÇ KANDİLİ (2) 

Cenabı Allah Peygamber Efendimizin miracını Necm suresindeki şu ayeti kerimelerle tamamladığını beyan etmektedir.

Sümme dena fetedella fe kane kabe kavseyni evedna) Bunların hepsi birer makam olup bu makamlarla Peygamber Efendimiz miracını tamamlamıştır. Şimdi bu miraç hakkında biraz açıklamalar yapalım.

Resulullah Efendimiz miracını yapmış dönüşünde biz ümmetlerine namazı getirmiş ve buyurmuşlardır. (Essalatü mi’racül müminin) “Namaz, müminlerin miracıdır.” Siz, namazınızı kılınız ve miracınızı yapınız. Öyle ise mü’minin de miraç edebilmesi için kılmış olduğu namazda, miracını tamamlaması lazımdır. Bir mü’min nasıl bir namaz kılmalı ki, namazı miraç olabilsin?

Miraçtan gaye yükselmektir. Nereye yükselmek? En son menzile.  En son menzil neresidir? İnsanın varabileceği en son menzil, Rabbine kavuşmaktır. Öyle ise, bir mü’min namazında Rabbine kavuşmuş olacaktır. Muhiddin-i Arabi Hazretleri (Fezkürüni ezkürküm) ayeti kerimesini tefsir ediyor. Buradaki zikri namaza alıyor. Her ne kadar ayeti kerimede siz beni zikrederseniz bende sizi zikrederim buyruluyorsa da namaz da bir zikirdir. Hatta namaz, zikirlerin en üstünüdür. Çünkü, namaz bütün ibadetleri kendisinde cem eden bir görevdir. Namaza en evvela zikirle girilmektedir. Bundan sonra okunan Fatiha ve zammı sureler de duadır. İnsanın ayakta durması, eğilmesi, yatması ve oturması da ibadettir. Bu itibarla namaz bütün ibadetleri kendisinde toplayan bir görevdir.

Muhiddin  Arabi Hazretleri ayette geçen zikri, bu sebepten namaza almışlardır. Siz bana namaz kılarsanız, ben de size namaz kılarım. Fakat müsalli olan bir kimse, yani namaz kılan bir kimse namazında Rabbini görecektir. Eğer görmediyse o kimse namaz kılmamıştır. Peki bir kimse namazında Rabbini nasıl görebilir? Bu görmek bilmektir, bilen kimse görüyor demektir. Yalnız bilmekte üç türlüdür. İnsanın Allah’a karşı üç türlü itminan olması lazımdır. İtminan: Mutmain olmak, gönül huzurudur, manevi doyumdur.

Bir kişi en evvela Allah’ı İlmel yakin olarak idrak eder. Bu vesileyle yalnız ilim kafi gelmiyor. İlmel yakin olan bir kimsede ne gibi haller mevcuttur? Herkes der ben de Rabbimi ilmel yakin tanıyorum. İlmel yakinin alametleri vardır. Bu alametler ikidir. Bunların birisi teşbih, birisi de tenzihtir. Nedir bu Tenzih ve Teşbih? Tenzih: Hak Teala Hazretlerini hiçbir şeye benzetmemektir. Pekala bir insanın Allah’ı hem tenzih, hem teşbih etmesi için her hangi bir delil mevcut mudur?  

Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde (Leyse kemislihi Şey’ün vehüves semiül basir) buyuruyor. “O öyle bir Allah’tır ki hiçbir şey ona benzemez” İşte bu tenzihtir. Fakat ayeti kerimenin devamı (Vehüvessemiul basir) “O hiçbir şeye benzemeyen Allah duyar ve görür.” İşte bu duyma ve görmeyle teşbih edilmiş, bir şeye benzetilmemiş oluyor. Şu halde benzetme nasıl oluyor? Duyma ve görme Allah’ta olduğu gibi insanlarda da mevcuttur. Bununla hadisi şerif de buyuruluyor (Halakallahü ademe ala suretihi) “Allah-u Teala ademi kendi sureti üzere halk etti.” Fakat suret deyince biz ne anlayalım? Suret, her ne kadar şekil gibi görünüyorsa da, suret görünmez. O halde suret nedir? Suret sıfatlardır. Bu hadisi şerifle Allah-u Teala Hazretleri Adem’i kendi sıfatları üzere halk etti demektir.

Demek ki Allah-u Teala Hazretlerinin belirtileri sıfatlarıymış. Bu sıfatların başında da hayat gelir. Sonra sırasıyla ilim, duyma, görme, irade ve kelam gelir. Bu sıfatlar Allah’ın olduğu gibi, bunların birer misalleri de insanlarda görünür. İşte bu cihetle Hak Teala Hazretleri Ademi kendi sıfatları üzere halk etmiş oluyor. Bu itibarla bir insan ilmel yakin mertebesine eriştiği zaman, Allah’ı hem teşbih ,hem de tenzih etmiş olacaktır. Bu mertebeye erişebilmek, ancak insanın kendi sıfatlarını Hak Teala Hazretlerinin sıfatlarına delil yapmasıyla mümkün olacaktır.

Demek oluyor ki bir insanın ilmel yakin olabilmesi için evvela, Hak Teala Hazretlerini teşbih etmesi lazım gelecektir. Yani hem bir şeye benzetecek, hem de benzetmeyecek. Zatı cihetiyle Allah hiçbir şeye benzemez. Sıfatları itibariyle benzer. Bir insan da bu aşamayı aştıktan sonra, aynel yakine vasıl olur.

Yalnız aynel yakinin üç alameti mevcuttur. Bu üç alamete ehlullah lisanında fenafillah denilmektedir. Peki bu Fenafillah nedir? Allah’ta yok olmaktır. Bir insan Allah’ta nasıl yok olabilir? Ancak ilimle yok olabilir, ilimsiz mümkün değildir. Bu ilme Kur’an diliyle Ledün İlmi, halk arasında da Tasavvuf veya Tevhit ilmi denilmektedir. İşte bir kişi bu ilmi tahsil ederse fenafillah dediğimiz ilmel yakin mertebesine erişir. Bir kişi bu mertebeye eriştikten sonra Hakkal yakin mertebesi vardır. Bu mertebenin de dört hali mevcuttur. Bir kişi Fenafillah olduktan sonra Bekabillah olacaktır. Bekabillah Allah’tan Allah’la beraber var olmaktır. Yani Allah’ın varlığıyla var olmaktır. Bu da, dört mertebedir. İşte bu dört mertebeyi de tahsil eden bir kişi Hakkal yakin mertebesine erişmiş olur. Bizlere miracın getirdiği anlam budur.

Resulallah Efendimizin yapmış olduğu miracın, zahiri ve batını mevcuttur. Resullallah Efendimiz zahiren bu unsuri vücuduyla, cismaniyetiyle bir defa miraç etti. Bu miracı gerek Kur’an’ı Kerim, gerekse Mevlit sahibi Mevlidi Şerif’inde açık açık beyan etmektedir.

Bundan başka Resulallah Efendimizin otuz üç manevi miracı olmuştur. Peygamber Efendimizin namazdan bahsetmiş olduğu miraç ruhani olacaktır. Çünkü cismani miraç yalnız Peygamber Efendimizle, Peygamberlerden Yunus Aleyhisselama nasip olmuştur. Diğer Peygamberlerin hepsinin miraçları ruhani olmuştur. Resulallah Efendimiz miraçtan dönüşte, biz ümmetlerine hediye olarak getirmiş olduğu namazın kılınması miraçtır. Miracın yapılmasındaki hikmet, cismani değil ruhanidir. Peki bu ruhani miraç nasıl olabilir?

Bu ruhani miraç, ilimle olacaktır. İlimsiz olmaz. Bir kişinin namaza da miraç edebilmesi için evvela, namazın ne olduğunu bilmesi lazımdır. Namaz, kullarla Allah arasında müştereken kılınır. Bunun için Muhiddin-i Arabi Hazretleri (Fezkürüni Ezkürküm) Ayeti kerimesinin tefsirini yaparken “siz bana namaz kılarsanız, bende size kılarım buyuruyor.” Fatiha’yı Şerif, kullarla Allah arasında müşterektir. Maliki yevmiddin’e kadar olan Allah’a aittir. Maliki yevmiddin’den sonrası kullara aittir.

(İyyake na’büdü) diyoruz. Bu ne demektir? “Ancak sana ibadet ederiz” demektir. Kimdir bu ibadeti yapan? Kuldur. Bunun için İyyake na’büdü’den Fatiha’yı Şerif’in sonuna kadar hep kula aittir. Kulun lisanıyla Cenabı Allah konuşmuştur. İşte bu böyle ortak olduğu gibi namaz da Allah’la kul arasında ortak kılınır. Bir rekatına kul Rabbine kıldı mı, ikinci rekatı da Rab kuluna kılar. Ancak bunun anlaşılabilmesi için, kul namazında Rabbini görecektir, eğer görmediyse namaz kılmamıştır, namazın suretini icra etmiştir.

Şu halde namazımızın miraç olabilmesi için, nasıl namaz kılmamız icap eder ki, namazımız miraç olsun? Kişinin namazının miraç olabilmesi için, en evvela Rabbini bilmesi gerekir. Bunun için Resulallah Efendimiz (Men arafe nefsehu fekad arafe rabbehu) Buyurmuşlardır. Yani “nefsini bilen Rabbini bilir” Rabbini bilen nefsini bilir. Nefsimizi bilmemiz için de, nefsin sıfatlarını, mertebelerini bilmemiz icap eder. Nedir nefsin sıfatları ve mertebeleri dendiğinde: Emmare, levvame, mülkime,mutmainne v.s bunlar yedidir denir. Yalnız bu sıfatlardan birini bilmekle kişi Rabbıini bilmiş sayılamaz. Öyleyse, bu nasıl bir nefistir ki , biz onu bilmeyle Rabbimizi bilmiş olalım?

Nefis nedir? Ruh nedir? Aralarında fark var mıdır? Hattı zatında bunların ikisi de birdir. Nefis ulvileştiği zaman Ruh, suflileştiği zaman nefis ismini alır. Yani ruhun alçak olmasına süflileşmesine nefis, ulvileşmesine de Ruh deniliyor. Bu nefsin ulvileşmesi Rabbini bilmesiyle mümkün olacaktır. Zaten insanların da yaratılmasındaki hikmet budur.

Kur’an’ı Kerim de (Vema halaktul cinne vel inse illa liyabudun) “Biz insanları ve cinleri başı boş dolaşsınlar diye halk etmedik, ancak bize ibadet etsinler diye halk ettik.” Her ne kadar Kur’an’ı Kerim kendi lisanları üzere inmiş ise de Ashabı Kiram bazı anlayamadıkları meseleleri, Resulallah Efendimize soruyorlardı. Bir gün, bu mesele hakkında sordular. İbadet, nedir Ya Resulallah? İbadet Allah’ı tevhit etmek ve Allah’ı bilmektir buyurdular. İşte bütün bu kainatın yaratılmasında ki hikmet Rabbimizi tevhit etmek ve Rabbimizi bilmek içindir. Rabbimizi tevhit edip bilmemiz için de bir öğreticiye ihtiyacımız vardır. Eğer kişi bir öğretici olmadan bir ömür boyu, kendi kendine bunu öğrenmeye ve anlamaya çalışsa hatta yaşadığı ömür kadar daha ömür verilse yine anlayamaz. Zira anlaşılması mümkün olsaydı Cenabı Allah bu aleme bunca Peygamber, bunca Veli göndermezdi.

Demek ki insanın kendi aklıyla, kendi okumasıyla bu hikmetten haberdar olması mümkün olmadığında, bu aleme Peygamberler gönderdi. Fakat şimdi Peygamberlik devri geçti. Bu alem ne olacak? Evet Peygamberlik devri geçti, ama, velilik devri geçmedi. Veliler, Peygamberlerin varisleridir. Bu sebepten dolayıdır ki, bu ilmi öğrenebilmemiz için, Peygamberlerin varisi olan bir veli bulmamız lazımdır. fakat Cenabı Allah'a böyle olan velileri gizlemiş, kutsi hadisin de buyuruyor. (Evliyai tahte kubabi layarifuhüm ğayri) “Kubbelerimin altında benim Velilerim vardır. Onları benden başka kimse bilmez.” Cenabı Allah, onları benden başka kimse bilmez derse, biz aciz kullar bu velileri nasıl bulabiliriz?

Böyle veli kulları bulabilmek için ancak Rabbimize sığınıp ona teslim olacağız. Peki, bizler Rabbimizi gördük mü ki, ona teslim olalım? Rabbimizi görmedik, ama, vermiş olduğu emirleri yerine getireceğiz.

Kitapların ve alimlerin buyurduklarına tabi olacağız. Onların buyurduklarına ve yasaklarına sımsıkı sarıldığımız zaman, onun emirlerine teslim olmuş oluruz. Fakat yalnız bu teslimiyet kafi gelir mi? Bu teslimiyetin yanında duada lazımdır. Dua: Allah’a yalvarmak ve ricada bulunmaktır. Bunun için kıldığımız her namazda, okuduğumuz Fatiha’yı Şerif’te geçiyor. (İhdinassıratalmüstakiym) Bunun anlamı nedir? “Ya Rabbi bizleri doğru yoluna hidayet et, doğru yoluna sevk et.” Eğer dualarımızı böyle halisane yaparsak, Allah’u Zülcelal Hazretleri de, gök kubbesinin altında gizlemiş olduğu velilerini bizlere buldurur. Şayet Allah’u Teala Hazretleri bu hidayet kapılarını açmazsa, bir insan nasıl o velileri bulabilir? Biraz evvel üstüne basa basa söylediğimiz gibi, bizlere bu kapıların açılabilmesi için kulluğumuzu sadakat ile yapacağız. Bununla beraber, dua edip yalvaracağız. Böyle kulluk edenler için, Cenabı Allah şunu vadediyor. Allah vadinden dönmez.

Kudsi hadis de şöyle buyuruluyor. (Men talebeni vecedeni) “Beni arayan beni bulur.” Yeter ki bizden istek olsun. Eğer biz Rabbimizi bulmak istiyorsak, Rabbimize kavuşmak istiyorsak,  buna ne güzel bir örnektir. 

     Hak tecelli eyleyince

     Her işi asan eder

     Halk eder esbabını

     Bir lahzada ihsan eder 

Cenabı Allah ne zaman murat edecek, senin duan kabul olacak, sana sebebini halk edecektir. Bu, sebepsiz mümkün değildir. Yine Cenabı Allah Kur’an’ı Keriminde inanan kimselere şöyle hitap etmektedir. (Ya eyyühellezine amenüttekullahe vebtegü ileyhil vesile ve cahidü fi sebilihi lealleküm tüflihun) “Ey iman edenler Allah’tan korkunuz ve ona, bir vesile arayınız ve bu vesileyi aramakta çok ceht ediniz, mücadele ediniz. Umulur ki felaha erersiniz.” Fakat bu vesile olacak kimselerin, doğruları, iyileri ve eğrileri de mevcuttur. Allah muhafaza, doğrusuna değil de bir eğrisine rast gelirsen senin yolunu sarpa uğratır. Niyazi Hazretlerinin buyurduğu gibi; 

     Her mürşide dil verme kim

     Yolunu sarpa uğratır

     Mürşidi Kamil olanın

     Gayet yolu asan imiş 

Hakikaten, gerçek mürşidin yolu pek kolaydır. Çünkü, bu yol herkesin bildiği gibi şeriat ile kaimdir. Bir insan şeriatı ihmal eder, şeriate tabi olmazsa o kimsenin yolu zorlaşır. Bunun için evvela Allah’ın emir ve yasaklarına tabi olacağız. Daha sonra kamil mürşidi bulacağız ,o zaman yolumuz kolaylaşacak.

