Copyright 2024 - MEKSAV

HALVETİYE ŞA’BÂNİYYE MEŞÂYIHINDAN

EŞ ŞEYH HAFIZ MEHMET DUMLU KÜTAHYEVİ

 

 1929-2011

 

1-Hayatı:

1929 yılında Kütahya’da doğdum. Babam Kütahya’nın tanınmış ailelerinden Hacı Hürşitzâdelerden Ömer Lütfü Bey, annem Hacı Alioğulları’ndan Ayşe Hanım’dır. Ben ailenin en küçük evladıyım. Tevfik Bey adında altı yaş büyük bir ağabeyim, Fadik Hanım adında bir yaş büyük ablam var. Baba tarafından soyum Buhara’ya kadar uzanır.

Babamın dedesi Hacı Hurşid Efendi, Türk-İslam kültürünün merkezlerinden biri olan Buhara’da tahsil yapmış âlim ve kâmil bir zat olup Nakşîbendi meşâyıhındandır. 18. y.y.’da Buhara’dan Anadolu’ya gelerek önce İstanbul’a sonra Kütahya’ya yerleşir.Kütahya’da şehzâdelerin müderrislik ve mürebbilik görevini üstlenir. Burada Kölelizâde Hacı Ömer Efendi’nin kızı Fadik (Fatma) Hanım’la evlenir. Bu evlilikten dört kızı, bir oğlu dünyaya gelir.Oğlu Eşref Efendi Nakşibendi şeyhidir. Onu yetiştiren muhterem zât, Seydişehirli Hacı Abdullah Efendi’nin halifelerinden Kütahyalı Şeyh Hacı Ömer Efendi’dir. Dedem Eşref Efendi’nin manevi ilimlerdeki muvaffakiyeti zâhiri ilimlerde de görülür. Kütahya mutasarıfı Girit’li Fuda Paşa’nın tahrîrât katipliğini (özel kalem müdürü) yapacak seviyede Osmanlı edebiyatına ve kültürüne vakıftır. Babam Lütfû Efendi, İstiklâl madalyasına sahip bir yedek subaydı. İstiklâl Harbi’ne Üst teğmen rütbesiyle katılır. I-II İnönü’de, Kocatepe’de ve Sakarya’da savaşır. Babama bu harpten kalan iki kurşun yarası ve savaş hatıralarıdır. Mutasavvıf ve âlim bir zat olan babam Nakşi meşrepli bir dervişti. Sabahlara kadar uyumaz, geceyi zikirle, fikirle, teheccüt namazı ve ibadetle geçirirdi. Okumayı özellikle mutasavvıfların divânlarını okuyarak kendine zevk etmeyi çok severdi. Natuk, Osmanlı ifâdesini ve Türkçesi2ni çok iyi kullanan kültürlü hüsn-i hulk, ilim, irfân, sehâvet, şecâat, merhâmet, hoşgörü, tevazu, tefekkür sahibi kâmil bir insandı. Herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Cömertlik ve yardımseverlik, onun karakterinin iki önemli vasfıydı. Nerede bir düşkün ya da garip görse onu yanına çağırır, onunla ilgilenir ve onun derdiyle meşgûl olurdu. Hiçbir zaman dünya metâına gönül bağlamazdı. Rızkını çalışarak helâl yoldan kazanır; hayır ve hasenat yapmayı severdi. Soyumda sadece babam değil; annem tarafından da gelen manevî çizgi vardır. Anneannem Gülsüm hanım, bir Halvetî Şa’bâniye dervişiydi. Eskişehirli Şeyh Sâdık Efendi Hazretleri’nden bîatlıydı. Anneannem, çok ergin ve yetkin, herkesin sevip saydığı bir muhterem hanımdı. Hayâtta kaldığı müddetçe sözleriyle, hareketleriyle, tavırları ve ahvâliyle daima bana ışık tuttu. Rehber oldu. En çaresiz anlarımda bir anne gibi beni teselli edip bağrına bastı. Dinî bilgiler, insanlık sevgisi, Allah sevgisi ve doğa sevgisi adına ne duydumsa anneannemden duydum.

Çocukluğum oldukça hareketli ve maceralı geçmiştir. Diğer çocuklara göre oldukça farklı bir tabiata sahiptim. Ele avuca sığmayan yaramaz, yaramaz olduğu kadar da kendi yaşıtları ve kendinden üç dört yaş büyük çocuklara sözünü dinletecek, kendini sevdirip saydıracak derecede zeki ve akıllı bir çocuktum. Yetiştiğim ortam, babamın ve anneannemin derviş olmaları benim çok küçük yaşlarda manevî hayâtla tanışmama vesile oldu. Oniki onüç yaşlarından beri tasavvufî sohbetlere ve zikir meclislerine katılmaya başladım. İlk defa babam Lütfû Efendi ile birlikte Altıntaş’ın yerlisi Hacı Halil Ağa adında Kâdirî şeyhinin sohbetlerine gittim. Hacı Halil Ağa’nın evi, nahiye merkezinin beşyüz metre kadar ilerisinde büyük bir bahçe içinde sakin bir binaydı. Kâdirî şeyhi ile samimiyetimiz ve tanışmamız, baharları ve yazları Altıntaş yakınlarında bulunan Hamurköy’deki çiftliğimizde geçirmemizin bir sonucuydu. Babam Lütfü Efendi, daha önce zikrettiğim gibi bir Nakşîbendî dervişiydi ve zikir meclislerine katılırdı. Altıntaş’ta bulunduğu yıllarda, özellikle bahar aylarında Kâdirî şeyhinin bahçesinde sabahlara kadar süren zikir ve sohbetlere iştirâk ederdi.

