Hani bir hikaye dinlemiştik bir zamanlar, düşünce dağarcığına uygun düşen bazı latif, sevimli ve gizemli olaylar anlatılıyordu… Çocuklara, ulu çınarın kovuğundan, arzın derinliklerine giden gizli bir yol açılmıştı. Şerbet ikram edilmişti onlara… Bir anda kendilerini, güzellikte emsali bulunmayan ihtişamlı bir vahanın içinde bulmuşlardı. Önce korkmuşlar, sonra da neşeli ve heyecanlı bir macera yaşamışlardı. Onlara gizli bir el tarafından türlü türlü yiyecek ve içecek ikram edilmişti. O macerada saat, zaman yoktu. Bol bol yiyip içip yemyeşil bahçelerde gezerek, çağlayan ırmaklarda yüzerek vakit geçirmişlerdi.
Şimdi o çocukların hepsi, genç ve dinamik birer delikanlı, birer genç hanım oldular. Her biri dijital dünyayı yaşıyorlar. İlm-i İlahi, bugünün gençlerine öyle inanılmaz imkanlar bahşetmiş ki… İstedikleri an, bir parmak dokunuşu ile yerin altı, yerin üstü, gökler, yıldızlar, mükevvenat her şey gözlerinin önüne, ellerinin altına geliveriyor.
İş bu hiber-siber gelişmelerin yaşandığı süper ışıklı dünyamızın bugünlerinde, hani şu meşhur google nesnesinin bile henüz kayda alamadığı sessiz ve garib bir hayat süren çeşitli türlerden mürekkep az sayıda mensubu bulunan bir gurubun varlığına şahit oluyoruz.
Etrafı tahtadan, kargıdan basit işçilikle çevrilmiş küçük bir bahçe içinde bulunuyorlar. Zihayatlar… Önce ağaçlar göze çarpıyor; sonra çiçekler, sonra büber, domat, patlıcan fidanları… Oldukça bakımlı, verimli, yemyeşil yapraklar arasından gelecek mahsuller henüz çiçekteler. Hepsi canlı ve hayat sahibi! Hal dilleri ile fısıldaşıp konuşuyorlar. Öbek öbek nane fidanları ağaçların çevresini donatmışlar. Her biri; “Ben naneyim şifayım, çaya, çorbaya, salataya renk ve koku bahşederim” diye hal dilleri ile sesleniyorlar. “Ağustos, Eylül ayının en güzide meyvesi bende yetişir.” diye kocaman yaprakları ile işaret eden ikisi büyük, ikisi küçük incir ağaçları en hafif rüzgar esintisi ile kendilerini tatlandırmaya çalışıyorlar. Dut, erik, nar, şeftali ağaçları da mevsimlerine göre butunundan, gizli hazinelerinden meyvelerini zuhura çıkarıp, varlıklarını anlatıyorlar. Bir de “Keyfe ma yeşaa” -keyiflerine göre- orda burada öbeklenen iri taneli renk renk papatyalar açmış; salına salına gelenin geçenin tebessümünü cezbetmeye çalışıyorlar. Velhasıl…
“Duruuun!!! Ben… Ben noluyorum? Ben bu yerin en kıdemlisi ve de en gözde, en kıymetlisi, hakkımda sohbetler açılmış, hamiyetli Hak Dostlarından selam almış, yeri geldiğinde selam vermiş; yine o Allah sevgisiyle yüzleri ve gönülleri hep gülen hakikat yolu dervişlerine gündüz gölgelik, akşam da serinlik hazırlayan ben? Ben yok muyum yani?”