Burada neden yol deniliyor? Bu yol nedir? Yol, insanları bir yerden bir yere götüren vasıtadır. Peki bizim ulaşacağımız yer, aradığımız yer bizden ayrı bir yerde mi ki yol arıyoruz? Kur’an’ı Kerim’de (Ve nahnü akrabü ileyhi min hablil yerid) “Ona şah damarından daha yakınız” buyuruluyor. Allah bize bu kadar yakın iken, yola hacet nedir? Hakikatte, burada yol denilen ilimdir. İlim yoluyla biz kendimizde mevcut olan varlığı bulacağız.

Resulallah Efendimiz, bize Allah’a giden yolları beyan etmiştir.(Etturuku ilallahi biadedi enfasil halayık) “Allah’a giden yollar halkın nefesleri sayısınca demiştir.” Öyle ise bir insan kendi soluğuna, nefesine dikkat etsin, nefesimizi her alış verişimizde nefes ne diyor. İşte bunu öğrenebilmemiz için bir öğreticiye ihtiyacımız var. Bulacağımız bu öğretici nefesimizin bizlere ne söylediğini bizlere öğretecektir. Bunun için Kur’an’ı Keriminde (Hel yeste villezine ya’lemune vellezine laya’lemun) “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu?” buyuruluyor.

Bunun için bir insan kendisinde aradığını bulduğu zaman miracını yapmış olacaktır.

Haddizatında Resulallah Efendimizin miracı anlatılırken yedi kat semayı aştı, yeri göğü olmayan bir boşlukta Rabbine mülaki oldu. Vaktaki geri döndü, yatağını soğumamış vaziyette sımsıcak buldu. Demek ki o kadar ani bir şey olmuş ki yatağı soğumadan, yedi kat gökleri dolaşmış, geldiğinde yatak daha hala sıcaklığını muhafaza etmiş. Allah her şeye kadirdir. Bir anda her yeri gezdirip, tekrar aynı yerine getirebilir.

Biz bu miracı mana cihetiyle düşünecek olursak, Resulallah Efendimizin miracını kendi vücudunda tamamladığını idrak ederiz. Miraç yükselmektir dedik, nereye yükselmek? İlim ve irfaniyete yükselmek, ilim ve irfaniyetle kendisinde mevcut olan varlığı anlamış olmaktır. Mısri Niyazi Hazretlerinin bir sözü vardır. 

     Sağu solu gözler idim

     Dost yüzünü görsem deyu

     Ben taşrada arar idim

     Ol can içinde can imiş 

     Öyle sanırdım ayrıyam

     Dost gayrıdır ben gayrıyam

     Benden görüp işiteni

     Bildim ki ol canan imiş 

İşte miraç böylece tamamlandı. Şimdi gelelim bir insan namaz kılarken, namazda Rabbini nasıl görebilir? Bu görmek, aynı zamanda bilmektir. Bir insan evvela kendisini bilecektir. Biraz evvel dedik ,namaz kullarla Allah arasında müştereken kılınır. Burada kul ile Allah’ın ne olduğunu bilmemiz gerekir. Mısri Niyazi Efendi Hazretlerinin Bursevi İsmail Hakkı Hazretlerine bir sorusu vardır. 

     Çün Hak Teala’dan insana daha yakın bir nesne yoktur.

     Leyki bildir bana kimdir Allah, kimdir ibad. 

Demek istiyor ki, insanlara Allah’tan daha yakın bir nesne yok. Bu kadar yakınlığıyla kime kul, kime Allah diyeceğiz. Karıştı, ikisi bir vücut oldu. İşte bu görünene mazhar diyoruz. Mazhar nedir? Alettir.

İnsanlar bir iş yapacakları zaman nasıl bir aletle işlerini işliyorlarsa, Cenabı Allah da insanları kendisine bir alet olarak yaratmış olup, insan aletiyle bütün işlerini işlemiş oluyor.

Bizler de namaz kılarken kendimiz bir alet olduğunu bilip, Cenabı Hakk’ı bütün varlığıyla mevcut olarak idrak etmemiz, namazda ayakta durmamız, eğilmemiz, yatmamız ve kalkmamız, nereye insad eder neye dayanır? Evvela kuvvete dayanır, bir insanda kuvvet olmazsa ayakta duramaz, eğilip yatıp kalkamaz. Kuvvetin, Cenabı Hakk’a ait olduğu, gerek ayeti kerimelerle, gerek se hadisi şeriflerde beyan edilmektedir .İnsanlar ne zaman bir dara düşse: (La havle vela kuvvete illa billah) derler. Bunun anlamı nedir? Yarabbi, benim gücüm kuvvetim yok, kuvvet senindir. Kuvvet Allah’ın ise, O, kendi kuvvetiyle bizleri ayakta tutmuş oluyor. Rükuya eğiltiyor, yatırıyor kaldırıyor yani bizim mazhariyetimizle Allah’ın kuvveti müştereken bir iş yapmış olduklarından kul namazı Allah’la beraber kılmış olur.

Demek ki, biz kendimizin ancak bir mazhardan ibaret olduğumuzu Allah’ın ef’aliyle sıfatıyla ve zatıyla tecelli ettiğini anladığımız zaman miraç etmiş oluruz. İşte, bu bilgiye görmek denir. Yoksa Hak Teala Hazretleri iki varlık yaratmadı ki, biri birini görsün. Bir kibarı kelam vardır.(La yerallahe illallah) “Allah’ı Allah’tan başka gören yoktur.” Bir insan Allah’ın mazharı olmasıyla, nasıl olurda Rabbini görebilir? Ancak kendisi bir mazhar olup, onun mazharında Cenabı Hakk’ın tecellisini anladığı zaman Rabbini görmüş olacaktır. İşte, namaz da böyle kılınırsa o zaman miraç olur.

Şu halde miraç nedir? Kişinin ilim ve irfaniyette yükselmesidir. çünkü öyle olan kişileri herkes el üstünde tutar. Zira ilme çok kıymet verilmiştir. İlim olsun da ne türlü ilim olursa olsun. İlim sahiplerine daima hürmet edilir. Neden? Çünkü Allah’ın ilmi, bir kişide tecelli etmesi ile bu kişiyi yükseltmiştir. 

MÜBAREK ÜÇ AYLARDAN (RECEP AYI) SOHBETİ 

Recep ayı, mübarek üç ayların ilkidir. Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaip kandilidir. Recep ayı, bu geceden dolayı kutsiyet kazanmıştır. Hatta bu üç aylar için Resulallah Efendimiz “Recep ay’ı Allah’ın, Şaban ayı Resulünün, Ramazan ayı da ümmetimin ayı buyurmuşlardır.”

Cenabı Allah Peygamber Efendimizi Cebrail Aleyhisselam’a amaliyat ettirdiği Kur’an’ı Kerim’in şu ayeti kerimesini delil göstererek anlatıyor. Estağizübillah: (Elemneşrahleke sadrek) Burada her ne kadar Peygamber Efendimize hitap olunuyorsa da Peygamber Efendimizin ismi şerifleri geçmiyor, buradan anlaşıldığı üzere Kur’an’ı Kerim bütün insanlara şamildir. Yukarıda okuduğumuz ayeti kerimeye mealen “Biz senin sadrını yarmadık mı?” denilir. Sadır göğüs demektir. İnsanların ikrar veya inkar edecek uzuvları göğüstedir. Onun için biz senin sadrını yarmadık mı? deniliyor. Bu sadır yarıldıktan sonra ayeti kerimenin devamında (Veveda’na anke vizrekellezi enkada zahrek) “Biz senin belini büken bir yük var idi biz bu yükü indirmedik mi?” Bundan sonra da (Ve refağnaleke zikrek) “Senin zikrini yükseltmedik mi?”(Fe inne meal usri yüsran inne meal usri yüsra) “Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır.”deniliyor. Yine tekrar ediyor. “Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır.” deniliyor. Öyle ise (Feiza ferağte fensab ve ila Rabbike fergab) “Rabbine rağbet et.” Buraya kadar açıklanan okunan ayetlerin meali yani zahir açıklaması idi. Şimdi gelelim ayeti kerimenin ve mevzumuzun ledünni anlamına.

Bu göğüs nasıl yarılır, bunu anlamaya çalışalım. Bu ameliyat telkin ile olur. Bu ameliyatta bıçak kullanılmaz, her hangi bir damardan kan da akmaz. (Hatta günlük hayatta bu tip ameliyatlar yapıp hastalara şifa buldurulmaktadır) Böyle bir telkini salike, ledün ilmini ihata etmiş bir mürşidi kamil yapar. Mürşidi kamil telkiniyle salikin sadrını yarar, göğüs için de bulunan kötülük işleyen damarları çıkarıp, devamlı iyilik yapacak damarları onun yerine koyar.

Cenabı Allah insanı öyle muazzam yaratmış ki, bütün on sekiz bin aleme cami olarak, yani on sekiz bin alemi gönlünde cem eden bir varlık olarak yaratmıştır. Yunus Emre Hazretlerinin bir sözü vardır. 

     On sekiz bin alemi gördüm bir dağ içinde 

İnsan öyle bir varlıktır ki on sekiz bin alemi bu ten kafesinin içine sığdırmıştır. Bu alemler içinde bir melekler alemi, bir de cinler alemi vardır. Gerek melek, gerek cin dediğimiz varlıkların vücutları latiftir. Bunlar bu gözlerle görülecek yaratıklar değillerdir.

İnsan bu iki alemi ihata ettiğine göre, kendi vücudumuzda bu meleklerle, cinleri bulabiliriz. İnsan vücudunda bu iki zıt kuvvelerin hepsine galip gelirse, insan galip gelen tarafa dönüş yapar.

İnsan birçok kuvvelere sahiptir. Kuvve, kuvvet demektir. Bu kuvveler kişiyi daima iyiye, doğruya itiyorsa bunlar melek olurlar. Melekler insanları daima iyiye doğru sevk eden kuvvelerdir, Eğer bu kuvveler, insanı tam aksine kötüye doğru itiyorsa cin olurlar ve insanı daima kötülüğe sevk ederler.

Demek ki bu telkin ile insanda, cinni olan yani kötü olan kuvvelerin hükmü kalkar, yerine iyi olan yani melek dediğimiz kuvveler hakim olur. Görülüyor ki ameliyat neticesinde sadrımızda bulunan kötü kuvvelerin yerine, müridi kamilin telkiniyle iyi kuvveler yani melek dediğimiz kuvveler hakim oluyor.

Ayetin devamında “Biz senin belini büken yükü indirmedik mi?” Burada ki belimizi büken yük insanın kendi nispet varlıklarıdır. Yine bu telkin ile kişinin nispet olan varlıkları yani kendine ait olan varlıkları giderilir, yerine Hakk’ın varlığı kalır. Onun için bir ayeti kerimede buyuruluyor.(La yüs’elü amma yefal vehüm yüselün) “Allah işlediğinden sorulmaz, siz sorulursunuz.” Burada, kuvvet ve kudret Allah’ın olduğunu her zaman söylüyoruz.(La havle vela kuvvete illa billah) “Kuvvet ve kudret Allah’ın” demektir. Bu durumda kuvvet ve kudretin Allah’ın olduğunu, iş işleyenin Allah olduğunu idrak etmiş oluruz. Onun için Allah işlediğinden sorulmaz. Çünkü başka bir Allah yok ki bu işi neden böyle yaptın? Neden böyle işledin? diye sorsun. Lakin bu fiili biz işleyecek olursak elbette sorulacağız. Hani ya biz la havleyi okumuştuk, kuvvet ve kudret Allah’ın demiştik. Hal böyle olunca, hangi güç ve kuvvetle iş işleyebiliriz?

Demek ki bizle de bu şirki hafiler bir yük idi. Mürşidi kamilin telkini ile, ameliyatı ile bu yük bizden indirildi. Dolayısıyla gerçek faili müşahade etmiş, işleyenin kim olduğunu anlamış oluyoruz ve sırtımızdaki yükte indirilmiş oluyor.

Bundan sonra (Verafağna leke zikrek) Her ne kadar bu Peygamber Efendimize hitap ise de, biz de o Peygamberin bir parçası olduğumuza göre, bize de hitaptır. Çünkü bu Nuru Muhammedi halk olunduğunda Nuru Muhammedi’de on sekiz bin alem mevcut idi. Biz de bu on sekiz bin alemin bir parçası idik. Biz o Nuru Muhammediden ayrılmaz bir parçası isek, onun yani Nuru Muhammedinin tafsiliyiz demektir. Şu halde bu alemi bize sorsalar, tafsilatı Muhammediyedir, yani Muhammedin çokluğudur diyebiliriz.

(Ve rafağna leke zikrek) “Biz senin zikrini yükseltmedik mi?” Peygamber Efendimizin ismi şerifleri günde beş defa semaya kadar yükseliyor. (Eşhedü enne Muhammeden Resulallah) Bir günde beş defa ismi şeriflerinin zikredilmesi, zikrinin yükselmesine bir delil değil midir? Bu hal Hazreti Peygambere göre böyle ise biz ümmetlerine karşı nasıldır?

Yine biz bu ayeti kerimeye nasıl mazhar olabiliriz?

Cenabı Allah Kur’an’ı Kerimin bir çok ayetlerinde Ademoğlunu yani insanları met etmektedir. Ayeti kerimeleri şöyle sıralayabiliriz.

(Lekad halaknel insane fi ahseni takvim) “Biz insanı en güzel surette halk ettik.” (Ve lekat kerremna beni ademe) “Biz adem oğullarını mükarrem kıldık.”

Kutsi hadiste (Levlake lema ene, levlake lema ente) “Ey ademoğlu sen olmasaydın ben olmazdım, ben olmasaydım sende olmazdın.” Bu ifadeler Ademoğlunun yükselmesinin bir alameti değil midir?

Öyleyse Cenabı Hakk’ın bu ayeti tüm ameliyat olanlar içindir.(Ve refağna leke zikrek)

“Biz senin zikrini yükseltmedik mi?” burada dikkat edilirse insandan başka bir varlık met edilmiyor. Bu da Ademoğulları için büyük bir şereftir. Bundan sonra da (Feinne meal’usri yüsran, innemealusri yüsran) “Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır, yine her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır” denilir. Yalnız burada dikkat edilirse, her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır diye iki sefer tekrar ediliyor, bunun da bir hikmeti olsa gerektir.

İnsanlar ameliyat hususunda veya bu telkini alabilmekte bir güçlük çekecektir. Çünkü bu ameliyatın doktorunu bulabilmek kolay bir şey değildir. Ameliyat eden cerrahlar çoktur. Fakat ehline rast gelemezsen seni harap eder. Belki de ölümüne sebep olur. Onun için Pir Efendimiz bir yerde şöyle diyor.