Sene 1942. Bir gün babama beni de götürmesini söyledim. Babam, bu dinî ve tasavvufî sohbetlerden hoşlandığımı bildiği için götürmeye razı oldu. Bahçede altmış yetmiş kişiden oluşan bir kalabalık vardı. Bahçedeki şadırvanın etrafında daire olduk ve zikir yapmaya başladık. Bir müddet sonra o kalabalık tek bir vücût ve tek bir ses oldu. Bu sırada bu halkanın içine birbirine bağlı bir zincir halinde orta yere nûr indi ve ortalık gündüz gibi ağardı. Oysa vakit geceydi. Ben, o vakit, “Allah, Allah,….” diye yerimde hoplamaya ve fırlamaya başladım. O zaman beni omuzlarımdan tuttular ve bastırdılar. Bir müddet bu hal devam etti. Sonra ben de kendimden geçmişim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kendimi topladım. Şeyh Efendi, babama: “Lütfü Bey, bu evladı bundan sonra buraya getirme. Tutuşursa biz onu durduramayız. Küçük yaşta yanar. Daha erken. Bu işin vakti saati var.” dedi. Ondan sonra babam beni bir daha götürmedi. Ancak ben dururmuyum, bir kere o sohbetin ve muhabbetin lezzetini tatmışım. Mutlaka fırsatını bulup zikir sohbetlerine katılacağım. Babamın ardından gizlice evden kaçar ve Hacı Halil Ağa’nın evine giderdim.

İlk tahsilimi Kütahya’da yaptım. Ortaokula evimizin yakınlarında Eski Hükümet Konağının karşısında bulunan mektepte başladım. Orta ikinci sınıfta müdür muavini Ago Mehmet’le aramızda geçen bir hadise ve haksız yere dayak yiyişim benim derslere karşı soğumama neden oldu. Hadisenin ardından okul yerine Mollabey Kur’an Kursu’na gitmeye başladım. Ancak bir iki ay sonra okul tarafından devamsızlığım aileme bildirildi. Ailemin, özellikle babamın bu davranışıma çok sert ve şiddetli tepki göstermesi benim Kütahya’dan Hamurköy’deki çiftliğimize kaçmama sebep oldu. Kaçtığım gün karın diz boyu olduğu çok soğuk bir kış günüydü. Yol boyunca kurtlar uluyordu. Buna rağmen korkmadım. Yedi saatlik gibi uzun bir yolu hiç ara vermeden İhlâs-ı şerif okuyarak yürüdüm. Sonunda çiftliğe ulaştım. Karın kalkmasından on gün sonra babam beni almaya çiftliğe geldi.

Benim yıllarca içimde gizlediğim hafız olma isteğimi bir daha düşündüğünü ve Kütahya Müftüsü Hafız İbrahim Efendi ile konuştuğunu söyleyip Kütahya’ya dönmem için beni iknâ etti. O gün Kütahya’ya döndük. Müftü Efendi’nin ziyaretine gittik. Müftü efendi, beni yaşımdan daha büyük gösteren cüsseme bakıp şöyle bir süzdükten sonra hafız olma yaşımın geçtiğini söyledi. Babam, hafız olmak istediğimi, bunun için kışın soğuğuna bile aldırmayarak evden kaçtığımı anlattı. Müftü efendi, bir müddet düşündü sonra elime bir Kur’an-ı Kerîm verip imtihâna tabi tuttu. Onbeş dakika içinde bir sayfayı hıfza aldığımı görünce şaşırdı ve benim hafızlığa başlayabileceğimi söyledi. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, Resûlullah’ın şefaati, pîrânın himmetiyle sekiz ay gibi, -aslında dokuz ay fakat bir ayı ramazanda ve ders okumadık, ezber yapmadık, sadece mukabele okuduk-, kısa bir zamanda Kur’ân-ı Kerim’i hıfz ettim. İki bin kişilik câmi’ olan Ulu Câmi’de hafızlık merasimi yapıldı. Benimle birlikte üç dört arkadaşım daha vardı. Câmi’ cemaatle doluydu. Biz sarıkları cübbeleri giydik. Gencecik taze birer çocuğuz. Bıyık, sakalımız yok. O sırada müftü efendi elimi tuttu ve beni ayağa kaldırıp cemaate takdîm etti ve “Muhterem cemaat, bu evlâdımız sekiz ayda Kur’an’ı hıfz etti. Eline bir İncil-şerif verseydim onu da ezberleyecekti,” dedi. Cemaat yüksek sesle bir ağızdan; “Barekallah, Maşallah,” deyip bakıştılar. Kuran’ın hıfzından sonra bir iki sene yine hıfz ile meşgûl olup ezberimi pişirdim. Böylece hafızlığı sağlamlaştırdım. 1949 senesinde İstanbul Beyâzıd Câmi’ İmâmı Abdurrahman Gürses Hoca’dan muharec-i hurûf dersi aldım ve kıraat eğitimi gördümbu dersler bir sene devam etti. Duâmı da hocam Abdurrahman Gürses Efendi yaptı. Elini öpüp ayrılırken: “Benden öğrendiklerini başkalarına öğretmeye mezûnsun” dedi.