“Dur canım! Hemen omuzlarını aşağıya indirme. Sen tabi ki varsın. Hem bak, ben senin çok yakınındayım. O kadar yakın ki, seni kendimden saymışım. Sen bu bahçenin o meşhur Dut Ağacısın. Her yaprağında nice güzel nağmelerle söylenen ilahiler yazılıdır senin. Senin her dalında Lafzai Celal okunur. Senin güherindeki hayat damarları, çok muhterem efendilerimizin bizlere, hakikat ehline, ilim irfaniyet veren mübarek sohbetleri ile nakışlanmıştır. Hiç seni yok sayar mıyız? Çok yakında olduğun için seni en son anlatacaktım. O güzel sabırlı halini biraz telaşa düşürdüm affedersin.”
Sevgili dostlar, bahçede en önemli bir zihayattır, bu dut ağacı. Ziyaret edenlerin en sıcak en samimi halli kalli ilgileneni odur… Çekirdekten yetişmedir. Daha çocukluğunda küçücük dallarıyla “ALLAH” lafzını yazan ve otuzunu aşkın ömründe gece gündüz zikrullahta kesintisiz daim olan bu ağaç, bahçenin manevi koruyucusudur. Maddi olarak da sıcak günlerin meclislerinde ihvana gölgederlik yapar. Görür, işitir, konuşur. Çevresine hep sevgi ile bakar. Ancak haksızlık edenlere karşı cezası pek çetindir yani!.. Geçen yıl avamdan birileri bekçinin fikrini çelmişler: “Bu ağaç çok büyüdü, ileride senin evini başına yıkar. Kes bunu” diye. Bir testereci, üç yardımcısı, iki de seyirci gelip dalını, budağını kesmeye, onu cascavlak bırakmaya girişmişler. O’da çok hiddetlenmiş;
Şu beni hâfi ve nafî uslu sessiz görünce
Bila havf kesmeye durdunuz cani, merhametsizce
Kabak koyun boynuzludan hakkını alır bilmediniz
Kol kırık kulak yırtık şimdi doktora gidiniz.
Diyerek, kesilen dallarını onların kollarına, başlarına, kulaklarına düşürerek ağır hasarlar verdirmiş. Bekçiyi de vurup cezalandıracakmış ama onu küçükten iltifatlarla büyüttüğü için kıyamamış. Yalnız onun atölyesini ve de evin önündeki sundurmasını yıkmakla yetinmiş. Hem cemaldir hem celaldir bu ağaç.
Evet! Bitki cinsinden canlılar böyle… Hayvan cinsinden olan bahçe canlılarına gelince… Bu bahçeye hayvan türünden her cins mahlukat uğrar dolaşır gider. Yaz, kış kuşlar hiç eksik olmaz bahçede… Menfaat fi şumaren/ bol miktarda bulunur… Çeşitli meyveler, tohumlar özel yemler, sofra kalıntıları her zaman servise hazırdır. Orada burada, bahçenin her köşesinde sekiz-on adet plastik yoğurt kabında, içime hazır taze su bulunur. “Bir yudum su, bin şükür söyletir bilene!..” düşüncesinden kedi, köpek, kuş, kirpi, kaplumbağa gelsin, içsin yüreği tazelensin. “Oooh! Rabbimize çok şükür” desin diye konmuştur o su kapları. Kedi, köpek değince; onlar muhitimizin asude, gezen sakinleridir. Yiyecek bulmak kasdiyle, gelir, dolanır, yer, içer giderler. Bahçenin kimlik sahibi bir köpeği, altı/yedi adet de isimleri ile tanınan kedisi vardır. Ayrı ayrı isimleri olmakla beraber, bahçe bekçisi, topuna birden “alçaklar” diye lakab takmıştır. Her ne kadar güzel gönüllü ihvanımızdan bazıları, o ağzı dili söylemez masum hayvancıklara öyle hakareten bir lakabı reva görmeyip sevimliler veya şerefliler diye muklis bir isimle bahsetmek istemişlerse de, o damgayı yemişler bir kere. “Cehennemde yansın bu dilim” şarkısı var ya! İşte öyle…