(Hakkı bulmak kolaydır, güç değildir. Lakin güç olan Hakkı bulduran delili bulmaktır.) Bu ameliyatı gerçekleştirecek doktoru bulmak elbette kolay değildir. Arayan, hakiki mürşidi bulmak isteyen insanın, niyetinde güzellik varsa, niyeti halis ise, halisane bir arayıcı ise, Allah ona aradığı mürşidi kamili buldurur. Çünkü kutsi hadisinde (Men talebeni vecedeni) buyuruyor. Yani “Beni arayan beni bulur” diyor.

İnsan bu gerçeği aramakta ve bulmakta elbette müşkülat çeker. Fakat mürşidi kamili buldu mu işi kolaylaşır. Demek ki insan erbabını buluncaya kadar zahmet çekiyor ancak mürşidini buldu mu o onu kolayca vasılı ilallah ediyor. Bu durum birinci güçlüğün yanındaki kolaylık ki insanın ehlini bulmasıdır. Ehlini bulduktan sonra onu o ehli kimse Allah’a kavuşturacaktır.

Ayeti kerimede ikinci sefer “Bir güçlüğün yanında kolaylık vardır” demesi de bir insan vasılı ilallah olduktan sonra yani Allah’a kavuştuktan sonra tekrar halka dönmesidir. Güç olanda budur. Bunun için büyüklerimiz setri süluku ikiye ayırmışlardır. 

     Birinci Seyri Süluk, Halktan Hakk’a yürümektir.

     İkinci Seyri Süluk ise, Hakk’ı bulduktan sonra halka dönmektir. 

Görüldüğü gibi ikinci Seyri Süluk daha zor, fakat Hak’tan halka dönüldüğünde tenezzül edip kulluğu kabul ettiğin zaman iş kolaylaşır. İşte iki defa güçlüğün yanında kolaylık vardır denilmesinin hikmeti budur.

Ey Ademoğlu madem ki sen bu telkini aldın, bu ameliyatı oldun, senin eskiden bir alışkanlığın var idi, bütün varlıkları kendinin zannediyordun. Şimdi bütün bu alışkanlıklarından feragat et ve Rabbine rağbet et. Çünkü bir insanın Rabbini sevmesi ve Rabbine rağbet etmesi için, eski alışkanlıklarından mutlaka geçmesi lazımdır. Eğer geçmezse Rabbine rağbet etmemiş olur. İşte bu mübarek gecenin yani Regaip gecesinin bizlere getirmiş olduğu anlam ve hakikat budur.

Demek ki bu Regaip gecesi, yalnız Recep ayına mahsus değildir. Şu halde burada Cebrail Aleyhisselamın Resulallah Efendimizi bu ayda yani Recep ayında sadrını yarıp ameliyat ettiği anlaşılıyor. Peygamber Efendimizin ameliyatının bir neticesi olduğunu bizlere anlatmış oluyor. Öyle ise bize Cenabı Allah tarafından ne zaman bir lütfu inayet erişse, ameliyat olayını da içtenlikle arzu ediyorsak, şüphesiz ki bu Allah’ın insanlara bir rağbeti olmuş olacaktır. Çünkü diğer sohbetlerde bu mevzu kullar mı Allah’a rağbet etti, yoksa Allah mı kullarına rağbet etti diye geçmişti. Bundan önce, Allah kullarına rağbet eder. Çünkü Cenabı Allah hidayet etmeyince hiçbir kimsenin ne hidayeti ne de şefaati olamaz. Demek ki evvela Cenabı Hak bize bu aramayı ihsan edecek ki bu Allah’ın kuluna rağbeti olmuş olsun.

Burada “Ey Ademoğlu ben olmasaydım sen olmazdın, sen olmasaydın bende olmazdım” kutsi hadisinin getirdiği netice budur. Evvela Cenabı Hakk’ın kullarına rağbet etmesi, bilahare kullarında Allah’a rağbet etmeleri bu ayda başladı. İşte bu ayın kutsiyeti buradan ileri gelmiş oluyor.

Bu ayda bir de Miraç kandili vardır. Resulallah Efendimiz bu ayda ameliyat oluyor, hem de Miraç hadisesini gerçekleştiriyor. Sayı itibariyle Regaip, Recep ayının ilk Cuma gecesidir. Miraç kandili ise Recep ayının yirmi yedinci gecesine rastlıyor.

Tevhidin bir çok makam ve meratipleri vardır. Bu gecelerin bu şekilde günlerle belirlenmesi de, makam ve meratiplerle ilgilidir. Bu sebeple Peygamber Efendimizin Miracı ameliyatla başlamıştır. Çünkü bir kimsenin Cenabı Hakk’ın huzuruna varabilmesi için evvela temiz olması şarttır. Bu işaretleri biz namazda yapıyoruz. Çünkü namaz Allah’ın huzurunda durmaktır. Allah’ın huzuruna ise ancak temiz olanlar durabilir. Çünkü Cenabı Hak huzuruna temiz olmayanı kabul etmiyor. O yüzden suret abdestini alıyoruz, temizleniyoruz. Allah’ın huzuruna öyle durabiliyoruz çünkü abdestsiz namaz olmuyor.

Miraç edecek kimse de temiz olmazsa Allah onu huzuruna yükseltir mi? Elbette yükseltmez. Öyle ise bu manevi telkinle yani ameliyatla insanın içinin mutlaka temizlenmesi lazımdır.

Çünkü bir hadiste buyuruluyor (İnnallahe la yenzuru ila suveriküm ve ecsamiküm velakin yenzuruila kulubiküm ve amaliküm) “Allah sizin suret ve cisminize bakmaz velakin niyet, amel ve kalbinize bakar.” Bizler de bu telkin ile iç alemimizi temizleyeceğiz. Çünkü Cenabı Hak Kur’an’ı Kerim’inde insanları nelerin temizleyebileceğini bazı ayetlerde açıklamıştır. İşte bu ayetlerin birisinede şöyle buyurulmaktadır. (Ellezine amenu ve tetmeinnu kulubuhüm bi zikrillahela  bizikrillahi tetmeinnul kulüb) “İman edenlerin kalbi zikrullah ile dolmuş olması lazımdır.” Yoksa biz iman etmemişiz demektir. Ayeti kerimenin devamında (Ela bi zikrillahi tetmeinnul kulub) “Biliniz ki insanların kalbi Allah’ın zikri ile temizlenir, huzur bulur.” Çünkü Allah’ın zikri bir kalbe girdi mi, başka hiçbir şey orada barınamaz. Allah’tan gayri olan masiva oradan kendini çeker, kaçar. Cinni şeytani kuvveler kalmaz, yerine melek kuvveleri kalır. Yani insanları daima iyiliğe itecek kuvveler, fiiller kalır. Cinni şeytani olan kuvveler Allah’ın zikri ile olandan uzaklaşır.

Recep ayı deyince anlayacağımız, idrak edeceğimiz şey Allah’ın fiilleridir. Yani Recep ayı fiilullahtır. Aldığımız ikinci ders sıfat dersidir. Burada salik miracına başlayacaktır. Subut olan nispet sıfatından geçti mi Miraç’a yükselmiş olur. İrfaniyetle kendi benliğinden çıkınca Hakk’ın benliğine ulaşır.

İşte buna Miraç denir. Görülüyor ki aynı mertebede, aynı ayda Regaip ile Miraç gecesi başlamış oluyor. Bu Mirac’ı da yaptıktan sonra, yani Miraç gecesinden sonra, insanın vücut varlığı kalır. Vücut varlığından da geçti mi o zaman eline beratı verilecektir. Eline Beratını alması bütün günahların bağışlanmasıdır. Kendine arama sevgisine bahşetmesidir. Bu sevgiyle Rabbimizi arayacağız, onu bulduran vasıtayı bulacağız. Sonra da bulduğumuz vasıtaya rağbet edeceğiz. Bize ne denildi ise bu emirleri o kişiden değil, Allah’tan kabul edebildiğimiz idrakine erince de, biz kullar Rabbimize rağbet etmiş oluruz.

Bu gecelerin bizlere getirdiği anlamı gerek hocalarımız söylemekte, gerekse kitaplar yazmaktadır. Bizim bu geceleri ihya etmemiz gecelerin getirdiği manayı anlamamızdır. Yoksa bir insan nasıl bu geceleri ihya edebilir? Bu geceleri ihya etmemiz, ancak ilim ve irfaniyetle olacaktır. Bu gecelerin getirmiş olduğu manayı ilim ve irfaniyetle idrak edebilirsek, bu geceleri ihya etmiş oluruz. Yoksa ayakta durup da sabaha kadar ibadet etsen, bağırıp, çağırsan, yatıp kalksan, elinde yorgunluktan başka bir şey kalmaz. Bu geceleri idrak edebilmek ilimle olur. Her işin başı ilimdir, irfaniyettir. Bizler ilim ve irfaniyetle Mirac’ımızı yapacağız ve Rabbimize kavuşmuş olacağız. Yoksa sadece ibadetle olacak dava değildir.

İnsan Allah’la beraber olduğu sürece Mirac’tadır. Gafletten sıyrıldığı, uzaklaştığı sürece Mirac’tadır. Kişinin gafleti, Allah’ı unutmasıdır. Fakat unutması Allah’tan ayrı olması demek değildir. İnsanların hayatı Allah’la beraberdir. Bir insan Allah’tan ayrı olduğu zaman yani Allah’ı unuttuğu zaman hayatı felce uğrar.

Demek ki bir insan kendisinin her an Allah’la beraber olduğunu unutmayıp ta bu zevkle yaşayabiliyorsa o kimse her zaman, her nefes Allah’la beraberdir. Kur’an’ı Kerimde böyle olanlar için; (Ellezine hüm ala salatihim daimün) “Onlar salatı daimidedirler” buyurulmaktadır. Namazdan murat Allah’la beraber olmaktır. Miracta bizleri bu hakikatleri anlatıyor. Suret namazında dünya derdini, dünya işini bırakıyoruz, Allah’ın huzuruna duruyoruz. Namaza durmazdan evvel biz Allah’la beraber değil miydik ki, namaza durunca Allah’la beraber olalım. İşte burada daimi namaza erişen kimseler bilirler ki, kendileri ancak bir mazhardan ibarettir. Mazhar nedir? Latif olan varlıkların göründüğü yere mazhar denir. Cenabı Allah bizatihi latiftir. Yarattığı mahlukatın mazhariyetiyle zahir olmaktadır.

İnsan, mazharı tamdır. Cenabı Allah bütün varlıklarını insan mazharında zahir etmektedir. İşte bunu böyle bilen insan, her zaman, her nefes Allah’la beraber yatar, Allah’la beraber kalkar, Allah’la beraber yürür, Allah’la işler. Burada sükun ve harekatın Hak’la beraber olduğunu tefekkür eden bir insan her zaman namazdadır ve her zaman Mirac’dadır. Hiç bir an Allah’tan ayrı olmaz.

Demek ki bir insan, bir defa Rabbine arif oldu mu, artık o insan ne yaparsa yapsın Rabbinden hiçbir zaman ayrı olamaz. Rabbini unutup da kendisini Allah’tan gayrı düşünse bile, yine gayrı değildir. Çünkü gayrı olmasını imkanı yoktur.

Deminki sohbetimizde geçmişti. (Ey Ademoğlu, sen olmasaydın ben olmazdım) senin mazhariyetin olmasaydı ben nasıl zahir olabilirdim? Beni gizlilikten görünmezlikten kurtaran, görüntüye çıkaran sensin. Çünkü Allah yaşar, bilir, duyar, görür, konuşur, irade eder ve güç kuvvet sahibidir. Bu varlıklarını da bütün insanlarda cüz’iyetiyle zahir etmektedir.

Bu itibarla bir insan cüz’dür, küll olamaz. İnsanlarda cüz’i sıfatların bulunması ve bazı kimselerin bizim cüz’i irademiz var, bu cüz’i irademizle iyiyi kötüyü ayır etmek selahiyetini Allah bize vermiştir, demeleri, Cenabı Hakk’ın varlıklarını, biz insanların cüz’i mazharlarıyla zahir ettiğindendir. Bu sıfatların, nasıl cüz’i veya külli olduklarını açıklayalım.

Bu sıfatların insanlara nispet edildiği zamanki durumuna cüz denir. İnsanlar değil de Hak itibar edilecek, nispet edilecek olursa küll olur. Demek ki sıfatların cüz ve küll yapan mazharlarıdır. Cenabı Allah ne cüz ne de küll’dür. Bir yerde hem cüz, hem küll’dür, Ama, zatı itibariyle ne cüz ne de küll’dür. Sıfat ve esmaları itibarıyla ise küll’dür. İnsanlara nispet edilirse cüz’dür. Cüz, az bir şey demektir. Cenabı Allah, külli olan sıfatlarını bir insanı cüz’i sıfatlarıyla zahir etmektedir.

Bir insan ne kadar görebiliyorsa, Cenabı Hak o insandan o kadar görüyor demektir. Daha fazla değil. Bir insan kulağıyla ne işitiyorsa, Cenabı Hak o kimseden o kadar işitiyordur. Daha fazla değil. İşte bu demektir ki ilim maluma tabidir. Biz malumuz. Allah alimdir. Biz nasıl malumatla Rabbimize göründü isek, Rabbimiz bizi öyle bilir ve gerektiği gibi tecelliyatını bizim mazhariyetimize zahir etmiş olur.

Demek ki, Cenabı Allah, yerine göre küll, yerine göre cüz’dür. Fakat zatı itibariyle ne cüz, ne de küll’dür, İsim ve sıfatları itibariyle ise küll’dür. 

MUHACİRLİK 

Muhacirlik hakkında sorulan soruya Efendi Hazretlerinin vermiş olduğu cevabı:

Senden sana göç etmezsen muhacir olamazsın. Doğduğun memleketten hicret edeceksin, doğduğun memlekette kalmayacaksın. Bu hususta hadisi şerif var: "Siz dünyada garip bir kimse gibi olun, asla vatan tutmayın. Veyahut bir yolcu gibi olun, asla ikamet eylemeyin, veyahut kabir ehli gibi olun."

Peygamber Efendimiz bunu söylediği gibi, zahirde de tahakkuk ettirdi. Mekke'den, Medine'ye hicret etti. Mekke, doğum yeridir. Bir insan, tabiatıyla doğar tabiat yaşantısıyla yaşar, ne zamana kadar? Akıl baliğ oluncaya kadar, o tabiat ehlidir. Ona sual yoktur. Akıl baliğ olunca, o tabiat memleketinden göç etmek lazımdır. Allah'ın emirlerini yasaklarını kabul edeceksin, yani tabiattan nefse muhacir olacaksın, hicret edeceksin. Buradan da, yine bir hicret olacak. Bu hicret, nefisten ruha olacak. Nefisten ruha hicret etmek, seyri sülukla olacaktır.

Seyri Sülukla hicret edebilmek için, bir mürşidi kamili bulacaksın. O kamil, seni nefis memleketinden alacak, ruhlar memleketine geçirecek. Üç defa hicret vardır. Nasıl bu aleme gelmezden önce, üç doğuştan geçtik. Niyazi Efendi boşuna mı diyor? 

     Kanden gelir yolun senin

     Ya kande varır menzilin

     Nerden gelip gittiğini

     Anlamayan hayvan imiş 

Nereden, nasıl geldik, niçin geldik ve nereye gideceğiz? Biz insanlar, tümümüz bir ruhtan ayrılmayız (Evvelü ma halakallahü nuri) Allah evvela benim nurumu sonra ruhumu halk etti. O tek bir ruh idi. Buna Ruhi Muhammedi deniliyor. Biz hepimiz bu ruhtan ayrılmayız. (Yaratılmışız)

Cenabı Allah, bu ruhu dörde taksim etti. Evvela toprağa geldik, topraktan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana geldik.