1950 yılında vatanî görevimi yapmak üzere askere gittim. Askerliğimi İzmir Gaziemir hava üssünde bir hava eri olarak yaptım. Karargahta yazıcılık görevi ile birlikte garnizonda bulunan Câmi’nin imâmlık görevi verildi. İzmir’de bulunduğum yıllarda bana alıştığım manevî ortamı aratmayacak ârif ve kâmil insanlarla tanıştım. Özellikle hafta sonları Tilkilik’te imâmet görevini yapan kâdirî Şeyhi Şeyh Sezai Efendi’nin sohbetlerine katılarak münfeyîz ve müstefît oldum. Bu muhterem zât-ı alî beni çok sever, iltifâtlarda bulunur ve eşine dostuna “Kütahyalı Hafız” diye tanıtırdı. Terhis olmadan önce Şeyh Sezai Efendi’nin elini öpmeye gittim. Ayrılırken çok üzüntülü bir hali vardı. Ben de çok yüksek manevî bir istidâd gördüğünü söyleyerek: “Gel oğlum, burada kal. İzmir’in en güzel câmi’lerinde seni imam yaparız”, buyurdular. Babamın hasta yattığını, Kütahya’da bulunan ailemin bana ihtiyacı olduğunu telifini kabul etmedim. 1952 senesinde askerden terhis olunca da memleketime döndüm. iki ay sonra da babam vefât etti. Babamın vefatından kısa bir süre sonra Bayındırlık Müdürlüğü’nde yedi sekiz kişinin katıldığı ve sadece bir kişinin daktilo memuru olarak alınacağı memuriyet imtihanına girdim. Gerek askere gitmeden önce gerekse askerlik yıllarında daktiloyla hızlı yazma tekniği bu imtihanı birincilikle geçmemi sağladı. Bayındırlık Müdürlüğü’nde memuriyete başladım. Ancak bu görev hayatım pek kısa sürdü. Dokuz ay sonra görevimden istifâ ederek imâmete geçtim. İlk imâmlık görevine 1953 yılında Zeryen Câmi’ nam-ı diğer Şehitler Câmi’nde başladım. İki yıl sonra Peknez Pazarı civarında bulunan Analcı Mescid’in imâmlık görevine atandım. Bu yıllarda imâmet görevinin dışında müftülük tarafından Mollabey Kur’an Kursu hafızlık hocalığına verildim. Orada çok sayıda hafız yetiştirdim. Resmi olarak hafız hocalığım iki yıl sürdü. Analcı Mescid’de de yaklaşık iki yıl imâmlık yaptım. Son olarak emekliliğime kadar imâmlık yapacağım Yeşil Câmi’ne atandım. 1976 senesinde Yeşil Câmi’de son Cuma namazını kıldırdığım gün görevi İbrahim Hoca’ya devredeceğim anda cemaat topluca ayağa kalkarak bir altın plaket hediyesiyle Şair Necati Çağırıcı’nın bir dörtlüğünü sundu. O dörtlük şu güzel ve özlü sözlerle ifâde edilmişti:

Basiretle kaldırmıştı

Sizi minnetle anacak                

Hep garazları, kinleri

Yeşil Câmi’ sakinleri.

2-Tasavvufa intisabı:

Dervişliğime gelince, turûk-ı aliye ilk intisâbım henüz çocuk denilecek yaşta, on iki, on üç yaşlarında, Mevlevî dedesi merhûm Kütahyalı Akif Dede’den biât almamla başladı. Akif Dede’nin sohbetlerine iştirâk etmekle birlikte zaman zaman da Nakşâbendi tarîkinin halifelerinden olan Altıntaşlı Hacı Mehmet Efendi’nin sohbetlerine de katıldım. Mehmet Efendi’den de ders aldım. Askere gidinceye kadar manevî hayatım bu şekilde yön kazandı. Askerden terhis olduktan sonra Kütahya’ya döndüğümde şeyhimin vefât ettiğini öğrendim. Turûk-ı aliye mensûp olan büyüklerin buyurdukları: “Şeyhi vefat eden dervişin ıslak mendil kuruyuncaya kadar kendine yeni bir şeyh bulması gerekir” sözüne istinâden yoğun bir arayış içine girdim. Nihayet 1953 senesinde bu arayışın sonunda beni manevî olgunluğa eriştirecek bir mürşid-i kâmil’in elini öpmek nasip oldu. Kütahya eşrafından Elifzâde Nuri Efendi, gördüğüm bir rüya üzerine beni Uşak’a Halvetiyye Şa’bâniyye meşâyıhından Uşaklı Hoca Mustafa Efendi’nin huzûruna götürdü. Burada Cenâb-ı Hakk’ın takdîr-i ilahisiyle Azizim Hoca Mustafa Efendi (K.S.)’nin rahle-i irşâdına oturdum ve Halvetiyye Şa’baniyye tarîkatına intisap ettim. İntisâp ettiğim o yıl Kütahyalı Hacı Ahmet Kadayıfçı’nın kızı Ayşe Hanım’la evlendim. Yeni evliyken eşim Ayşe Hanım, ilahî aşkın cezbesine kapılıp aşk ateşi içinde kavrulduğum ve sabahlara kadar dergâhları, tekkeleri dolaştığım günlerde hallerime çok sabır ve tahammül gösterdi. Bu evlilikten iki oğlum, iki kızım dünyaya geldi. Sacide adında bir kızım henüz iki yaşında iken vefât etti. Kamurân, Sâcid ve Asuman adında üç evladım var. Çocuklarım bu yolun gerçeklerindendir. Kendi işlerinde ve güçlerinde sessiz sedâsız, hurafeden, riyâ ve gösterişten uzak, derûni yapıları içinde, kendi hayatlarını devam ettirmektedirler. Ahlâkları güzeldir. Hepsi evlidir. İkişer çocukları olmak üzere altı tane torunum var. Torunlarımın üçü kız, üçü oğlandır.