Bakın, ben gaipten bir gözlemci olarak bu lakab olayının nasıl zuhur ettiğini, hiç taraf tutmadan harfi harfine anlatıvereyim size…
Efendim, uzun yıllardır bu bahçeye, hak ve hakikat aşıkları, Allah’ın birliğinde yanmış, yok olmuş, zem zem vadisinin gezginleri, haktan alır, hakkı söyler vahdet yurdunun muallimleri zaman elverdikçe gelirler. Kıymetli efendilerimizden tevhid sohbetleri dinler, feyz alır, ibadeti taatta bulunurlar. Güzel sözler söylenir, makam ve meratip teati edilir. Çok saadetli ve gönül dolusu ilmü ledün şerbeti içilir. Dünya ve ukba fevkinde feyz-i lütuf alınır. Dünya ve ukba fevkinde dedim ama bedenler gene toprağa bağlı bilirsiniz. Zaten şimdi lafı çevirip gıda faslına gelicem. Gönül zevk alsın da, mide boş mu kalsın? İşte o ihlaslı sohbetlerin birinde, bir taraftan Efendimiz can alıcı sohbetiyle ihvanın gönlünü ihya ediyor; diğer yandan da fedakar rical, sofra için, bu leziz gıda hazırlıkları üzerinde çalışıyorlar. Kuşadası’ndan eli maharetli usta bir ihvan, mesleğinin en gözde marifetini koyarak köfte hazırlayıp diziyor tepsilere, el çabukluğu meleke kesbetmiş. Parmakları arasından köfteler, her biri on dört gram! On üç ya da on beş gram olmuyor. Hepsi tek ölçü, tek görüntü… Akşam ezanı… Allahu Ekber!.. Hanım ihvan iç odaya, beyler salona. Efendimizin güzel sesiyle farzlar, sünnetler eda edildi. Bir coşkulu ilahi ve kalpleri titreten zikrullah. Tebrikler, saygı ve sevgi dorukta. Efendimiz dışarı çıkmasa, kimsenin dışarı çıkası yok. Ve lakin ateş yansın ister, ızgara hazırlansın ister. Fedakar ihvandan iki, üçü koşar adım el öpüp dışarı çıktılar.
“Sen ateşi hazırla ben de köfteleri alayım”
“Hani nerde köfteler?”
“Tulumbanın yanındaki masada tepside!”
Masanın üstündeki tepsi tamam da, tepsinin içinde yedi-sekiz adet ufaklı, büyüklü kedi var. Tepsinin yarıdan fazlası boş! Köftesiz! Kalan sıralarda kedilerin o pak, temiz, hijyenli ayakları ile köftelerin form düzenleri bozulmuş. Izgaracının feryadına koşan ilk bahçe bekçisi oluyor;
“Hırsızlar, arsızlar, fırsatçılar, boğazınızda kalsın utanmazlar!”
Köfteler hiç kedilerin boğazında kalır mı? Bekçi lafı işte! Şaşkın! Ne söylediğini bilmiyor. Biçare sandalyeye çökmüş, düşünüyor ne yiyecek bu ihvan şimdi? Kocaman bir tencere Emin Efendi Çorbası var, herkese yeter. Yeter yetmesine de, bu kadar güzel ve mutlu bir toplantının neticesi, çok güzel bir Nimeti Rahman’a bağlanmıştı. Bu böyle mi olmalıydı?