Ruhi Muhammedi, dörde taksim oldu. Ruhi Cemadi, Ruhi Nebati, Ruhi Hayvani, Ruhi İnsani. İşte böylece, biz evvela toprağa geldik, son varacağımız yer de yine topraktır. Bundan kimse kaçamaz. Çünkü, ilk ve en büyük anamız topraktır. Cenabı Allah'ın kudretiyle anamız toprak, babamız da kudreti ilahi oluyor. Yağmurunu da toprağın üzerine kudreti ilahi ile inzal ediyor. Bu toprağın üzerine biz de bitki olarak geliyoruz. Niyazi Efendi buna "Mevaliden Selase" yani üç doğuş diyor. 

     Mevaliden sana her faslü babı

     Kitabün fi kitabin fi kitabi

     Senin vaslın da vardır her birinde

     Cevabün fi cevabin fi cevabi 

Sana, bu aleme nereden geldin diye sorsalar, evvela anne ve babanı gösterirsin diyor. Peki ya oraya nereden geldin? Hayvan aleminden, ya oraya? Bitki aleminden. Ya oraya? Toprak aleminden. Şimdi biz bu üç doğuşla topraktan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana geldik. Madem üç defa doğduk, üç defa da ölmemiz lazım. Her doğuşa, bir ölüm gerekir.

Bu dünyaya geldik, tabiatla yaşıyoruz. Akil baliğ olduğumuz zaman, bu tabiattan öleceğiz, tabiatımızı öldüreceğiz. Oradan göç edeceğiz. Nereye? Nefisten ruha. Ruha intikal etmek için seyrü süluk lazımdır. Bu da mürşidi kamilin himmetiyle olacaktır. Mürşidi kamil, seni nefis memleketinden alacak, ruhlar memleketine intikal ettirecek. Bizim asliyetimiz zaten ruh idi. yine ruha kavuşmuş olacağız. 

     Kanden gelir yolun senin

     Ya kande varır menzilin 

Yolumuz ruh aleminden geliyor. Gideceğimiz yer, yine ruh alemidir. Umumi bir tabirle, Hak'tan gelip Hakk'a gidiyoruz. Bu Ruhi Muhammediye aynı zamanda Alemi Ervah da deniliyor. Bu itibarla da Levhi Mahfuz deniliyor.

İnsanlar, Nuru Muhammediden geldiği için, ruh hafiftir ve ruha ölüm yoktur. Alemi ahirete bu cesetle gidilecek ama, cennetler yukarıda olduğundan nasıl çıkacağız? Bu vücut, yukarıya, ruh olursa o zaman çıkar. Bu ağır ceset, uçar mı?

Şüphesiz, bu seyrü sülükle olacaktır. Hakiki mürşide vardığımız zaman da, o bizi nispet fiilllerimizden, nispet sıfatlarımızdan ve nispet vücudumuzdan çıkarıp, hafifletecektir. Yani, bizi bir ruh olarak bırakacaktır. İşte, böylece, Rabbimize kavuşmuş olacağız. Çünkü Ruh, mazharı zattır. Yani, Cenabı Allah, zatı ile evvela ruha tecelli eder. Sonra ruh cesetlenir ve ağırlaşır. Onun için bu vücutla yukarı alemlere çıkılmaz. Bu vücut varlığından sıyrıldığımız zaman da ,ruh olarak yukarı "İlliyyin" denilen cennetlere yükselmiş oluruz. 

MÜLK 

Cenabı Allah ayeti kerimesinde (Kulillahümme malikel mülki tü’til mülke menteşa’ü ve tenziul mülke mimmen teşau ve tüizzü menteşau ve tüzillu menteşau, biyedikel hayr inneke ala külli şey’in kadir. Tülicülleyle finnehari ve tülicünnehare filleyli ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tühricül meyyite minel hayy veterzüku menteşaü bi ğayri hisab)

Allah mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder. Hayır onun elinden geldikten sonra, Allah ölüden diri çıkarır, diriden de ölü dilediğini de hesapsız rızıklandırır.

Ayette geçen ölüden diri nasıl çıkar? ilk önce ölüden diri çıkarıyor. sonra da diriden ölü çıkarıyor.

Bazıları da bu misali çekirdekle yaparlar. Bir çekirdeğin içerisindeki ağaç ölü mertebesindedir. O çekirdeği tarlaya ektiğin zaman tarlada bir bitki biter. O küçük bir ağaç olur ve diriliğini ispat eder. Ağaç da bir hareket, bir büyüme vardır, bu durum hayatı temsil eder. Bir çekirdek ölü iken o, onu diriltir, sonra kurutur. Velhasıl o bazen de cahil bir adamdan alim bir çocuk yetiştirir. Cahil olan kişi ölü mertebesindedir. Ama o cahil adamdan alim bir çocuk yetiştirir.

Bazen de alim bir adamdan cahil bir çocuk çıkarabilir. Bu konuyla ilgili daha bir çok misaller verilmiştir.

Yukarıda bahsi geçen ayet kerimeye göre Peygamber Efendimizin bir hadisi şerifi vardır. (En nasu niyamun iza matü intrbehü) “İnsanlar uykudadır ancak öldükleri zaman uyanacaklar.” İşte bu bahsi geçen uyku da ölümle kardeştir.

Bir gün Resulallah Efendimize ölümden sorduklarında: “Siz bana uykudan haber verin, bende size ölümden bahsedeyim.” “Bu sebepten uyku ile ölüm kardeştir.” Gaflet uykusunda olanlar ölü mesabesindedir. Hak ve hakikatten haberi olmayanı ölü sayarlar. Bir insan da ölmeyince dirilmez.

Ölüm iki türlüdür. 

     1-İhtiyari ölüm

     2-İzdirari ölüm 

İnsan her iki ölümde de uyanacaktır. Eğer bir kişi ihtiyari ölümle dirilmemiş ise, izdirari ölümle mutlaka dirilecektir. Fakat bu dirilme o kişiye hiç fayda vermeyecektir.

Cenabı Allah bir ayeti kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır. “Allah hiçbir canlının canını almaz, ta ki yerini göstermeyince” İşte senin yerim burası dedikten sonra ruhunu kabzedecektir. Ama ihtiyari ölümle uyanabilirsek işte “o ölüden diri çıkar” demektir.

Şu halde bir kişinin Fenafillah olup sonrada Bekabillaha ulaşması gerekir. Bir kişinin Fenafillah olması ise, Hakk’ın olan tüm varlıklarını kendisine nispet etmeyip Hakk’ın olduğunu bilmesidir. Bu zevke ulaşan bir kimse eyvah ben ölmüşüm, senelerce boşuna dirilik taslıyormuşum, der.

İnsana diriliği kim verir? Allah verir. Bu dirilmeden sonra kişi, “Fena ender fena” zevkiyle, yani yoklukla kazandığı varlıkları dahi, Hakk’a vermesi gerekir. Sen hiçbir zaman Allah olamazsın, bütün varlıkların Allah’ın olduğunu bil, ama Allah seni sınamak için: Makamı Cemde vücuduyla, Hazretül Cemde Sıfatıyla, Hatmül makamda Ef’al’iyle tecelli ediyor. Onlar senindir zannetme, aldanma. İşte bunların tümünün Allah’ın olduğunu anladığın zaman Fena Ender Fena olmuş olursun. 

MÜRŞİD-İ KAMİL 

Soru: Bir Mürşid-i Kamil salike dersini veriyor. Hangi kamile gidersen sen istekli olunca ders veriyor. Bir kamil bu verdiği dersin yanında o salike kemalat da verebilir mi?

Bu hususta Efendi Hazretleri şu açıklamayı yapıyor: Kemalat, o salikin istidadıdır. Burada mühim olan teslimiyyettir. O kimseye, tevhidin sırları teslimiyeti nispetinde açılır. Gaye, tevhidin sırrını almaktır. Tevhit ise, lafız olarak çok kolay anlaşılır. Fakat tevhidin bir sırrı vardır ki, bu, ancak kişinin teslimiyetine bağlıdır.

Muhiddin-i Arabi Hazretleri, "İbadet, sekiz aza üzerine olur" buyuruyor. Kişi, bu sekiz azanın gerektirdiği ibadeti yaparsa mutlaka rahmeti ilahiyeye mazhar olur. Bu sekiz aza Göz, Kulak, Dil, Ayak, Karın, Tenasül uzvu, El ve Kalptir. bu sekiz azaya verilen vazifeleri bihakkın ifa ederse, bu azalar mutlaka Allah'ın rahmetine layık olacaklardır. Bir salikte de kamilin verdiği emirlere karşı teslimiyet tahakkuk ederse, ona mutlaka tevhit olan, Allah'ın rahmeti ulaşır.

Demek kişinin tevhitte kemal bulması onun teslimiyetine bağlı olmuş oluyor. Niyazi Mısri Hazretleri şu beyitleriyle teslimiyetin önemini ne güzel açıklıyor: 

     Yokluktur bu yolda heman

     Teslim olup buna inan

     Sıdk ile Allah'a dayan

     Etmez mi gör ihsan sana 

Demek sıdk ile ve sadakatle teslim olursan, elbette sana ihsan olunacaktır. Velev ki bağlanmış olduğun Kamil, nakıs dahi olsa, Cenabı Allah hakiki bir Kamil'ini mutlaka sana nasip edecektir. Bu hususta Mevlana Hazretleri: "Uyursan bir yol üzerinde uyu. Çünkü bir yolcu geçerken seni tekmeler kaldırır, ama yolun dışında veya herhangi yaban tarlalarında uyursan oradan kimse geçmez ki seni kaldırsın" Bu ne demektir? Bir Kamil'e bağlan, o kamil nakıs dahi olsa, senin teslimiyetin var ise, hakiki bir mürşit gelir seni kemale erdirir. 

     Neylesin talim

     Olamaz teslim

     Ya nice bulsun

     Ol kemalatı 

Hem teslimiyetin yok, hem de benim kamilim bana himmet etmedi, ben bu yoldan hiç bir lezzet alamadım, dersen, o zaman kabahat kamilin değil senindir. 

     Ey nice canlar

     Yanını bekler

     Bulmadık derler

     Bunda lezzatı

Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretlerinin etrafında birçok ihvanlar dolaşırmış. Fakat, hiç biri maalesef lezzet bulamamış. Ama Mısri Niyazi Efendi Hazretleri alacağını almış ve ne güzel cevherler sarf etmiş. 

     Hubbu canımda

     Sırrı zatımda

     Savar üstümden

     Her beliyyatı 

Bir salik de Efendisinin sevgisini canına koyarsa, bilsin ki, o sevgi her beliyyeyi onun üstünden mutlaka savacaktır. Senin o sevgin, başına bela getirmeyecek, bilakis o belayı defedecektir. Ama, bazen imtihan halleri de olabilir. Bu imtihan, muhakkak senin kemale gelmen içindir. buna tahammül etmen gerektir.

Cenabı Allah bir ayeti kerimesinde  (Kad eflaha men tezekka) "Şol kimseler muhakkak ki temizlendi, tezkiye oldu. Kimler temizlendi, onlar felah buldu." Peki, onlar kimlerdir? Onlar, "Rabbin ismini zikredenler ve namaz kılanlardır." İşte onlar, muhakkak felah buldular ve temizlendiler. 

MÜŞKÜL OLARAK SORULAN BİR KUDSİ HADİS 

(Men talebeni vecedeni ve men vecedeni aşakani ve men aşakani kateltühü ve ene diyetühü) "Kim, beni anarsa beni bulur. Bulunduğum o kimseyi kendime aşık ederim, sevdiririm, kendime aşık ettiğim kimseyi arif ederim, arif ettiğim kimseyi katlederim, katlettiğim kimseye diyet ben olurum. Onunla benim aramda hiç bir fark kalmaz."

Bu hadisi kutsinin ledünni anlamı: Beni bilen arar, o arayan kimseye kendimi buldururum, diyor. Vecede: Bulmaktır. Bulunduğum o kimseyi kendime aşık ederim, onu kendime sevdiririm, aşık ettiğim kimseyi arif ederim, arif ettiğim kimseyi katlederim, yani öldürürüm diyor. Katlettiğim kimseye diyet ben olurum. Onunla benim aramda hiç fark kalmaz. Tabii ki, yine bilen arayacaktır. Aramasını bilmeyen kimseler, ibadetine güvenir, kitaba güvenir. Ben yapmış olduğum bu ibadetle, oruçla, namazla, hacla, Kur'an okumayla, aradığımı bulacağım diyorsa, aramasını bilmiyor demektir. Bir insan, eğer Kur'an’ı Kerimi anlayarak okusaydı, aramasını bilirdi. Çünkü, Kur'an’ı Kerim, kendisinin nerede olduğunu bizlere açıklıyor.

Hak Teala Hazretleri, kendisini insanlarda mevcut etmiştir. Cenabı Allah Kur'an’ı Keriminde bize bizden daha yakın olduğunu bildiriyor. (Ve nahnü akrebu ileyhi min hablil verid) "Biz ona şah damarından daha yakınız" diyor. Şimdi, Kur'an’ı Kerimi okuyan, bu ayeti anlayarak okusa idi, bize bizden daha yakın olanı bulmanın, her halde ilimle olduğunu bilmiş olurdu. Onun için, buna şüphesiz bir ilim lazımdır. Daha önceki sohbetlerimizde, ilmin iki kısım olduğunu belirtmiştik. Bu ilimlerden birisi zahir ilim, birisi batın ilimdir. Bir insan, bu iki ilmi tahsil etmeyle aradığını bulacaktır. Fakat, ne yazık ki, zahir ilmini arıyoruz ve tahsil ediyoruz, biz zannediyoruz bu zahir ilimle aradığımız bulunacak. Madem ki, Kur'an’ı Kerimde adı geçen bir ledün ilmi vardır, o halde bu ilmi tahsil etmek lazımdır. Zahir ilmi tahsil eden uyanık bir kimse düşünür, ledün ilmi nerededir? Bunun okulu var mıdır? Bu ilim nerede öğretiliyor? Bunu aramaya çıkacak.

Fakat şimdiki zamanımızda bu ilim, gizli bir ilim olduğu için, bunu zahir ulemalarımız, zahir hocalarımız, bu ilmin var olduğunu fakat nerede öğrenildiğini bilmediklerinden diyorlar ki: bu ilim, peygamber ve evliyalara mahsustur. Biz peygamber değiliz, evliya da değiliz. Bu ilim bize gerekmez. Biz zahir ilmini, Allah'ın buyruklarını yapalım, yasaklarından da kaçınalım, böylelikle bu alemde bulamazsak ahirette bulacağız deyip kesip atıyorlar.