Halvetiyye Şa’baniyye tarîkine bîatımdan sonra Azizim hoca Mustafa Efendi’nin vech-i şerîlerine temâşa sohbet-i alîyesinden müstefîd oldum. Azizimin vefatına kadar huzûrunda yirmi küsûr sene bir mezar taşı gibi oturdum. Bir gün Azizim Hoca Mustafa Efendi şöyle buyurdu: “Oğlum, mürşidinin huzûrunda oturmak teneşir üzerindeki cenaze gibi olmalıdır. Nasıl ki bir cenâzenin bir hareketi olmaz ve cenâze kendisini gasl eyleyen hocaya teslim olursa, mürit de böyle mürşidine teslim olmalıdır.” Bu kelâmı duyduktan sonra, saatlerce, üç saat, beş saat, hatta geceler boyu gözümü iki kaşının ortasından hiç ayırmadan, iki dizimin üstüne oturur dinlerdim. Bir şey sorarlarsa alçak sesle, kısa ve öz cevap vermeye çalışırdım. Onun dışında konuşmazdım. Sükût içinde otururdum. Soru sormazdım. Azizim, vefâtından sekiz sene evvel bu fakir kuluna hilâfet verdi ve kendisine vekâleten Kütahya2da emirleriyle irşâda başladım. Azizim, 30 Mart 1973 senesinde de bu fâni âleme gözlerini yumdu.

Sekiz sene evvel Kütahya’da başladığım irşâd görevine Azizim Hakk’a yürüdükten sonra da devam ettim. Bu hususta Azizim’in pek çok işaretleri olmuştur. Kendisinin mübârek lisânından, vefâtından üç sene evvel bu fakirle ilgili açıklamalarını, benim de içinde bulunduğum bir sohbetinde ihvâna dönerek; Evlâtlar, bakın ben Hafız Efendi kardeşinizin derisini yüzdüm ve altına serdim. Sen, kendi derinin üzerine oturacaksın. Mürşidinin oturduğu post kendi derisidir. Kendi derisi değilse Hakk erenler altına yapıştırırlar. Cihânda derisi yüzülen yalnız Seyyid Nesimî Hazretleri değildir. Bu yolun gerçekleri de aynı işleme tabi’ tutulur. Ancak bu konuda adı geçen Nesimî olmuştur.” Evlâtlar, Hafız Efendi Kardeşiniz emîndir. Sözlerini, sohbetlerini dinleyebilirsiniz ve izinden gidebilirsiniz. Bundan sonra, herhangi bir müşkülünüz olduğunda da sizinle Hafız Efendi ilgilenecektir” buyurduktan sonra, mürşid-i kâmilin yetiştirdiği, kendinden sonra irşâd görevini üstlenecek halifesine söylenilen ve tasvvufî rumuzla ifâde edilen sözleri söyledi:

 Otur posta, çağır dosta

Çorba pişer tasta,

İçerse iyi olur hasta

İçmezse kıyâmet kopar Fas’ta

Aziz Hazretleri’nin huzûrlarında iken başka bir sohbetinde de postla ilgili başka bir kelâm-ı alîyesine şahit oldum: “Oğlum, altına bir post, önüne bir dost, başına bir tac koydum. Altındaki post rûy-ı zemin, önündeki dost cümle halk-ı âlem, başındaki tac asûmân-ı seb’a’dır”, buyurmuştu.Buradaki post ve deri yüzme deyimi, dervişin işin başından beri geçirdiği imtihânlar, halvetler, celvetler, riyâzât, mücâdele, mücâhede, murakebe ve tekrar tekrar nefis muhasebesi ve muhakemesidir. Kısacası celâli olaylara karşı gösterdiği sabır ve tahammüldür.Azizim bu konuda yine şöyle buyurmuştu: “Ehlullahın sünneti, insanlardan gelen ezâ ve cefâya tahammüldür. İşte deri yüzme budur oğlum.” Yine gördüğüm rüyâlar neticesinde de pek çok işaret aldım. İşte o gün bugündür. Kütahya, Erzurum, İstanbul, İzmir, Bursa, Konya, Ankara, Kastamonu ve havalisinde halkı irşâd etmekle meşgûl olmaktayım.Dervişlik hayâtımın ilk yıllarında ilahi ilahi cazibenin verdiği aşk ve şevkle gönlümden tulu’ eden nutk-i şeriflerden bir tanesini zikretmek isterim:

Gülşen-i vuslin dururken, bağ-ı Rıdvan istemem,

Sensin ancak maksûdum, huri gılman istemem,

Hep etibbâ kaldı aciz, derdimi teşhis içün

Derdimin dermânı sensin, gayri Lokman istemem.