Bekçide üzüntü boyunu asmışken, hamiyetli bir dost(*) yanına geldi “Ne üzülürsün? İlahi takdir bu! Demek bu köfteler onların kısmetiymiş. Bak biz henüz geldik. Otelin mutfağında peynirli börek yaptırmıştık, ihvana ikram olsun diye. Epey de bereketli oldu herkese yeter. Çorba, ekmek, çay, börek ve Allah’a şükretmek. Hak sohbeti ile her şey çok âlâ olur. Haydi sıkılma. Bak kedilerin umurlarında bile değil. Hâlâ sağda solda dolanıp rızık gözlüyorlar”
“O kadar köfteyi yalayıp yuttuklarından sonrada mı? Aah! ah! O alçaklar ah! Her zaman özel hazırlıklar yapıp doyurmak için çabaladığım kadir bilmez nankörler ah! Ne de güzel istiflemişti köfteleri sıra sıra o aşçı kardeşlerimiz. Allah ondan razı olsun. Ne diyelim köfteyi onlara verdi, bize de börek gönderdi Azze ve Cella. (Kul Allahumme malikel mülk tu’til mülke teşaa ve tünziğal mülke min men teşaa. “Deki, Ey Allah’ım mülkün sahibi sensin. O mülkü dilediğine verir, dilediğinin mülkünü de elinden alır, bir diğerine kaydırırsın. Bu ihvan senin kulların. Seni iyi tanırlar. İlahi takdire ariftirler. Kemaline ve zevaline hoş gönülle bakarlar.” Afveke ve ridake ya Rabb.”
Onlardır Hakk’ın kulları
Tevhide bağlı işeri
Kur’an okur dilleri
Hep gördüğü didar olur.
Dedi ve servis için hazırlıklara koyuldu. Yalnız, kedilerin yaptığı alçaklığı bir türlü hazmedemiyordu. “İyilik bilmez bunlar! Fırsat düşkünleri, muzur mahluklar, katli caiz bunların” diye diye bir müddet devam etti söylenmesi. Aslında toplantı çok saadetli oldu. Çorba ekmek, çay börek çok daha sevindirirci geldi ihvana. Sohbet-i Rahman, İsm-i Sübhan, coşkularla devam etti geç saatlere kadar… Böylece kayıtlara geçti o akşamın tecelliyatı. O gün bu gün kedilere vurulan deniyyet damgası devam ediyor. O ibretli bir hadiseydi geçti. Ondan sonraki nice sayısız sohbetli ve de zengin maidelerle müzeyyen sofralı davetler oldu da hiç öyle üzücü hadiseye rastlanmadı bir daha…
Şimdilerde bahçemiz daha bir sakin günler yaşantısına girmiş. Altı kediden üçü tebdil-i mekan ettiler. İki tanesi de bir görünüp bir kayboluyorlar. En sadık, en hamiyet bilir bir tanesi var ki o hiçbir zaman uzaklara gitmez. Hep merdiven başında kapıdan içeriye müteveccih olur, birisi gelsin de onun başını okşasın diye… Sesi azdır, miyav demesini ağzını açtığında anlarsınız. Ufak tiplidir, öyle diğer koca kediler gibi aznavur değildir. Muktesittir, bir sosis ile üç öğün idare eder. Çok çetin yemek seçicidir. Akşama kadar aç kalsa beğenmediği hazırlığı yemez. O yüzden bahçe bekçisiyle çoğu kez araları açık devam eder. Önüne konan yemeğin daha yüzüne bakmadan bekçinin ardından gelmiş, miyav! miyav! Dolap açılır, bir parça kanat veya bir sosis “Hasbunallah sabren cemilen.” “Mıymıntı kedi sen de benim gibi kibarlaştın. Al şunları bir kenarda ye! Uzak dur bu kapıdan!” Rengi siyahtır. ‘Kara kedi.’ Bekçi önceleri onu okşarken ismini ‘Siyah İnci’ diye severmiş. Fakat aralarında bazı geçimsizlikler çıktığı için ‘Marsık’ ismi daha çok çağrılır olmuş. İş bu Marsık, kömür ocaklarında, kenar köşelerde kalmış tam kömür olmadan siyahlaşmış odun parçasına denir. Eskiden annelerimiz mangalda ateş yakarken içinden duman tüten kömürleri çıkarırdı; ortalığı rahatsız etmesin diye… Duman tüten kömür parçalarına; “Bunlar marsık, ocakta iyi yanmamış,” derlerdi. Siyah inci müstesna bir unvan sayılır. Çünkü inci genellikle beyazdır. İstisna olarak okyanusların derinliklerinde siyah incilerin çok ender bulunduğu söylenir. Neylersin! İyi hallerde siyah inci. Diğer hallerde, marsık ismiyle hayat devam ediyor.