Cenabı Hak Teala Hazretleri, ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor (Vemen kane fi hazihi a'ma vehüve fil ahirati a'ma) "Bu dünyada ama olan, öbür alemde dahi amadır" Eğer bu ayeti anlasalardı, aramaya çıkarlardı. Bu aramaya çıkması da, bir ilme bağlıdır. Onun için bilen arar deniliyor. Bilmeyen cahildir, cehaletinden dolayı aramasını bilmez. Ne zaman bilen arayacak; o zaman Allah'ın insanlarda mevcut olduğunu anlayacak. O zaman insanlar da Allah'ı bulabilecek ve görebilecektir. Bu insan da olgun bir insan olabilecektir. Nasıl olgun bir insan olacak? İnsan bir ruhla ruhlanmış. Nasıl Kur'an’ı Kerimde Cenabı Allah Adem babamıza (Venefahtü fihi min ruhi fekau lehu sacidin) "Biz Ademe kendi ruhumuzdan ruh üfledik" demesiyle, o kişi insanı kamil oldu. Şimdi aramayı bilen bir kimse, bu insanı kamili arayacaktır. Yeryüzünde insanı kamili buldun mu, o zaman, Allah'ı bulması çok kolay olacaktır.

Fakat insanı kamili aramayıp da kendi ibadetine güvenerek bulurum diyenler, aramalarını bilmiyorlar, onlar bulamayacaklardır.Büyüğümüz, okuduğumuz ilahilerin sahibi Mısri Niyazi Efendi Hazretleri, bunu açık açık anlatmış. 

     Hakkı istersen yürü insana bak

     Şems-i zat yüzünde rahşan eylemiş 

Fakat, bu tasavvufi olduğu için okumaya korkuyoruz. Kur'an’ı Kerim arapçadır, arabidir. Okuyoruz ama anlamıyoruz. Peygamber Efendimiz hadisi şeriflerinde diyor: "Hafızların küllüsü cahildir" neden? Ezbere okuyor, anlayarak okumuyor. Ondan, Niyazi Efendinin buyurduğu gibi, eğer Hakk'ı istiyorsan, Hakk'ı arıyorsan o insanı ara, Allah'ı insanda arayacaksın, insanda bulacaksın. Çünkü, Cenabı Hakk'ın zatının güneşi o insanın yüzünde parlamıştır diyor. Cenabı Allah'ın, insanların yüzünde yedi ayeti vardır. Kur'an’ı Kerimi, Mushafı Şerifi yak, bu yedi ayet yanmaz deniliyor.

Bu yanmayan yedi ayetini, Cenabı Allah kudret eliyle, insanların yüzüne yazmıştır. Bunun İçin Kur'an’ı Kerimde buyruluyor. (İkra kitabeke kefa binefsi kel yevme aleyke hasiba) "Sen (nefis) kitabını oku, bu gün, sana hesaba kifayet edecektir." insanın, kendisini Allah'tan gayri kabul etmesi bir nefistir. Nefsini okumak, kendini okumak demektir.

Resulullah Efendimiz de hadisi şeriflerinde (Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu) "Kim kendi nefsini bildiyse o Rabbini bildi" buyuruyor. İşte ayeti kerimede bunun için diyor (İkra Kitabeke kefa bi nefsikel yevme aleyke hasiba) (nefis) kitabınızı okuyunuz bu gün hesaba kifayet edecektir. Fakat, bu ayeti kerimeyi ehli zahir, alemi ahirete atıyor.

Alemi ahirette, insanlar denilecek, "Kitabınızı okuyunuz." Çünkü insanlar dünyada her ne işlerler se, biri sağında, biri solunda iki melek onları yazıyor. İşte bu yazılanlar kitap halinde toplanacak ve alemi ahirette insanlara denilecek. "Kitabınızı okuyunuz" ve "Nereye layıksan oraya git." Kur'an’ı Kerim, ahiret için nazil olmuş değildir. Bu alem içindir. Bu alemde Kur'an’ı Kerimi anlayarak okusaydık, Kur'an’ı Kerimin  bizim bir insanı kamile gitmemizi emrettiğini görecektik. Lakin şu ayeti okuyoruz anlamıyoruz. Buna vesile ayeti deniliyor. (Vebtegu ileyhil vesilete) "Ey iman edenler ,siz Allah'tan korkunuz ve ona bir vesile arayınız ve bu yolda çok ceht ediniz ki felah bulasınız."

Bu vesile nedir? Bir alime soracak olursak, bize diyecek ki; Allah'ın emirlerini yap, yasaklarından kaçın. Bu yaptıkların, Allah'tan korktuğuna vesile olacaktır. Şayet böyle olmuş olsaydı, ayeti kerimenin şöyle demesi icap ederdi: Ey insanlar, Allah'tan korkuyorsanız Allah'ın buyruklarını yapın, yasaklarından kaçın, be vesileyle Allah'tan korktuğunuzu ispat edersiniz.

Allah'tan niçin korkulur? Allah öcü müdür ki ondan korkasın?

Bir hadisi şerif vardır. Peygamber Efendimiz bu hadislerinde şöyle buyuruyorlar: "Allah'tan en çok korkanlar, Allah'a en yakın olanlardır." Yine bir başka hadis de: (Re'sul hikmeti me hafetullah) "Hikmetin başı Allah korkusudur."

Mevzumuzun başında sözü geçtiği gibi, yine, Allah'ı bilen, Allah'ı bulan Allah'tan korkar. Allah'ı bilmeyen, Allah'ı bulmayan Allah'tan korkmuş sayılmaz. Çünkü o, şirkin ortasında tufan denizinde batmıştır. Buradan kurtulamaz. Kurtulabilmesi için vesile yaetine uyarak, o vesile olan insanı kamili bulacak, bunun sayesinde şirklerden kurtulmuş olacaktır.

Başka bir ayeti kerimede de şöyle buyruluyor: (Velimen hafe makame rabbihi cennetan) "Rabbin makamından korkanlar için iki cennet verilecektir." Cennetin birisinin büyüklüğü, dünyamızın kaç misli büyüklüğünde, cennet, bu kadar büyük iken bir kişi iki cenneti ne yapacak? Sana dünyayı verseler, bu dünya gibi bir tane daha verseler, ne yaparsın? Cennetler 8 olmak hasebiyle, 4'ü amel mukabilinde verilecek,4'ü de irfan cenneti olacak. Amel cennetinde, yeme içmeyle, lezzetlenme vardır.

İrfan cennetinde, yeme içme yoktur. Peki öyleyse, orada lezzetlenme neyle olacak? Cemali İlahi ile olacak. Allah'a baktıkça zevk duyacaksın. Baktıkça, yemeyi içmeyi de unutacaksın. İşte kim Rabbin makamından korkuyorsa, onlara bu cennetler verilecektir. edir Rabbinizin makamı? Rabbimizin makamı, uluhiyyettir. Uluhiyyet nedir? Uluhiyyette 3 mertebe vardır. Bu mertebeler. Ef'aliyet, mevsufiyet ve mevcudiyettir. Yani, Allah tüm işlerin failidir, işleyicisidir. Bütün sıfatların mevsufudur, bütün sıfatlarla sıfatlanan O'dur. Bütün varlıkların, mevcudiyetin sahibi de yine O'dur.

Allah'ı bilmeyen cahil bir kimse, Allah'ın uluhiyetine el atmış, her fiilin faili Allah iken, ikinci bir fail olmuş, şu işi işledim şunu şöyle yaptım, bunu böyle yaptım der. Fail Allah iken, kendisi fail olmuş. Allah'tan korkmak bu mudur?

Tüm sıfatların sıfatlananı Allah iken, biz cehaletimizden, bilmeyişimizde dolayı Allah'a ortakçı olduk. Nedir bize verilen bu sıfatlar? Başta, yaşamamız gelir, Bu hayat, yaşamak bize emanet verildi. Neden sen, bunu kendine bağladın? Eğer hayat senin idiyse, neden ölüyorsun? Hayat sahibi ölmez.

Cenabı Allah, Kur'an’ı Kerim'inde hayatı kendine bağlıyor. (Allahü lailahe illa hüvel hayyül kayyüm) "O Rabbiniz ki birdir, onun temsili, eşidi, akranı, yoktur. O tek olan Allah hayatla kaimdir." Hayatı kendine aldı .Allah, insanlara ilmini de emanet vermiştir. Biz bu ilme de sahip olduk. Ben okudum ,ben tahsil ettim, şu ilimleri öğrendim, şunları biliyorum derim. Fakat kişi, Kur'an’ı Kerimi anlayarak okusaydı, bunu da Allah'ın kendisine aldığını görecekti. (Vallahu ya'lemu ve entüm la ta'lemun) "Bilen Allah'tır siz bilmezsiniz."

Görmeye, duymaya gelince, Cenabı Allah, Kur'an’ı Kerim'inde bunların da kendisinin olduğunu bildiriyor. (İnnallahe hüvessemi'ul basir) "O tek olan Allah duyar ve görür." Velhasıl Cenabı Allah bizlere ne gibi sıfatlar verdi ise, bunları emaneten verdi. Ayeti kerimede buyruluyor. (Entüeddül emanati ila ehliha) "Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder." Bu emanet ehli kimdir? Allah'tır. Bizlere verdiği emanetleri, bizler de sahibine verirsek, Allah'a ortak koşmaktan, şirkten kurtulmuş oluruz. Dolayısıyla, bütün bu varlıkların onun olduğunu anladığımız zaman, bizim burada hiç bir payımız olmadığını, kendimizin ancak bir mazhardan ibaret olduğumuzun idrakine vardığımızda da, Cenabı Allah'ın Adem'i kendisine alet ettiğini, işlerini Adem'le gördürüp, sıfatlarını Adem'in mazharından zuhura getirdiğini anlamış oluruz.

Bir kutsi hadiste buyruluyor: "Ey Adem oğlu sen olmasaydın, ben olmazdım. Ben olmasaydım, sen de olmazdın. "Allah'ın zuhuru ,Allah'ın açığa çıkması insanladır. Adem'ledir İnsan hayatını kaybettiği zaman kalıbı, elleri, ayakları, gözleri, kulakları ve dili meydanda, fakat hiç birisi iş görmüyor .Bu gün, bu saat gelmezden önce ,nasıl olacağımızı Peygamber Efendimiz bizlere söylüyor. (Mutu kable entemutu) "Siz ölmeden önce ölünüz." Bu hususta Kur'an’ı Kerim'inde Cenabı Allah, Vesile ayetini bildirmiştir. "Bu yolda çok ceht ediniz ki felah bulasınız" diyor.

Ölmeden evvelki ölüm, ilimle olacaktır. İlimsiz olmaz. Bu ilmi tahsil etmeye başladığımızda, bu ilmin, Allah'ın bir ayeti olduğunu anlayacağız. Bizde tasarruf edenin Allah olduğunu anlamış olacağız. İzdirari ölüm geldiğinde, yani ruh bedenden çıktığında ne olacağız? kaygılarından bizi ilim kurtaracaktır.

Rabbine arif olmuş ve bu tevhit ilmini tahsil etmiş olan bir kimsenin ruhu, bedenden ayrılır ayrılmaz Rabbine kavuşacaktır. Bir ölüm hadisi vardır. Hak Teala Hazretleri buyuruyor. "Fail olduğum halde hiç bir işimden tiksinmedim, hiç bir işim bana zor gelmedi, lakin mü'min kulumun ruhunu kabzetmekten tiksindim. Ama ne yapayım o kulumun da bana vuslatı gerek." Onun için ölüm, Allah'a kavuşmaktır. Ama ihtiyari ölümle kavuşamadıysan, izdirari ölümle kavuşamazsın. Ayeti kerime vardır. (Men kane fi hazihi ama fehüve fil ahireti ama) "Bu alemde ama olan ahiret aleminde de amadır."

Bu ilmi tahsil etmemiz için, gerçek, olgun bir insan bulacağız. İşte Niyazi Efendi Hazretlerinin dediği: 

     Hakkı istersen yürü insana bak

     Şemsi zat yüzünde rahşan eylemiş 

Allah'ın zatının güneşi, insanın yüzünde parlamıştır. Çünkü Cenabı Allah, ölmez, çürümez , yanmaz olan yedi ayetini, insanın vechinde yazdı. Onun için diyor: 

     Zahida suret gözetme

     İçeri gel cana bak

     Vechi üzre gör ne yazmış

     Defteri Rahman'a bak 

Resulullah Efendimiz boşuna mı demiş? (El insanu vel Kur'anu tev'emani) "İnsanla Kur'an ikiz kardeştir." Kur'an’da ne var ise, insanda da var. Pir Efendimiz de Kur'an’ın üç kısım olduğunu bize bildiriyor. İnsanın yüzünde Kur'an’ı okuyor. 

     Vechi üzre gör ne yazmış

     Defteri Rahman'a bak

     Vechinde manayı Kur'an okuyan

     Eylemez Evrat içinde lafzı Kur'an’ı bahs. 

Kim senin yüzünde Kur'an’ın manasını okuyorsa, o kağıt üzerinde yazılmış Kur'an sözlerinden bahsetmez. Biraz önce, Pir Efendimizin Kur'an’ın üç kısım olduğunu bildirdiğinden bahsetmiştik. 

1) Lafzı Kur'an: Bu Mushaf Şeriftir. Kur'an’ın sözleridir.

2) Suveri Kur'an: Bu kainatta gözümüz ne görüyorsa, bunlar da Kur'an’dır. Yalnız, bu kainatın kitabını okumak için, ledün ilmini tahsil etmek lazımdır. Mısri Niyazi Efendi bunu şu beyitleriyle açıklamıştır: 

     Hep kitabı Hak’tır eşya sandığın

     Ol okur kim seyri evtan eylemiş 

Senin bu eşya sandıkların, hep Hakk'ın kitabıdır. Seyri meratip görenler, bu eşyanın, kitap olduğunu bilirler ve onu okurlar.

Hak Teala Hazretleri ,bu kainatın kitap olduğunu Lafzı Kur'an dediğimiz Kur'an’ın sözlerinde bildirmiştir. (Vetturi ve kitabin mestur fi rakkin menşur) Tur, dağların en yücesidir. Hazreti Musa Aleyhisselam için diyor. Tur dağı dağların en büyüğüdür. Peki nedir bu Tur dağı? İnsanı kamilin gönlüdür. İnsanın kamilin gönlünden daha büyük bir yer yoktur.

Hak Teala Hazretleri, bir kutsi hadisinde buyuruyor: (Ma veseani ardi vela semai bel veseani kalbu abdi) "Yerler ve göklere sığmam mü'min kulumun kalbine sığarım." İşte, en büyük dağ budur. Kitab-ı mestur, bütün bu kainat, satırlarla yazılmış bir kitaptır. Bu kainata bakalım, sana kitap olduğunu nasıl söyleyecek? Bir ilahide geçer:

     Her neye baksa gözün sırrı Sübhan ondadır 

Neye baktın, gözün neyi gördü? Bitkileri mi gördü? O bitkide, Allah'ın bir sırrı var. Bir insan, eşyaya baktığı zaman o eşyada Hakk'ın ef'alini görecek. Bir bitkide hareket var, büyüme var, onu büyüten Allah'tır. O bitkinin içinde de, onun mevcudiyeti var. Aç gözünü de, bu kitabı oku. Bu alem ve içindekilerin bir kitap olduğunu gör. İşte bu eşya da, bu kainat da, ikinci saydığım Kur'an’ın sureti olmuş oluyor. Anlayan, bilen bir kimse, eşyada Hakk'ın ef'alini, Hakk'ın sıfatlarını, Hakk'ın zatını görüyorsa Kur'an’da da bunlar var.