Hafız Mehmet Dumlu

 

3-Şahsiyeti ve Fikirleri:

Efendi Hazretleri’nin şahsiyeti ve fikirleri hakkında bilgilenebilmek için, muhakkak ki Efendisini çok iyi tanıyan müridi ve yeğeni olan bir hanım kardeşimizin çok vazıh bir şekilde ifade buyurdukları mektubunu olduğu gibi aktarıyoruz:

Muhterem Hocam,

Allah Teâlâ’nın selâmı, Hz. Peygamber efendimiz’in şefaatı, pîrânın himmetleri cümlemizin üzerine olsun.İmâmü’l uşşak ve’l urefâ, hazine-i esrâr- Hüdâ, dürr-i ekber-i Hazret-i Hüdâ, Azizim Hafız Mehmet Efendi’nin himmetleri ve selâmları üzerinize olsun.Azizim Hafız Mehmet Efendi’nin buyurdukları üzre, hakîkat yolunda evlatlarınıza bir hatıra bırakmak isteyerek, bir eser kaleme alıyormuşsunuz. Bu eserinizde Azizim hafız Mehmet efendi’den bahsetmek gibi teveccühte bulunuşsunuz. Bu güzel ve manidâr davranışınız Azizim Hafız Mehmet Efendi’yi duygulandırdı. Memnûn ve mesrûr oldu. Kızım, biyografimi yazıp Kuşadalı Şeyh Efendi’ye gönderelim” buyurdular. Rahmet-i ilâhi, şefaat-i Peygamberî, himmet-i pîrân ve Azizim’in himmetleriyle fem-i muhsininden ifâde buyurdukları biyografilerini yazdık. Her daim edebin ve kemâlin en mükemmel örneklerini atvârında, ahvâlinde, kelâmında ve nazarında temaşâ ettiğimiz hocamız, rehberimiz, babamız, efendimiz tevazu’ içinde kendilerinden bahsettiler.

Saygıdeğer Hocam, huzûr-ı alîlerinde bulunduğum anlarda Azizim’in kemâlâtını müşâhede etmek nasip oldu. Eğer destûr verirlerse ve sizde destûr verirseniz Azizim’in merhametine, şefkatine ve mağfiretine sığınarak onun bize sunduğu kadarıyla temâşa ettiğim bu hadiselerden birkaç tanesini dilimin döndüğünce bir nebze de olsa anlatarak biyografileriyle birlikte göndermeyi cân u gönülden arzu ederim. Hakk erenleri, dünyevî saadeti ve uhrevî selâmeti burada tatmışlar ve kanlarının her damlasını Hakk yolunda şehit vermekten çekinmemişlerdir. İmân dolu göğüslerini zâlimlerin zulüm kılıçlarına karşı bir kalkan gibi kullanmışlardır. Vücûtlarının her zerresi muhabbet ve aşk potasında eriyince halden hale girmişler, kemâlâta doğru tırmanmışlardır. Hal böyle olunca her an tecelli tezâhür eyleyen şuûnât-ı ilahiye karşısında bakışları, tavırları, tutumlar, değerlendirilişleri farklılık göstermiştir.

Merhametin, adaletin, sevginin, cömertliğin kısacası insanî vasıfların en güzel örneğini gösteren bu farklılığı sohbetleri sırasında ifâde buyurdukları pek çok hatıralarını da dinlemeye müşerref oldum. Bu hadiselerden özellikle biri beni çok etkiledi. Zirâ hadisenin yanısıra anlatışı sırasında gözlerinin dolması, sesindeki merhamet, samimiyet, incelik ve hüzün o anları yaşattı. Sözü daha fazla uzatmadan sizlerde de derin izler bırakacak bu hadiseyi anlatmaya çalışayım:

Oduncu ve oğlunun sevinci:

Malûmunuz Kütahya’nın kışları meşhûrdur. Kuru ayazın, çat çat soğukların, saatlerce yağan karın hakim olduğu böyle bir kış günüdür. Azizim Hafız Efendi, sabahın erken saatlerinde Devlethâne’nin altında bulunan dükkanlarını açarlar. Sobayı yakar ve köşedeki sedire otururlar. Otururlar oturmalarına ama dükkanın karşısında, üç beş metre ilerisindeki asırlık çınarın altında, bir oduncu ve sekiz on yaşlarındaki oğlunu görürler. Bunlar, melûl, mahzûn, ürkek hareketlerle eğilip kalkmaktadırlar.Çökük omuzlu, esmer yüzlü oduncu, çuha çaputa bürünmüş, soğuktan çatlamış elleriyle merkebine yüklediği odunları indirerek, çınarın dibine yığmaktadır. Çocuk da, zayıf ve çelimsiz vücuduyla titreye titreye, babasına yardım etmektedir. Ayaklarındaki lastik çarıkları, boyunlarına atılmış yün atkıları, onları hafif hafif esen rüzgarın soğuk nefesine karşı koruyamaz. Onlarla, sadece şehrin tenhalığını yüklenmiş çınar kucaklaşır.Etraf sessiz ve sakindir. Görünürlerde oduncu ve oğlundan başka kimse yoktur. Güneş bile solgun ışıklarını göstermekten kaçınmaktadır. Buzlu havanın şiddetini ve sessizliğini gülüşler, ardından seslenişler bozar. Karşıdan iri, avını arayan aç bir mamut iştahıyla bir adam, oduncuya doğru yaklaşmaktadır. Arada bir köstekli saatini çıkarıp bakmakta, kalın topuklu ayakkabılarıyla böbürlene böbürlene yürümektedir. Oduncunun yanına gelince, merhamet ve şefkatten nasibini almamış gür sesiyle: “Hey oduncu! Odunların fiyatı kaça?”, der. Oduncu soğuktan sızlamış burnunu çektikten sonra: “Dört lira beyim”, diye iki kez tekrarlar. Karaborsa zengin alaylı gülümseyişlerle: “Oğlum ben sadece odunları almak istedim. Sen merkeple beraber fiyat söyledin. Odunun fiyatını söyle de merkebini köyüne götür”, der.