Şimdi, bahçe evinin yol kısmında, asma altında, yoldan gelip geçenlere olur olmaz maydanozluk taslayan, marsığın inadına beyaz bir köpek göreceksiniz. İsmi, Kırpık! Kıvır kıvır beyaz tüyleriyle orta büyüklükte, güzel görünümlü altı numara bir terier. Sahibi, fantezi bir bayanmış. Her ne sebeptense, bu güzel köpeği bizim bekçinin damadına, baksın diye vermiş. Bir daha gelip almamış. İsmi; Snow White yani Kar Beyazı’ymış o vakitlerde! Bir iki hafta evlerinde bakmışlar. Köpek, zengin köpeği, damat, işsiz, yoksul. Dön dolaş, bu Kar Beyaz’ı bekçinin başına bırakıp gitmişler. “Hasbunallah ve nimel vekil”… “Yarım düzine kedi var! Zaten onlara zar zor bakıyoruz, bir de köpek mi geldi? Adı ne bunun? Kısa adı Mitchy, yani Kar Beyaz! Çok lüks bir köpek. Buna uygun bir isim bulalım. Kırpık olsun. Tüyleri kıvır kıvır. “Kırpık.” diyelim, dedi bekçi. Öyle de oldu. Ve efendim, halihazırda Marsık ile Kırpık bahçede bazen kavgalı bazen barışık yaşamlarını sürdürüyorlar. Bekçinin onları azarlamalarından, bazen de iltifatlarından konuşma öğrendiler, birbirleri ile konuşuyorlar. Şu an Marsık, kendisine verilen yemeğin ne olduğuna bile bakmadan Kırpığın tarafına koştu…
Marsık: Boğaz ola Kırpık ne yiyorsun bakalım?
Kırpık: Hırrrr… Sana ne? Sana gelmedi mi? Uzak dur.
Marsık: Hımmm… Güzel bir şeyler var galiba, iştahlı yiyorsun.
Kırpık: Tabii kızım. Gün yirmi dört saat açık mesai çalışıyorum. Bu yoldan gelip geçenler çoğaldı. Her gelen geçene buranın korunmuş bölge olduğunu bildirmem lazım. Senin gibi gece gündüz bekçinin tezgahı üzerine yayılmıyorum.
Marsık: Sen öyle san! Sen köpeksin. Kedi işlerinden ne anlarsın? Sizler bilir bilmez gelene gidene havlarsınız. Biraz koruyuculuk, biraz da yağcılık.
Kırpık: Sen ne demek istiyorsun kara marsık?
Marsık: Yalan mı? Gözümle gördüm. Bekçi yakınlarda iken çok çok havlıyorsun gelene gidene. Başka zamanlar yattığın yerden çıkıyor havlama sesleri. Bilmiyoruz mu sanıyorsun?
Kırpık: Mıy mıy mıy konuşma! Nasıl istersem öyle havlarım Sana ne? Sen o kadar bir iş de yapmıyorsun ya! Varsa yoksa merdiven başında bekle. Kapıdan çıkana “miyav, ene nibbi meerle”
Marsık: O ne demek öyle o? Hapur hupur… Katır kutur… Şapur şupur…
Marsık: O ne demekmiş söylesene kireç suratlı, ne demek? Miyav, mekle, mekle?