3) Şimdi gelelim üçüncü manaya: Bu, Maani Kur'an’dır. Bu Kur'an’ı da insan kendisinde bulacaktır. Ancak, o vesileyi bulanlara okutulacaktır. Hiçbir ilim öğretmensiz öğrenilmez. Her ilmin bir öğretmeni vardır. Bu ilmin öğretmenini bulduğumuz zaman, kainatın nasıl bir kitap olduğunu, insanın yüzünün de Rahmanın defteri olduğunu, nasıl okuyabileceğimizi bize bu öğretmen öğretecek, Yunus'un bir sözü var: 

     Hasta olmuş iniler Kur'an ün'ünü dinler

     Kur'an kendisi olmuş kendi Kur'an içinde 

Hem Kuranı okuyor. Hem sadayı dinliyor, hem de kendisi Kur'an olmuş. İnsanlarda, okunmaya layık çok meseleler vardır. Kendimizde olan mevcudiyeti okuyabilmemiz için, bir öğretmene ihtiyaç var. Öğretmeni bulduğumuz zaman da, hem lafzı Kur'an’ı okuruz, hem kainatın, hem de kendimizin bir Kur'an olduğunu anlamış oluruz. 

NAMAZ ORUÇ 

Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde (İn tensurullahe yensurküm ve yüsebbitakdameküm) “Siz Allah’a yardımcı olursanız Allah’ta size yardımcı olur ve sizin ayaklarınızı kaydırmaz” buyuruyor.

Kulun Allah’a yardımı nasıl olur? Allah’ın kula yardımı nasıl olur? Ayeti kerimede anılan kul, Allah’a nasıl yardım eder? Allah’ın yardıma ihtiyacı olur mu? Kulların Allah’a yardımı, Allah’ı izhar etmektir. Fehmi Efendinin bir sözü vardır. 

     İhtiyacındır bilinmek

     Fehmi’yi var eyledin 

İnsanların Allah’ı zuhura getirmesi, Allah’a bir yardım olmuş oluyor. Nasıl, Fatiha’yı Şerif’in yarısı Allah’a aittir, yarısı da kullara aittir. Fatiha’yı Şerif Allah’la kullar arasında müştereken nail olmuştur. Bütün ibadetlerde böyledir. Namaz da kul ile Allah arasında yapılan bir ibadettir.

Zatın birisi Teveccüt namazını hatmi şerifle kılıyor. Ebu Medyen Hazretlerine diyor ki, ben teveccüt namazını hatmi şerif ile kılıyorum. Ya öyle mi, peki, bir daha namaza durduğun zaman Hazreti Resulallah Efendimizi senin karşında seni dinliyormuş kabul ederek namazını kıl, diyor. Bu düşünceyle namaza duruyor ama, ancak bir sure okuyabiliyor. Ertesi gün soruyor nasıl kıldın diyor, ancak bir sure okuyabildim diyor. Ebu Medyen Hazretleri şimdi de Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimize vahy getiriyormuş mülazasıyla kıl. Bu sefer ancak birkaç ayet okuyabiliyor. Ertesi gün şimdi de farz et ki Hazreti Allah Cebrail Aleyhisselam’a vahy ediyor mülazasıyla kıl diyor. Adam okumaya başlıyor,(Elhamdulillahi rabbilalemin errahmanirrahiym maliki yevmiddin.)diyor (İyyakena’büdü) diyeceği zaman kulağına garip bir ses geliyor Ey yalancı. Hemen şaşırıyor ve başka okuyamıyor. O zaman gelip Ebu Medyen Hazretlerine durumu anlatıyor. Ebu Medyen Hazretleri sen kolay mı zannediyorsun “İyyakena’büdü” demeyi? Senin vücut varlığın duruyor, vücut varlığıyla “İyyakena’büdü” diyemezsin. Ancak vücut varlığından çıktığın zaman “İyyakena’büdü” diyemezsin, (İyyakena’büdü)’nün anlamı: “Yalnız sana ibadet ediyoruz” demektir.

(Vema halaktül cinne vel inse illa liyabudun) Ayeti kerimesi nazil olduğunda Ashabı Kiram Peygamber Efendimize sordular. İbadet nedir ya Resulallah? Peygamber Efendimiz de buyurdular ki (Eyliyuvahhidun,ey liyarifun) “Muvahhit olmak ve arif olmaktır.” Demek ki ibadet yalnız yatıp kalkmaktan ibaret değil, aynı zaman da Allah’ı tevhit etmek ve arif olmaktır, onu bilmektir. Resulallah Efendimiz Allah’ı bilmeyi (Men arafe nefsehu fekat arafe Rabbehu) Hadisi Şerifine bağlamıştır. Bu durum da kulun Allah’a ibadet etmesi, kulun yokluğunu bilmesidir. Bir kimse Allah’ta fani olursa, bundan daha büyük bir ibadet olamaz.

İşte böylece (İn tensurullahe yensurküm) Siz bana yardımcı olun, bende size yardımcı olayım. Yani siz bende yok olun, varlığınızı bende yok edin, ben de size yardım edeyim, sizin yokluğunuzda tecelli edeyim.

Bir salik kendi varlığını Allah’ın varlığında yok ettiği zaman Allah’a yardım etmiş olur. Allah’ın da kula yardım etmesi, onu mazharında zuhur etmesidir. Böylece Cenabı Allah, yardım ettiği kulunun ayağını bir daha kaydırmaz.

Kur’anı Kerim’de, buna benzer başka bir ayeti kerime daha vardır. (Rabbena la tüzi kulübena ba’de iz hedeytena) Siz şöylece dua ediniz “Ey bizim Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra bizim kalplerimizi kaydırma ve bize rahmetini bağışla çünkü sen bağışlayıcısın.”

Peki insan hidayete erdikten sonra, ayağı veya kalbi nasıl kayar? Kalbin kayması, kalbin gaflet etmesidir. Bir kalp Allah’ta gafil oldu mu, o kalp kaymıştır. Onun için Cenabı Allah kullarının bir an dahi gafil olmamalarını ister. İşte bundan dolayı, bizlere kalbi zikir talim ettiriliyor. Kişinin kalbi ancak, kalbi zikirle uyanık durur ve gaflet etmez. Kişinin gafleti zikrinin durmasıdır.

Demek ki, kulun Allah’a yardım etmesi onu zuhura getirmesidir. Allah’ı zuhura getirebilmesi için onun mazharında yok olması icap eder. Başka türlü Allah zahir olmaz. Allah’ın zahire çıkması da, kişinin varlığını yok etmesiyle mümkündür. Kişinin kendi varlığını yok edebilmesi, en büyük ibadettir. Eğer salik bu ibadete nail, olursa Allah bütün varlığıyla o kulun mazharında tecelli eder. O zaman Rab da kuluna ibadet etmiş olur.

Bunun için Muhiddin’i Arabi Hazretleri (Fezküruni ezkürküm) Ayeti kerimesini namaza bağlamıştır. Siz bana namaz kılarsanız ben de sizin için namaz kılarım. Çünkü namaz, bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. Eğer zikir arıyorsan namazda zikir var, ibadet, dua arıyorsan o da mevcut. Dua: Allah’a yalvarmaktır. Onun için Resulallah Efendimiz bir hadislerinde buyurmuşlardır.

(Efdalüd duai Elhamdülillah) Hiçbir namazın bir rekatı bile Elhamsız kılınmıyor. “Dua en büyük Elhamdülillah” olduğu için her rekatta okunuyor ve vaciptir. Bu sebepten namaz bir duadır. Rükular, yapılan tekbirler, bir zikir mesabesindedir. Demek namazda hem zikir var, hem dua var, hem de kulluğu icra etmek vardır. Kulluğun icrası nasıldır? Emirleri yerine getirmektir. Cenabı Allah’ın bir emri de namaz kılmak olduğu için bir kimse namazını kılarsa kulluğunu yapmış olur. Namazda, dua, zikir ve kulluk olduğu için, Muhiddin-i Arabi Hazretleri (Fezkuruni ezkürküm) Ayeti kerimesini namaza almıştır. Fakat, namaz alalade bir şey değildir. Onun için bir yerde Mevlana Hazretleri, namaz kılınacak bir nesne midir? diyor. Resulallah Efendimiz de (Essalatü miracül mü’minin) “Namaz mü’minin miracıdır” buyuruyor.

Muhiddin-i Arabi Hazretleri bunlara ilave ediyor. “Namaz kılan bir kimse namazında Rabbini görecektir. Eğer görmedi ise o kimse namaz kılmamıştır.”

Peki bir insan namazda Rabbini nasıl görebilir? Hazreti Musa’nın dediği gibi, görün bana bakayım sana şekliyle mi görecektir? Burada kişi, aslında arif olacaktır. Kendi yokluğunu bilip, kendi yokluğunda Hakk'ın varlığının zuhurunu müşahade edcektir. Çünkü, namazdaki yapılan hareketler bize onu ifade ediyor.

Bir kimse, namaza durduğunda bir takım hareketler yapıyor, elini kulağına götürüp Allahu ekber diye tekbir alıyor, sonra ellerini bağlıyor. Biz yapılan bu hareketlerin ne mana ifade ettiğini biliyor muyuz? Bu hareketler tevhitte bizlere şu manayı ifade ediyor.

Yarabbi, bu ana kadar ellerimle işlenen fiili ben işledim zannediyordum, şimdi arif oldum, her fiilin faili sen imişsin ,elimi bağlıyorum ve işlemez oluyorum, Allahu ekber diyerek rükuya vardığımda sıfatlarında benim olmadığını idrak edip sıfatlarda senin Yarabbi diyorum. Buna da arif oldum. Nasıl kıyamda ellerimi bağladığımda fiilin senin olduğunu idrak ettim, şimdi de sıfatların senin olduğunu idrak ettim.

Secdeye vardığında, vücutta Hakk’ın olduğunu anlayınca (Fezkürüni) yi ifade etmiş oluyorsun, “Fezkürüni”den murat budur, yani kulun kendi benliğinden çıkmasıdır. Kul böyle varlığından geçti mi ikinci rekatta Allah kendi varlığını kulun mazharında zuhura getirmiş olur. İşte bir salik, bu durumlara arif olursa, onun namazı miraç olur ve Allah’ın şu ayetinin mazharı olmamış olurlar. (Feveylünlil musallin ellezinehüm an salatihim sahun) “Vay şu namaz kılanlara ki namazlarını gaflet ile kılarlar.”

Bazı kimseler diyorlar, namaz bizim borcumuzdur. Hatta bunu borç kabul ettiklerinden, bir kişi nasıl diğer bir kişiye olan borcunu ödemeyince veya ödeyemeyince rahat edemiyorsa, namazı da böyle borç kabul eden kimseler namazını kılmayınca rahat edemiyor. Namazını kıldı mı, para borcunu ödemiş bir kimse misali hafifliyor.

Bazı kimseler namaz bir emirdir, bizler ise bu emri yerine getirmekle mükellefiz diye düşünürler. Fakat namazın ne mana taşıdığını hiç düşünmezler. Dolayısıyla (Essalatü miracül mü’minin) “Namaz Mü’minin miracıdır.” Hadisinden bir şey anlamazlar. İşte böyle düşünmeden, namazın hakikatini bilmeyerek namaz kılanlar için, daha evvela okunan ayeti kerimede buyurulduğu gibi (Yazıklar olsun, eyvahlar olsun, gaflet ile namaz kılanlara) uyarısı gelmiştir.

Madem ki hal böyledir. Bir kimse de yapmış olduğu ibadetleri dikkatle yapacaktır. Namaz esnasındaki yapılan hareketler, ne mana ifade ediyor, bunu bilecektir. Zahiren bile, bir kişi bilmeyerek bir iş yaparsa, ne o işlediği işin bir hayrı olur, ne de o işten bir kazanç temin edebilir. Fakat yaptığı işi bilerek yaparsa, mutlaka o işten zarar görmez ve kazançlı çıkar. İbadetler de böyledir. Namazı da kılarken, namazın da miraç olduğunu tasavvur edeceksin, idrak edeceksin. İşte o zaman yapmış olduğun ibadet, gerçek ibadet olmuş olacaktır. 

Oruç da böyledir. Oruç, yalnız aç durmaktan ibaret değildir .Orucun taşıdığı bir mana vardır. Nasıl bir insan namazını kılmak için abdest alıyorsa ki bu abdest, temizliğin işaretidir. Çünkü, Allah’ın huzuruna temiz olarak durulur. Oruç da kişinin manevi temizliğidir.

Kabul edelim abdest ile elimizdeki, yüzümüzdeki ve ayağımızdaki kirleri temizleyip, dış temizliğini yaptık ve bu azalarımız temizlendi. Peki içimizi nasıl temizliyeceğiz? İçimizi de oruçla temizleyeceğiz. Onun için oruç, aynı zamanda manevi bir temizliktir.

Aç durup orucumuzu tuttuğumuz halde, iç temizliğimizin olup olmadığını hiç düşünüyor muyuz? Oruç’un gerçek manası, bizim maneviyat kirlerimizin temizliğidir. Peki bu maneviyat kirleri nedir? Bu maneviyat kirleri şirktir. Onun için Cenabı Allah Kur’an’ı Keriminde (İnnallahe la yağfiru en yüşrake bihi ve yağfirü madüne zalike limen yeşaü) “Allah şirkten maada her günahı affeder ancak şirki affetmez” buyuruluyor. Şirk ise Allah’a ortak koşmaktır. Haşa Allah ortaklığı kabul etmez. Ama ne yazık ki, bilmeyerek sen ona ortak oluyorsun. İşte bunun için Resulallah Efendimiz: “Ben ümmetimin görünen şirklerinden korkmam, görünmeyen şirklerinden korkarım.” demiştir. Görünmeyen bilinmeyen şirkler ise, güç kuvvet Allah’ın iken bütün işlerin faili Allah iken, sen de işlenen bu işlere ortak olursan. Yani ben şunu yaptım, ben şu işi işledim dersen o zaman şirk etmiş olursun.

Cenabı Hak ayeti kerimesinde (Vallahü halakaküm vema ta’melun) “Allah sizleri halk etti, sizlerin fiilerini de halk edici odur.” Allah böyle söyleyip dururken, sen nasıl olur da ben şu işi yaptım, ben bu işi yaptım diyebiliyorsun? İşte bu bilinmeyen görünmeyen şirktir, Allah’a ortak koşmaktır. Ama bir insan, orucun hakikatine arif olduğu zaman, oruç o kimseyi temizleyecektir.

Oruç, zahirde otuz gündür. Hadisi şerif’te Peygamber Efendimiz Ramazan’ı Şerif’i üç bölüme ayırarak ilk on günü rahmet, ikinci on günü mağfiret, üçüncü on günü de cehennemden azat olarak, buyurmuşlardır. İlk on gününe rahmet denilmesi, ilk on gün Allah’ın kullarına rahmet etmesidir.

Peki bizler otuz gün oruç tuttuğumuzda, ilk on gününde Allah’ın rahmetine mazhar olabiliyor muyuz? Hiç kendimizi böyle bir yoklamaya tabi tuttuk mu? Madem ki Allah bunu şer’an Resulallah Efendimizin hadisleriyle böyle emretmiş, bu sebepten Ramazan’ın ilk on günü rahmettir.

İkinci on günü ise mağfirettir. Mağfiret ise, günahların af olunmasıdır. Eğer kişinin günahları af olunursa, o kişi, kendisinde bir hafiflik hissetmesi lazımdır. İnsana ağırlık getiren, günahlarıdır. Eğer sen bu ikinci on günüde tuttuğun halde, kendinde bir hafiflik hissetmediysen, gerçekten orucunu tutmadın demektir.