O kış kıyamette, bir iki günlük nafakasını temin etmek için şehre gelen yorgun köylü, başını yavaşça kaldırıp, soğuktan morarmış dudaklarını hafifçe kıpırdatarak: “Beyim, bir gün dağdan kestim getirdim. Akşamın soğuğuna rağmen bir gün de Kütahya’ya getirdim. Ben odunu dört lira dedim. Sen bana merkeple fiyat söyledin, dedin. Benim ve küçük yavrunun haline bir bak. Eğlenilecek bir adama benziyor muyum?”, der. Azizim Hafız Mehmet Efendi, zengin züppenin oduncunun yanına gelmesi üzerine, oturduğu sedirden kalkmış ve kapıya doğru gidip kapıyı aralamıştır. Onların konuşmalarına şahit olmuştur. Aradan beş dakika bile geçmeden, ikinci biri daha gelmiştir. Bu murayî de diğerine yaranmak, belki ondan üç beş kuruşluk bir şeyler koparabilmek düşüncesiyle: “Beyim, oduna ne istiyor bu köylü?”, der. Bey, önce bir müddet duraklar, sonra sırıtarak: “Dört lira istiyormuş”, deyince mürayî, paslı durgun sesiyle zavallı köylüye: “Oğlum, sen merkeple beraber fiyat istiyorsun. O merkebi ne napsın. Sen odunun fiyatını söyle.”, der.       Kendilerine bir elin uzanmasını bekleyen oduncunun ve oğlunun yüzlerine, dünyanın bütün gerçeklerini kabûllendiğini gösteren bir mahzûnluk çöker. Azizim Hafız Mehmet Efendi, bu insanların gayrı samimi ve riyâ ile yaptıkları ibâdetlerin gururu içinde, nasıl bir gönül Ka’besini yaptıklarının farkında olmadıklarını görür. Üzülür. Bu taşlaşmış, hatta kütleleşmiş kalplerin, oduncu ve oğluyla daha fazla alay etmelerine gönlü razı olmaz. Kapıyı açar, olup biteni sanki bilmiyormuş gibi, incitmeyen bir ses tonuyla seslenir: “Kaça odunlar?” Zavallı köylünün yüzünde bir tebessüm belirir: “Dört lira beyim” Azizim Hafız Mehmet Efendi: “Beş lira vereyim odunları dükkanın önüne yıkıver”, der.

Oduncu ve oğlunun sevinci için dünyalar dar gelir. Çınarın yanına yığdıkları odunları da toplayarak merkebi dükkanın önüne çekerler. Odunları merkepten indirip hazırlanırlarken, Azizim Hafız Mehmet Efendi, onları dükkana davet eder. Oduncu ve oğlu, kendilerine uzanan bu cömert ele sımsıkı yapışırlar. Onun ısrarı üzerine sobanın yanına otururlar. Azizim Hafız Mehmet Efendi çocuğu okşar, sever. Bir ara ortadan kaybolur. Beş, on dakika sonra ticarethânenin içindeki merdivenlerden üst katta bulunan evine çıkar ve hanımına hazırlattığı kahvaltı tepsisiyle yeniden dükkana iner. Özlemini duydukları sıcak çorbanın kokusunu duyan oduncu ve oğlu çorbayı kaşıklar. Onlara ekmeğin lezzeti daha önce hiç bu kadar lezzetli gelmemiştir. Karınlarını doyurduktan sonra, yine ikram edilen tavşan kanı çayları reddetmezler.Isınıp, kışın soğuğundan kendilerine gelen oduncu ve oğlu, minnet dolu bakışlarla Azizim Hafız Mehmet Efendi’ye teşekkür edip helâlleşirler. Ancak, Azizim Hafız Mehmet Efendi, onlar köylerine gitmek üzere yola koyulmadan önce, kendisinin ve oğlu Kamuran Ağabey’in giyeceklerinden hazırladığı birkaç parça giyeceği bir paket yapar. Sonra da yavaşça oduncunun koltuğuna sıkıştırır.Baba oğul, bu sıcak, sımsıcak, kendilerine uzanan dost elini tutmanın mutluluğu içinde “Allah sizden razı olsun”, diye sarılır ve ayrılırlar.

Pazara gidişin vardır bir hikmeti:

Azizim Hafız Mehmet Efendi’nin ticarethânesinin bulunduğu Yeşil Câmi’ civarında her Çarşamba ve Cumartesi günleri, geniş bir alana Pazar kurulurdu. Pazar sergicilerinden tutun da köylerden gelen satıcılarla dolup taşardı. Azizim Hafız Mehmet Efendi, mutlaka meyva, sebze alma bahanesiyle bu pazarı dolaşırdı. Aslında pazarda yapacağı alışverişi, ticarethânelerinde kendilerine yardımcı olanyirmi bir yirmi iki yaşlarındaki genç de yapabilirdi. Ancak Azizim Hafız Mehmet efendi’nin niyeti almak değil vermek olduğu için bizzat kendileri pazara çıkardı. Çünkü o pazardaki halkla ilgilenmek, üzüntülerini paylaşmak, maddi ve manevî yönden onlara yardımcı olmak isterlerdi. Henüz hiç sifta etmemiş olan satıcının tezgahına yaklaşır, önce onunla şakalaşır, sonra sattığı meyvalardan birkaç kilo alır ve dua ederek oradan ayrılırdı. Bazen, toprakla uğraşan yorgun köylüye selâm verir, yumuşak sözlerle onun gönlünü okşardı. Bazen, salatalık ya da biber yüklü kamyondan çuvalları indiren gençlerin sırtını sıvazlar, bazen de darılanları, kırılanları barıştırırdı. Birlik ve beraberliğin güzelliğini anlatmaya çalışırdı.