Kırpık: Çok cahil kalmışsın kedicik. Kendi söylediğini bile bilmiyorsun. Geçen akşam yemek getirdiğinde bekçi çok sinirliydi, kendi kendine söyleniyordu, dinledim: “Zayıf mahluk, kel kibar, zayıflığına bakmaz, en iyi yemekleri tabağına dökersin, daha nasıl yemek geldiğine bakmadan peşinden koşup kapıya dikilir, miyav, miyav, ene nibbi meekle… Dolaptaki sosislere fena alıştı Hanfendi… Allah’ım, sabır ver Ya Rabbi.” Diyordu. Ne eziyet ettin ki ihtiyara?
Marsık: Ne eziyeti canım. Ömür billah her akşam tavuk suyu paparası. Nesini yiyecek mişim onun. Biz kediler canlı gıdaları severiz. Kuş gibi, çekirge gibi ve benzeri hayvan türlerini avlarız, öyle hergün, hergün tavuk suyu paparası… Sonra da kalkmış benim hakkımda kinaye söylentiler yapmış. Yüzüme karşı her şeyi söylüyor zaten. Ama böyle arkamdan konuşması! Alındım şimdi doğrusu, yaşlı başlı adam, bir de tevhid ehli olacak! Tabii ki ardından koşup, iyi bir şey isterim. Aç mı kalayım? Hem o sosisler kuş eti gibi geliyor bana. Mekle! mekle demişim, ne demekse? Sen bildin mi ne demekmiş?
Kırpık: Hmmmmm. “Ene bibb mekle” Her halde güzel bir şey isterim demek. Sen de az önce söyledin ya (iyi bir şey istiycem) diye. Arapça bir cümle. Hem sen burada ne dolanıyorsun, sana yemek gelmedi mi?
Marsık: Geldi de, sana ne getirdi, diye koşarak geldim. Dün akşam kısmetimiz iyiydi. Misafirler vardı. Yiyecek boldu. Dışardan, mahalle kedileri de kaynak oldular. Ziyafet bereketliydi. Senin ne yediğine bakmaya geldim.
Kırpık: Hey Güzel Allah’ım!!! Ziyaretinin sebebi bu mu? Allah’ım beni bu kıskanç komşudan koru. Kızım, sen gidip yemeğini yesene! Niye gelip burada fesatlık yapıyorsun? Bana gelenler de aynı işte. Ekmekli, börekli, köfteli yiyecekler. Şimdi git başımdan da şu öğünümü rahat rahat yiyeyim. Seninle çene çalmaktan yemeğin lezzeti kaçıyor.
Marsık: Hah! İşte! Gördün mü bak, kendi ağzınla söyledin. Köfteler, börekler varmış. Bize niye tatsız, kuru kanatlar geldi? Ben biliyordum zaten o bekçinin sana daha iyi baktığını. Kendi köpeğine iyi bakar, bizim de arkamızdan türlü söylentiler… Mekle-söde-irgiga, türlü türlü laflar… Mırıl, mırıl, mırıl…
Kırpık: Aah, ah, ah, ah! Şu bizim Siyah İnci’den çekeceği var bekçinin. Allah saburlar versin.
İşte böyle!.. Marsık ve Kırpık dizisinden bir bölümü hikaye edildi. Bekçi dahil bahçede canlı, cansız her nesne tesbihde olup bil cümle mukaddes günlerin ve gecelerin, okuyucuların üzerine huzur getirsin duaları ile sizleri selamlıyorlar. Yine öyle kesretli bir ihvan topluluğu ile olacak sohbet gecelerini dört gözle ve gönül arzuları ile intizar ediyorlar. Muhterem Efendimizin can bahşeden sohbetine muhabbet dolu gönüller ile dinleyen ihvanın sadakatına, teslimiyetine gözlemci olmak, içtenlikle istiyorlar. “Ve ilallahi türcaul umur…” Cümle işler Allah’tan gelir ve yine Allah’a döner, vesselam…
Ene nibbi mekle: Ben iyi bir yiyecek isterim.
Sööde: Küçük siyahcık.
İrgiga: İncecik, zayıfcık.
(*) Merhum Karasu oteli sahibi Ali Karasu Efendi.