Orucun son on günü ise azattır, kurtuluştur. Azad demek bir kişinin hastalıktan veya bir çileden kurtulması demektir. Allah’ın en şiddetli azabı cehennem azabıdır. Böyle bir azaptan kurtulmuş veya kurtulamamış olduğunu, orucun son on gününü tutmakla anlamış oluruz.

Eskiden kölelik varmış. Köle pazarları kurulup o pazarlarda zenginler gelip beğendikleri köleyi satın alırlar ve o satın aldıkları köleyi ömür boyu emrinde çalıştırırmış. Fakat o köle, ağasını razı edecek hayırlı bir iş işlediği zaman, ağası kölesinden razı olur ve “seni azat ettim” dediğinde o köle kölelikten kurtulmuş olurmuş, serbest kalırmış.

Demek ki, Ramazan’ın onar günden otuz gün olması ve sonunda kurtuluşa erilmesi, bizlere bir hakikati remzediyor. Bu hakikat de, orucun ilk on gününü tuttuğumuzda, tevhit makamlarının ilki olan Tevhidi Ef’ali zevk edebilirsek Allah’ın rahmetine mazhar olmamızdır.

İkinci on günde Tevhidi sıfat zevkedilirse, günahlardan kurtulmuş oluruz. Kişi günahı neyle işler? Sıfatlarıyla işler. Çünkü hiçbir fiil yoktur ki sıfatsız zuhura gelsin. Her fiil bir sıfatla meydana gelir. Bir insan bütün işleri sıfatlarıyla işlediği için insana en büyük günah da sıfatları olmuş oluyor. Demek ki ikinci on günde kişi sıfatların, Hakk’ın olduğunun idrakine vardı mı o kişi günahlardan kurtulmuş oluyor.

Bundan sonraki günahların en büyüğü, vücut günahıdır. Üçüncü on günde de vücudundan halas olan kişi günahlardan beri olur, azat olur. Demek oluyor ki, oruç bize hakikatleri ifşa ediyor. Fakat kişi orucunu tutup aç durduğu halde böyle bir rahmete, mağfirete ve azada mazhar olmuyorsa, o oruç, aç durmaktan ibaret olur. Bir semeresine nail olamaz. 

NAMAZLARIN SIRASINA GÖRE AÇIKLAMASI

Bir sofunun Molla Sadi'ye sorduğu sorular: 

Sabah namazını en evvel kim kıldı? İki rekat olmasının sebebi nedir?

Öğle namazını iptida kim kıldı ?Dört rekat olmasının sebebi nedir? 

İkindi namazını evvela kim kıldı? Dört rekat olmasının sebebi nedir?

Akşam namazını evvela kim kıldı? Üç rekat olmasının sebebi nedir?

Yatsı namazını evvela kim kıldı? Dört rekat olmasının sebebi nedir?

Vitir namazını evvela kim kıldı? Üç rekat olmasının sebebi nedir? 

Böylece bütün soruları sorduktan sonra, Molla Sadi bu soruları güzel güzel cevaplıyor.

Büyük atamız Adem Aleyhisselam cennette yaratıldı ve eşi Havva validemiz ile yaşarken, Cenabı Allah onlara "yiyin için hür yaşayın, lakin sakın şu buğday ağacına yaklaşmayın," dedi. Bunlar bir hayli cennette beraberce yaşadılar.

Mel'un şeytan bir yolunu bulup cennete girdi. Şeytanın cennete girmesine bir yılan sebep oldu. Şeytan yılana dedi ki: Sen cennete girip çıkıyorsun, ben cenneti çok görmek istiyorum. Beni ağzına al da seninle beraber cennete gireyim.

Ben seni ağzıma nasıl alırım? Sen benim ağzıma sığmazsın, şeytan ben küçülürüm dedi ve dediği şekilde küçülerek yılanın ağzında cennete girdi. Orada evvela Havva validemizle görüştü, ona dedi ki: Şu ağaçtan yemiyorsunuz, o ağaç size neden yasak edildi biliyor musunuz? Eğer siz o ağaçtan yerseniz ebedi kalır, yemezseniz ölürsünüz dedi.

Havva validemiz gitti ve o ağaçtan yedi ve bir şey olmadığını görünce, Ya Adem benim karşıma yaşlı bir adam çıktı, bana dedi ki: Bu ağaçtan yerseniz cennette ebedi kalırsınız, eğer yemezseniz ölürsünüz. Bunun üzerine ben yedim hiçbir şey olmadım diyerek, Adem Aleyhisselamın da o ağaçtan yemesine sebep oldu. Hazreti Adem de o ağaçtan yiyince üzerindeki elbiseler birden bire soyuldu. Bu suretle de Hazreti Adem cennetten kovulmuş oldu. Tabii Havva Validemiz ve şeytan da cennetten sürüldüler.

Adem Aleyhisselam cennetten dünya yüzüne sürülünce dünyayı karanlık buldu. Sabah ortalık aydınlığa kavuşunca şükrane olarak iki rekat namaz kıldı. Bir rekatı dünyayı karanlık bulduğu için, bir rekatı da aydınlığa çıktığı için.

Öğle namazını ise İbrahim Aleyhisselam kıldı. Cenabı Allah, İbrahim Aleyhisselam'ı dört türlü beladan kurtardı. Hazreti İbrahim de bu dört türlü beladan kurtulduğu için Rabbine şükrane olarak dört rekat namaz kıldı.

İkindi namazını Yunus Aleyhisselam kıldı. Kırk gün balığın karnında hapis olduktan sonra bir ikindi zamanı idi, Cenabı Allah'ın emriyle balık onu sahile çıkardı. O da şükrane olarak dört rekat namaz kıldı.

Akşam namazını İsa Aleyhisselam kıldı. Cenabı Allah onu Yahudilerin tehlikesinden semaya ref etti, yani yükseltti. Onlar, Allah, Meryem Validemiz, Hazreti İsa olmak üzere Hazreti İsa'ya üçlü bir varlık isnat ettiler. İsnat ettikleri bu üç varlık şirk idi. İşte bu şirkten kurtulduğu için şükrane olarak üç rekat namaz kıldı.

Yatsı namazını Musa Aleyhisselam kıldı. Cenabı Allah Musa Aleyhisselam'a Firavunun tehlikesinden korunmaları için, sana tabi olanları alıp Nil'in karşı tarafına geçir dedi .O zaman Musa Aleyhisselam Yarabbi köprü yok nasıl geçelim. Ben sana bir asa verdim, asayı suya vur, o sana yol verir dedi. O da asasıyla on iki yere vurdu, on iki yol açıldı. Karşı tarafa geçtiler. İşte Musa Aleyhisselam da böylece Firavun'un tehlikesinden kurtulduğu için şükrane olarak dört rekat namaz kıldı.

Salatı Vitir'i de, Peygamber Efendimiz kıldı. Mirac'a çıkacağı zaman Ebu Bekir Sıddık'a bildirdi. Ey kardeşim Ebu Bekir bu günlerden Rabbim bana Mirac gösteriyor, yani Rabbimle görüşeceğim. öyleyse ya Resulallah, benim için Rabbin huzurunda iki rekat namaz kılar mısın? dedi. İşte bu kılınan namaz vacip oldu. Bir rekat Allah emretti bu da farz oldu. Resulallah Efendimiz bir rekat kendisi için kıldı, buda sünnet oldu. İşte salatı Vitir buradan kaldı.

Bu namazların hepsini de Peygamber Efendimiz Mirac'ta topladı, biz ümmetlerine hediye olarak getirdi. Özet olarak namazların zahiri sebepleri bu şekilde sıralanmaktadır.

Şimdi bu namazların hakiki manalarına gelelim. Hasan Fehmi Hazretleri;    

     Sabah namazına hazır olanlar

     Onlardır ef'ali Hakka verenler   

Fail Haktır diye huzur ederler, buyuruyor. Evvela bir kişi cahillik yani cehalet devri geçirir. Bu cehaleti ona göre gece karanlığı gibidir. Çünkü yaradılış hikmetini bilmiyordu. Bu dünyaya yaşamak, yemek, içmek için geldiğini zan edip, kendisinden ve Rabbinden haberi yoktu. İşte böyle bir karanlık devresinde mürşidi kamil vasıtasıyla hidayet bulunca, aydınlığa çıkmış oluyor. Burada aydınlığa çıkması fiil şirkinden kurtulduğunun işaretidir. İşte burada fiil şirkinden kurtulduğu için şükrane olarak iki rekat namaz kılmış olacaktır.

Peki bir insanın sabah namazını kılabilmesi için nasıl bir hazırlık yapması gerekir? Evvela uykudan uyanması lazımdır. Çünkü uykuda iken yapılan ibadet makbul değildir. İşte sabah namazının hazırlığı budur. Biz de uyanmamız için önce Zikr-i Daim talim edildi. İnsanlar bu Zikr-i Daim ile uyanacaklardır buyuruluyor.

Bir kimse bin sene yaşasa, bu yaşadığı bin sene içerisinde hiç sabah namazını kaçırmasa, eğer kendi nispet fiilleri duruyorsa bir vakit dahi namaz kılmış sayılmaz. Çünkü kendi benlik ve variyetiyle kılınan namazı Allah kabul etmez.

Bir kimse Zikr-i Daimle uyanarak, varlık ve benliklerinden geçip fail'in Allah olduğunu idrak ederse sabah namazını kılmış olur. Bundan sonra öğle namazı geliyor. Fehmi Efendi öğla namazı hakkındaki beyitleri şöyle: 

     Öğle namazını kılan müminler

     Her sıfatı Hakka nispet ederler

     Her nazar mevsufu şuhut ederler 

Bu sohbetimizin başında öğle namazı için ne demiştik. İbrahim Aleyhisselam dört türlü beladan kurtulduğu için dört rekat namaz kıldı. Peki bu dört türlü bela ne idi ki biz bu belalardan kurtulduk da öğle namazını kılmayı Hak ettik? İnsanlarda yedi subut sıfat vardır. Üçü batın dördü zahir. Zahir olan sıfatlar nelerdir? Duymamız, görmemiz, konuşmamız,

kuvvetimizdir. Biz buradan anladık ki bizden duyan, gören, konuşan Hak imiş. Kuvvetimizde onun kuvveti imiş. (La havle vela kuvvete illa billah) Ne zaman bunlar bize nispet idi, böyle olduğu zamanda bize birer bela olmuştu. Bu belalardan kurtulduğumuzdan dolayı dört rekat öğle namazı kılmayı hak etmiş oluruz. Nitekim yukardaki beyitte geçtiği gibi: 

     Öğle namazını kılan müminler

     Her sıfatı Hakka nispet ederler

     Her nazar mevsufu şuhut ederler 

Onlar nereye bakarlarsa baksınlar her sıfatın mevsufu yani bu sıfatları sıfatlanan Hak Teala Hazretleri olduğunu idrak ederler. Bu anlaşıldığı zaman öğle namazı eda edilmiş olur. Böyle bir bilgiye sahip olmadan, kendi nispetiyle öğle namazını kıldım zannıyla bin sene yaşasa, şirk ile, bin sene namazını kılmış olsa, bir vakit bile kılmış sayılmaz. Ancak öğle namazını mümin kimseler kılabilir.

Mü'min nedir? Mümin inanmış kimse demektir. Neye inanmış? Fiilin ve sıfatların Hakk'a ait olduğuna inanmış kimseler hem mümin olurlar hem de öğle namazını kılmaya hak kazanırlar. Şimdi sıra ikindi namazına geldi. Burada Fehmi Efendi Hazretleri ne diyor:  

     İkindi namazını cemaatla kıl

     Vücut vücudullah gayri yoktur bil

     Cümle alamfani, Haktır baki bil 

Bir insanın bütün ikindi namazlarını cemaatla kılması mümkün müdür? Hadi camiler var, erkekler gider, camide kılarlar ya kadınlar nasıl gidecek? Gitse de her zaman gidemez. Öyle ise biz ikindi namazını cemaatla nasıl kılabiliriz? İnsan başlı başına bir alemdir. Bir alem ne ise insanda odur. Bu alemde camiler var, imamlar var, cemaat var. Madem bir insan tek başına bir alemdir, öyle ise biz bu camiyi kendimizde bulacağız, yani cami kendimiz olacağız. İmamıda içimizden kendimiz seçeceğiz. Böylelikle ikindi namazını cemaatla kılmış oluruz.

Peki biz camii kendimizde nasıl bulabiliriz? İnsanın vücudu bir camidir. Bütün azalarımızı cemaat, kıblemizi semme vechullah yapacağız. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de ayetle sabittir. (velillahi meşriku vel mağribü feeynema tüvellü fe semme vechullahi) "Doğu batı Allah'ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah'ın yüzü oradadır." Böylece ruhumuzu imam, organlarımızı cemaat, kıblemizi Allah'ın yüzü yapabilirsek bu suretle, ikindi namazını cemaatla kılmış oluruz. Böylece ikindi namazını kıldıktan sonra gelelim akşam namazına. Akşam namazı hususunda Fehmi Efendi Hazretleri nasıl buyuruyorlar: 

        Akşam namazını imamla kılan

        Onlardır Allah'ı hem zahir gören

        Hak söyler "Enelhak"kulun dilinden  

Akşam namazını imamla kılmamız için yine ruhumuzu imam, azalarımızı cemaat, kıblemizi semme vechullah yaparız. Akşam namazını kıldığımız zaman Hak zahir olur. Böyle namaz kılabilenler Allah'ı apaçık, zahir olarak görürler.

Kılmış olduğumuz akşam namazının kabul olup olmadığını nasıl anlayabiliriz? Burada bütün azalarımızın ruha tabi olması gerekir. Peki bütün azalarımızın ruha tabi olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bu azalardan göz görmek için halk olmuştur. Peki neyi görmek için. Eğer bir göz ki Hakk'a bakmıyor, Hakk'ı görmüyorsa o zaman sorulacak. Ey insan ben sana göz verdim, neye bu gözlerle bana bakmadın? Beni görmedin? Ama bu gözlerle Hakk'a baktı Hakk'ı gördü ise, o zaman gözden perde kalkmış olacak. Göz, nereye bakarsa baksın Hak'tan gayri bir şey görmeyecek. İşte bir kul akşam namazını böylece imamla kıldığını anlamış olacak.

Kulaklarımız da her ses de Hakk'ın sedasından başka ses duymuyorsa o zaman kulak da vazifesini yapmış olur ve akşam namazının cemaati olmuş olur.

Dile gelince Cenabı Allah dili niçin yarattı? Doğruyu söylememiz için, bir insanda akşam namazını kıldı ise onun dili yalan söylemeyi kaldıracak ve hep doğruyu söyleyecek. Yani Hakk'ı söyleyecek. Hak demek doğru demektir. Bir insan bir sırra erişmeyince yalan söylemekten kurtulamaz. Çünkü her konuştuğunda ben yaptım, ben konuştum, ben bilirim, ben duyarım, ben görürüm demesi hep yalandır. Ne zaman kendisinden konuşan, duyan, görenin Hak olduğunu anlayacak, işte o zaman dil doğru söylemiş olacak. Fakat ne yaparsa kendisi yaptı zannediyorsa o yalandır.