Azizim, onlarda Hakk’ın nûrunu ve zuhûrunu temâşa eder ve onlara hep evlât gözüyle bakar, cümlesine kucak açardı. Bu satıcı, bu köylü, bu şehirli, bu çingene, bu Ermeni, bu Türk, bu Avrupalı, bu kadın, bu erkek, bu zengin, bu fakir aralarında fark gözetmezdi. Hepsini sever ve güneş gibi sıcak şevkatiyle ısıtırdı. Çünkü Azizim Hafız Mehmet Efendi’nin nazarında, bu mavi gezegende yabancı yoktu, ağyâr yoktu, düşman yoktu. Yetmiş iki millet bir vücûttu. Her şey Hakk’ın bir terennümüydü. Senaryoyu yazan, sahneyi hazırlayan, rolleri oynayan hep O’ydu. Azizim Hafız Mehmet efendi, bu gerçeği kendine öyle zevk etmişti ki, her dem bunun nağmelerini onun sohbetlerinden dinlemek, davranışlarında temaşâ etmek, sesinde hissetmek, gözyaşlarında görmek mümkündü. Hatta, sohbetlerinde vardığı manevî zevki ve coşkunluğu evlatlarının da yaşamasını istediğinden başta Kütahyalı Hz. Gaybi’nin, Halvetiyye tarîkinin Mısriyye kolunu açan Niyâzî Mısrî Hazretlerinin, Hz. Mevlana’nın, Yunus’un olmak üzere, nice ehlullahın sözlerinden dem vururdu. Özellikle Hz. Gaybî için: “Bu mübarek büsbütün uryân. Sözlerini okuyan ve dinleyenin gönlünde şek ve şüphe, aklında soru işareti bırakmadan açık ve net bir şekilde yazmış”, diye ifâde buyururlardı.

Sonra, ehl-i hakîkatın asırlarca insanlara tevhidin nûrunu anlatmaya çalıştıkları, tasavvufun ana ilkesi, anlayışı, esrârı, maksadı ve özünü ifade eden Hz. Gaybî’nin divânının ilk beyitini okuyup, şerh ederlerdi.

Bir vücûttur cümle eşya, ayn-ı eşyâdır Hüdâ,

Hep hüviyettir görüneni yok Hüdâ’dan mâada

Yine Hz. Gaybî’nin başka bir nutk-ı şerîfinden:

Sana Allah görünen, hakikatte Allah’tır.

Allah birdir vallahi, sanma olası birkaç.

sözlerini okurlardı. Ardından Niyazî Mısrî Hazretlerinin:

Ben cümle eşyada cemal-i Hakk’ı zâhir görmüşüm,

Bu merâyaya anın çün, baktığımca hurremim.

sözleri üzerinde durur ve misâllerle açıklamalarda bulunurdu. Ancak, dinleyenlerin anlayışına daha zengin bir bakış açısı getirerek, konuyu renklendirip manâyı derinleştirmek ve tasavvufî zevkin güzelliklerini sergilemek için, daha nice ehl-i hakîkat sözlerine, âyetlere, hadis-i şerîflere, menkıbelere, rivâyetlere, hatıralarına yer verirdi. Hatta o anda zuhûr eden bir hadise-yi ilahiyi bize fark ettirerek bu gerçeği fehm etmemize, seyretmemize, zevk etmemize yardımcı olurlar ve telkinlerde bulunurlardı. Böylece, ondan bize yansıyan ışıkla, eşyanın hakîkatı, âlemin ve âdemin hakîkatı, kulluğun esası üzerinde düşünmeye çalışırdık. Kişinin, kendi hakîkatını anlaması ve Rabbini tanımasını sağlayan bu idrâk metodunu bir hatıramla ifâde etmek isterim:Huzûr-ı alîlerinde bulunduğum bir gün, ticarethânenin kapısından giren kadını, erkeği, çocuğu, ihtiyârı, genci, kapalısını, açığını göstererek şöyle buyurmuşlardı: “Bak kızım. Bunlardan hangisi Hakk’tan ayrıdır? Hepsi O’ndan bir nûrdur.” Hemen ardından da: “Kızım, ehlullahın gözü başka türlü görür. Azizim Hoca Mustafa Efendi (K.S)’in yıllar önce bana bir sözünü hatırladım: “Oğlum, şu dünyaya bir benim gözümle bakabilsen, ne güzellikler var. Bayram yeridir.” “Efendim, lütfedin.” Dediğimde, “Zamanı gelir, acele etme”, buyurdular.”

Yine bir gün Azizim Hafız Efendi ile birlikte sofrada yemek yerken, ansızın tabağından kaşığına bir tane nohut tanesi alarak: “Kızım, bunun biri neyse, bini de odur. Asıl mesele bu biri tanımaktır. Bu birin içinde binler var.” diye buyurmuşlardır. Hemen ardından da gözlerini açıp kapayarak birkaç kere kırpıştırdılar ve: “Bak, “Benim “, diyor. Sen onu dışarda arama, kendinde ara. O sana senden yakın. Yıllarca ehl-i hakîkat bunun böyle olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hz. Gaybî Efendi de bunun böyle olduğunu ne büyük incelikle söylemeye çalışmıştır:

Gönül ili Hakk’ın gizli elidir,

Andan haber veren gerçek velîdir,

Gaybî Hakk’a giden gönül yoludur,

Gönülde iste bu Hakk’ı dediler.”

diyerek ifade buyurdular. Azizim Hafız Mehmet Efendi, Hz. Gaybî gibi büyük bir velî, kâmil ve ârif bir zâtı anlayan ve onun meşrebini, zevkini, anlayışını, inancını kendine mâl etmiş, Hakk ile Hakk olmuş bir kâmil, bir ârif velî değil de neydi? Evet… O bir velîydi. Hakk dostuydu. Hakk eriydi. Yolundan izinden gidilecek, güzel ahlâkı ve huyuyla örnek bir zât-ı alîydi. Allah’ın emin sıfatını verdiği Hz. Peygamber’in ilminin bir varisiydi. Hz. Ebu Bekir’in sıdkiyetinin, Hz. Ömer’in adaletinin, Hz. Osman’ın hayasının ve edebinin, Hz. Ali’nin mertliği ve ledûnni yapısının cem ettiği Allah’ın arslanıydı.

Dünyaya gelişin maksâd-ı âlâsı:

Azizim Hafız Mehmet Efendi, bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardır:

Evlatlar, güneşin özelliği ışık ve ısıdır. Işığın karşılığı gerçek bilgi olan tasavvuf, ısının karşılığı ise muhabbetullahtır. Muhabbetullahtan da maksat, hizmettir. Onun için, gerçek ilimle bilgilenmeyen ve muhabbetullah ile yanmayan bu dünyadan geçişte düşük puan alacaktır.Dünyaya gelmenin maksad-ı âlâsı, kemâlât-ı insaniyye, ahlâk-ı hamide ve evsaf-ı cemile ile mevsûf olmasından başka bir şey değildir.Bu durumda, dünyada bir dost, bir post ve bir tâc var. Post, rûy-zemîn, tâc, asûmân-ı seb’a, dost ise cümle mahlûkat ve mevcûdâttır. Kendisi ile dost olanın düşmanı kalmaz. Gerçek dostluk, kişinin önce kendisiyle barış içinde olmasıdır. Çünkü, kendi kendisiyle barışanın hayâtı bayram ve seyrân olur.

Yetimliğin böylesi:

Çok güzel ve özel bir hadiseye tanık olmamı sağlayan telefon görüşmelerinden biri bir hanıma aitti. Bu görüşmeyi yapan, elli ellibeş yaşlarında İstanbul’da ikâmet eden Nazan Hanım adında bir hanımdı.Nazan hanım, Kâdirî tarîkatına intisâp etmiş, İstanbul’daki hanım ihvânların sorunlarıyla ilgilenen, onlara yardımcı olmaya çalışan, onları bir araya toplayıp kaynaştıran, akıllı ve kültürlü bir hanımdı.Nazan Hanım’ın telefonda anlatmaya çalıştığı üzere, manevî kardeşlerinin büyük bir üzüntüsü vardı. Bîat ettikleri mürşidleri iki üç yıl önce Hakk’a yürümüştü. Mürşidleri yerine bir varis belirlemediğinden müritleri yetim kalmıştı.Kendilerinin izinden gidebilecekleri, sohbetlerini dinleyip feyz alabilecekleri bir mürşid-i kâmil’e intisâp etmenin özlemini yaşamış, duâ ve niyazlarda bulunmuşlardı. Sonunda, kendilerine yön verecek bir mürşid-i kâmil’in varlığından haberdâr olmuşlardı. Bu ârif velî, T.R.T. 1 İnanç Dünyası Programı’nda izledikleri ve sohbetini dinledikleri Azizim Hafız Mehmet Efendi’ydi.Bir telefon görüşmesiyle Kütahya’ya bir an önce gelip Azizim’i ziyaret ederek, târik-i Halvetiyye yolunda tekmîl-i sülûk’a devam etmek istediklerini bildirmişlerdi. Kütahya’ya geldikleri zaman Azizim hepsiyle ilgilenmiş, onları dinlemiş ve sonra da:Evlâtlar, irşad eden Hakk’tır. Mehmet Hoca’yı görürseniz yanılırsınız. O, otuzbeş sene önce öldü ve biz onu gömdük. Kemikleri bile kalmadı. Sizin mürşidiniz benim de mürşidimdir. Bakın, irşât edenin Hakk olduğunu Hz. Gaybî şu güzel sözleriyle ne güzel ifade etmiştir.

Hakk seni irşâd eder, Gaybî lisânından beyim,

Dutmaz isen Hakk kelâmın, işte tuyânlık budur.

Evlâtlar, bu dünya evinde insan için en büyük hüner mürşid-i kâmil’i bulmaktır. Bulanlara ne mutlu. Ancak, bulmakla da yetinmemelidir. O’nun rengiyle renklenmeli, yolunda ve izinde gitmeli, ona teslim olup itaat etmelidir. Evlâtlar, ancak şunu da unutmayın. Mürşid-i Kâmil put değildir. Ona gösterdiğiniz saygıyı, her şeye, herkese gösterin”. Burada, her zaman bizi bir baba sevgisi ve şefkatiyle kucaklayan, koruyan, ilgilenen Azizimizin neden böyle davrandığını, yine onun sözleriyle ifâde etmek isterim:

“Talibin intisâp ettiği tarikattaki Mürşid-i Kâmil onun cân babasıdır. İsterse aralarında kan bağı olsun, isterse olmasın.”

Sevgi ve saygılarımla

f t g m