Biz daha ilk derse girdiğimizde yalan söylemeyeceksiniz diye tembih ettiler. Bir insanın hiç bir varlığı olmadığı halde hem de(La havle vela kuvvete illah billah)dediği halde, bir iş işlediğinde, bu işi ben işledim diyorsa işte bu yalandır. Hani kuvvet, kudret Allah'ın idi? Böyle olunca sen nasıl bir iş işleyebilirsin? Düşünelim bir insandan kuvvet ve kudret giderse o insan ne yapabilir? Hiç bir şey yapamaz. Kuvvet ve kudret Allah'ındır. Kuvvet ve kudret Allah'ın olduğu halde bir kimsenin ben şunu yaptım, ben bunu yaptım yalan olur. Onun için bu yalandan ne zaman kurtulacağız o zaman akşam namazını kılmış olacağız.

Akşam namazında Hak zahir olduğu için, söyleyen de, işleyen de, duyan, gören, konuşanda Hak olur. İşte insan burada yalan söylemekten kurtulmuş olur. Onlardır Allah'ı hem zahir gören, demesi, onun her kuvvesinde Cenabı Hakk'ın zatıyla zahir görmesi demektir. Görmesi, bilmesi demektir. Bilmek, görmenin aynısıdır.

Şimdi geldik Musa Aleyhisselamın kılmış olduğu yatsı namazına: 

       Yatsı namazında eyle sen huzur

       Muhammed yüzünden Hak zahir olur

       Hak batın ile halk zahir olur 

Bir insan Yatsı namazını kılmaya eriştiği zaman o insanda huzur olur. Peki biz o kadar yatsı namazları kılıyoruz neden huzur bulamıyoruz? Çünkü huzur yatsı namazının Hakikatını kılmakla olur. Yoksa suret namazında insan huzur bulamaz.

Yatsı namazının hakikati neydi ki insan huzura kavuşuyor? Bu menzile gelen insan için şu kutsi hadis tecelli ediyor. "Kulum bana nevafille yakınlaştığı zaman ben o kulumu severim, sevdiğim kulumun duymasına kulak, görmesine göz, konuşmasına dil tutmasına el, yürümesine ayak hatta tüm aza ve cevarihi ben olurum." Bir insan böyle bir sırra eriştiği zaman huzur bulur. İşte namazın hakikati da budur.

Bize namaz nedir diye sorsalar, hakikatte namaz Allah'la beraber olmaktır deriz. Bir insandan bu idrak hiç gitmeyip idrakinde daima Allah'la beraber olduğunu tasavvur edebiliyorsa, bu insan daim namazdadır. Bunun için Kur'an'da bizlere üç türlü namaz bildiriyor. 

     1-Vakit namazları (Salatül vakt)

     2-Orta namazı (Salatül vüsta)

     3-Daim namaz (Salatı daim) 

İşte bu sırra, bu zevke erişen bir kimse daim namaza erişmiş olur.

Şimdi sıra geldi Vitir namazına: Fehmi Efendi Hazretleri bu namaz hususundaki beyitleri şöyle: 

     Salatı vitri kılan muhakkak

     Evvel ahir zahir batın olur Hak

     Kalmaz şirkin abit mabut olur Hak 

Vitir namazı kılan bir kimsede ihlas olacaktır. Camilerde vaizler cemaatine ibadetlerinizi ihlas üzere yapın buyururlar. İhlas ne demektir? İnsan bu ihlasa nasıl erişebilir?

İhlas ek bir varlık kabul etmez, tek varlığı kabul eder. Eğer Salatı Vitir'de de bir ibadet eden, bir ibadet, bir de ibadet edilen olursa burada üçlü bir varlık ortaya çıkar. Hani burada birlik? Hani ihlas? İhlas olması için: İbadet eden Hak. İbadette Hak, ibadet olunanda Hak olacak. Bu hal ancak Vitir namazında olur. Zaten namazın ismi de budur. Vitir demek tek demektir, ama üçlü tek demektir. Yani üçlü varlık bir olduğu için, ibadet eden Hak, ibadet Hak, ibadet olunan da Hak olduğu zaman ihlas olmuş olur.

Gelelim ibadetin ne olduğuna? Namazın ne olduğuna? Namazda bir hareket var. Ayakta duruluyor, eğiliniyor, secdeye varılıyor.

Bize Ef'al telkininde ne denildi? Enfüste afakta sükün ve harekette işleyen Hak'tır. O halde ibadet ne imiş. Namazı da bir sükün ile hareketten ibarettir. İşte bu cihetle ibadette Hak oluyor.

Namazlar beş vakit iken Salatı Vitir ile altı oluyor. Bundan sonra bir de Teheccüt namazı var ki bazı kişilerde o namazı da kılmaya yeltenirler. Hatta kılarlar. Burada Fehmi Efendi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır. 

    Teheccüt namazı farz değil sana

    Yetim malıdır yakar baştan başa

    Teberrüken kılar Fehmi yok haşa 

Fehmi Efendi Hazretleri ben bu namazı kılıyorsam tebrik için kılıyorum, aslında bende bu namazı kılamam. Çünkü bu namaz Peygamber Efendimizin şahsına emir olunmuş bir ibadettir. Onun için Kur'an-ı Kerim de buyuruluyor. (Sen gecenin bir nısfında kalk sana mahsus olarak Rabbine Teveccüt namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni Makamı Mahmud'a ulaştırır) Burada emir yalnız Peygamber Efendimizedir. Teheccüt namazı Mahmut makamıdır. Yalnız ona mahsustur. Bu makamı yalnız Resulallah Efendimize mahsus olduğunu bütün peygamberler bildiler. Dolayısıyla Cenabı Hakk'a Yarabbi, bizleri de ahir zaman nebisine ümmet et, eshabı et. Bu makam sahibi Resulallah Efendimiz olduğundan şefaat etmekte yalnız ona mahsustur.

İnsanların da Teveccüt namazı kılmaları bu makamı istemeleri demektir. Halbuki bu husustaki ayeti kerime vardır. (La takrebü malel yetimi) "Siz yetimin malına yaklaşmayınız." Çünkü Peygamber Efendimiz manevi cihetiyle yetimdir. Yetim kime deniyor? Babasız, anasız kalmış kimseye deniliyor. Peygamber Efendimiz ruhaniyeti anne ve babadan gelmedi. Onun ruhaniyeti, "Ol" emriyle oldu. İşte yetim olan odur. Teheccüt namazı da ona mahsus olduğu için:   

      Tevecüt namazı farz değil sana

     Yetim malıdır yakar baştan başa 

denmiştir. Ayeti kerimede "yetimin malına yaklaşmayın" buyuruluyor. Zahirde yetimin malına yaklaşılmıyor. Burada Peygamber Efendimizin manen yetim olduğundan dolayı yalnız ona mahsus olmak üzere "Tevecüt namazı kıl" emri vardır. Aynı zamanda bu namaz şükran içindir. Peygamber Efendimiz için de "Bu makamı sana verdiğim için Teveccüt namazı kıl." denildi.

     İşte böylece namazlar bahsi de burada tamamlanmış oluyor. Rızaen Lillahil Fatiha... 

NÜBÜVVET-VELAYET 

Nübüvvet veliliğin üstündedir. Hızır Aleyhisselam veli idi, Musa Aleyhisselam velayetin kapısından geçtiği halde, Hızır Alleyhiselam’ın bildiklerini bilmedi. Bazıları Musa Aleyhisselam, Hızır Aleyhisselam’a İlmi Ledüni öğrenmek için gitti diyorlar. Bunun en doğrusunu Pir Efendimiz söylemiş. Musa Aleyhisselam Ulul Azim bir Peygamber idi. Onun ilmi Ledüniyesi var idi. Yalnız İlmi Ledün iki kısımdır. 

     1-Ledüni İlmiye: Tenzili

     2-Ledüni Kevniye: Tekvini 

Musa Aleyhisselam da Ledüni Kevniye yoktu. Hızır Aleyhisselama Ledüni Kevniye’yi öğrenmek için gitti.

Musa Aleyhisselamın üç müşkülü vardı. Bu müşküller ancak Kerameti Kevniye ile hallolacak müşküller idi. İleride Hızır ile Musa kıssası hakkındaki konularda geniş bir şekilde bu mevzuya yer vereceği için burada kısa kesiyoruz.

Cenabı Allah Musa Aleyhisselam’ı Hızır’a kendisini meşkul eden üç müşkülünün hali için gönderdi.

Birinci müşkulü: Annem beni tahta sandığa koyup Nil nehrine bıraktı, ben nasıl boğulmadım?

İkinci müşkülü: Bir kıpti öldürmüştü, Acaba Allah ininde katil oldum mu?

Üçünçü müşkülü: Şuayip Aleyhisselam’ın kızlarının koyunlarını, ücretsiz sulamasından dolayı bir ecre, sevaba nail oldum mu?

İşte Cenabı Allah Musa Aleyhisselam’ı Hızır’a bunlar için gönderdi. Fakat bunun içerisinde çok manalar var. Şeriatta bu kıssayı şöyle anlatırlar: Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam’ın bindikleri gemi, on kişilik bir şirket gemisi imiş. Elamanları da çok temiz ve müslüman insanlar. Geminin karaya çıkacağı yerde de çok zalim bir hükümdar varmış, Sağlam gemileri buldu mu harp gemisi diye alıkoyuyormuş. Musa Aleyhisselam’da zalim hükümdara yaramasın diye gemiyi delmiş.

Doğrultmuş oldukları duvarda da iki yetimin hazinesi var imiş. Çocuklar büyüyene kadar bu hazine kimsenin eline geçmesin diye duvarı doğrultmuş. Şeriat te bu böyle, fakat bunun içinde ayrı bir mana var. Bahsedilen on kişilik şirketten murat insan da on duygu vardır. Beşi içinde, beşi dışında, hatta bu duygular için Niyazi Efendinin bir beyti vardır. 

     İçin dışa zuhuratı

     Dışın içe hayalatı

     Birinden ol birine

     Tuhfeler her bar olur peyda 

Dışarıdaki beş duygu ne gördüyse iç organlara haber veriyor. Kulak ne duyduysa, nasıl bir ses işitti ise, içeriye haber veriyor. İşte bu duyguyla on şirketin birisi zalim hükümdar, zalim hükümdar  da nefsi emmare idi. Bunu neyle kederledi? Ledün ilmiyle kederledi. Fail Allah dedi. Kederledi. Bu durumda zalim hükümdar olan nefsi emmare bakacak ki gemi kederli ondan el çekecek.

Öldürülen oğlanda nefsin hükümleri idi. Nefsin hükümleri ne idi? Nefsin sıfatları yalan, kibir, haset bunların hepsini kökten kesti, başını kopardı. Bu büyürse ne olacak? Ana ve babası bu temiz ruhu kendi mahiyetine alacak. O iki yetimden murat da birisi öz, biri söz. Söz ile öz de bir olacak. İşte o zaman tevhit olur, Biz ilmi ne kadar tevhit etsek, Bir insanın ilimle tevhidi, sözüyle özü bir olmadı mı tevhit olmaz. Çünkü tevhit, söz başka ilim başka olmaz. Onun için biraz evvel okuduğumuz ilahinin sonunda Niyazi Efendi Hazretleri: 

     Alan lezzeti birlikten

     Halas olup ikilikten 

Birlikten kim lezzet aldı ise o ikilikten kurtulur diyor. Peki ayrılmalarındaki hikmet nedir? Bu hususda Peygamber Efendimiz: Ne olurdu kardeşim Musa biraz daha sabretseydi, Hızır ona daha ne hikmetler gösterecekti. Ayrılmalarındaki bu iki biliş nübüvvetle velayet. Nübüvvetin ahkamı başkadır. Velayetin ahkamı başkadır.Bu sebepten dolayı diyor. Sen bir şey bilmiyorsun zannetme senin bildiklerini ben bilmem benim bildiklerimi de sen bilemezsin.

Onun için şeriatla hakikat bağdaşmaz. Sen ne kadar bağdaştırmak istesen de bağdaşmaz. Şeriat te sen haklısın, hakikatte ben haklıyım. Nübüvvetin zahiri şeriattir. Bir nebi şeriat ile görünür ama hakikatten bahsetmez. Onun için şeriat hükmün de bir vaiz, isterse kamil olsun kürsüye çıktı mı, Orada şeriat ile anlatacak, hakikatten bahsedemez. Çünkü o kapı oranın kapısıdır. Onun için Peygamber Efendimiz şöyle diyor.

“Musa Aleyhisselam ile mülaki olan herkesin kıyamete kadar sağ olacak zannettiği Hızır, şimdi hayatta olsaydı, gelir beni ziyaret ederdi” diyor. Hani kıyamete kadar sağ idi Hızırlar? O Musa zamanının Hızır’ı imiş. O gitmiş Peygamber Efendimiz zamanında başka bir Hızır gelmiş. Eğer o Hızır sağ olsaydı gelir beni ziyaret ederdi diyor. Demek Hızırlar ölürmüş.

Hızır demek hazır demektir. Hali hazırda o mevkiye, o ilme kim sahip ise, Hızır odur. Sonra bunlar bir tane değildir. Bu husus da Eşrefoğlu Hazretlerinin bir sözü var. 

     Benim ledüni ilmimde

     Hezaran Hızır olur aciz 

Hezaran: Bin demektir. Binlerce Hızırlar aciz kalır. Demek ki Hızırlar bir tane değil, bilakis çokmuş. Her memlekette birer tane var. Eşrefoğlu, Uluhiyet mertebesine girmiş orada bayrağı sallıyor. 

     Benim ledüni ilmimde

     Hezaran Hızır olur aciz

     Benim her bir tecellimde

     Nice bin Musa’lar hayran 

Bu sözü kim söyleyebilir? Ama en sonunda açıklıyor. 

     Sanırlar Eşrefoğluyum

     Ne Rumiyim ne İzniki

     Benim ol daimül baki

     Göründüm sureta insan 

Şu halde kim imiş bu sözleri söyleyen? Allah imiş. Ama diyor beni Eşrefoğlu zannederler. Eşrefoğlu da değilim, İznikli de değilim.

Şimdi tekrar mevzumuza dönelim. Duvardan murat şeriattır. Yıkılacak olan duvarı doğrultmak şeriatı doğrultmaktır. Şimdi burada Hallac-ı Mansur’un bir sözü ve fedakarlığını beyan ediyor. Mansur’u söylediği sözden dolayı hapse attılar. Hapishanedeyken dayısı Cüneyd-i Bağdadi, mürşidi Şıh Şibli gelip kendisine nasihat ederek: Mansur, bu söylediğin sözün cezası ağırdır. Hallacı Mansur cevaben dedi ki: Biliyorum ben şeriat duvarından bir taşı çektim, yıktım fakat onun yerine başımı koyacağım. Burada da bu duvarın şeriat olduğu anlaşılıyor.

Bu sebepten gerçek melamiler şeriati yıkmak yerine bozuk yerleri var ise tamir ederler. İşte gerçek melami bunlardır. Fehmi Efendi Hazretleri burada şöyle diyor. 

     Şer’i paki Ahmedi’de

     İlmi ledün gizlidir

     Bir sedefdir ol kim anda

     Dürrü yekta gizlidir 

Hızır Aleyhisselam’ın yıkılacak duvarı tamir etmesi işte budur. O defineyi, dürdaneyi şeriatle örtmektir. Çünkü duvar yıkılsaydı hakikat meydana çıkardı. Bunu ise şeriatle örtmek lazımdır.

f t g m