ARİFLER GÜL BAHÇESİ 2. BÖLÜM
EYLESİN ALLAH (Niyazi Mısri Efendi)
Eylesin Allah çok tahıyyatı
Ona kim verdi ilmi gayatı
Mısri Niyazi Hazretleri, burada, Allah çok dualar etsin, kime? Beni ilmin gayesine ulaştıran kimseye diyor. Kim çıkarmıştı Niyazi Efendiyi ilmin gayesine? Ümmü Sinan Mehmed Efendi Hazretleri.
Kur'an’ı Kerim'inde Hak Teala Hazretleri Allah ve meleklerinin dua ettiklerini ilan ediyor. (İnnallahe vemelaiketehu yusallune alen nebiyyi ya eyyühellezine amenü sallü aleyhi vesellimu teslima) "Ey iman edenler siz de Hazreti Nebi'ye salatü selam getirin, dua edin" diyor. Allah ve melekleri Peygamber Efendimize niçin dua ediyor? Çünkü Cenabı Hak varlığını, Hazreti Muhammed ile zuhura getirdi.
Bir kutsi hadiste buyruluyor: (Levlake levlak lema halaktul eflak) "Ey Habibi Zişanım, sen olmasaydın, sen olmasaydın (iki defa tekrar ediyor) bu felekleri, bu kainatı halk etmezdim." Bu da, Allah'ın Habibini sevmesinden ileri gelmektedir. Niyazi Efendi Hazretleri de, mürşidini ifrat derecesinde sevdiği için Allah'ın, Ümmi Sinan Mehmed Efendi Hazretlerine dua etmesi talebinde bulunuyor. Ey Allah'ım, sen o kimseye dua et, çünkü beni ilmin gayesine o kimse çıkardı. Nedir ilmin gayesi? İlmin gayesi ,kişinin kendisini bilmesidir. Bu husustaki Yunus'un sözleri ne güzeldir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Çün kendini bilmezsin
Bu nasıl okumaktır
İşte burada Mısri Niyazi Efendi Hazretleri, şeyhi Ümmi Sinan Mehmed Efendi Hazretleri için, kendisini kendisine tanıttığından dolayı, Allah'ın ona dua etmesini niyaz ediyor. İkinci beytinde de şöyle devam ediyor:
Gizli sultandır
Sırrı burhandır
Mürşidi candır
Hep makalatı
Hak Teala Hazretleri veli kullarını daima gizlemektedir. Bir kutsi hadiste buyruluyor: (Evliyai tahte kubabi layarifuhüm gayri) "Benim velilerim kubbelerimin altında gizlidir. Onları benden başka kimse bilmez." Bu suretle gizlediği için, onlar bu alemin sultanıdır. Fakat gizlidir, gizli sultandır. Acaba, Allah bu kullarını neyle gizliyor? Beşeriyet elbisesiyle gizliyor. Bunun için bir veli kerametini izhar etmekten kaçınır. Kerametini izhar etti mi, o velinin veliliği meydana olur. Bundan dolayı da halk o veliyi rahatsız eder. İşte, bu mübarek de böylece kendisini beşeriyet sıfatıyla örtmüş, bu durumda halk ne bilir onun ne olduğunu...Peki beşeri sıfat nedir? İnsanlar arasında bir tavrı harekat, yani bir suret elbisesi vardır. Halk ne türlü harekatta ise, o da ayni harekatta bulunup, kendisini halktan ayırmaz. Kendisini, aynı halktan biri gibi gösterdiği için gizlemiş olur. Onun için diyor.
Gizli sultandır
Sırrı burhandır
Böyle velilerin sırları nedir? Sır; Kişinin iç alemindeki görünmeyen varlıklara denir. Yine bir kutsi hadiste Hak Teala Hazretleri buyuruyor: (EL insanu sırri ve ene sırruhu) "Ben insanın sırrıyım, İnsan da benim sırrımdır." İşte, böylece Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretlerinin sırrı, Hak Teala Hazretleri olduğu için,bütün alemlere delil olan Allah o kimsenin kalbine ilham edecek, sonra doğru yolunun bahislerini açacak. Onun için diyor.
Gizli sultandır
Sırrı burhandır
Mürşidi candır
Hep makalatı
Mürşitlerin konuştukları aşıklara can bahşeder. Onları sözleriyle diriltir. Fakat avamı nas'ın sözleri böyle değildir. Çünkü onlar dirilmemişler ki başkalarını diriltebilsinler. Fakat mürşidi kamil olanlar Hakk'ın hayatıyla, ilmiyle, duymasıyla, görmesiyle kendilerini bezediklerinden, dirilmişlerdir. İşte, böyle kimselerin sözleri diridir. Onun için diyor. "Mürşidi candır, hep makalatı."
Kutbu halayık
Bahri hakayık
Ferdi camidir
Hep makamatı
Başta bahsedilen mürşit bu alemin kutbudur. Peki kutup nedir? Kutup, yolunu şaşırtan kimselerin yolunu düzeltene denir. Bu, sureti zahir'e de bile mevcuttur. Gökyüzüne baktığımızda, kuzeyde etrafının yıldız kümelerinin çevirdiği bir Kutup yıldızı vardır. Diğer yıldızlar onun etrafında dönüp dolanırlar. Bir insan geceleyin yolculuğa çıktığı zaman, gecenin karanlığında yolunu kaybederse, Kutup yıldızıyla yolunu derhal bulur.
Biz insanlar da daima yolculuktayız, annemizden doğduğumuz zamandan beri mesafe kat etmekteyiz. Ömrümüz boyunca her gün bir adım ileri gitmekteyiz. Peki bu gidiş niçindir? Nereye gidiyoruz? İşte insanların bilinçsizliği, cehaleti gece karanlığı gibidir. Bu karanlıkta mesafe kat edilmesi için bir kutba ihtiyaç vardır. İşte Niyazi Efendi Hazretleri de o kutbu bulmuş, o kutup sayesinde yolunu doğrultmuş. Ondan sonra diyor:
Kutbu halayık
Bahri hakayık
Halayık: Halk, bu insanlar demektir, yaratılanlar demektir. Her zaman bütün yaratılanlar için Hak Teala Hazretleri bir kutup bulundurmaktadır. Niyazi Efendi zamanında mevcut olan kutup Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretleri olduğundan, o kutbu bulmuş yolunu düzeltmiş ve bizlere de ilan ediyor. Siz de böyle bir kutup arayın ki yolunuzu, istikametiniz düzeltsin.
İşte, böylece o bütün halkın kutbu olduğu gibi, bahrın da en üstünüdür, denizlerin en üstünüdür ,hakikat denizidir.
Ferdi camidir
Hep makamatı
Her insanın bulunduğu bir makam vardır. Peki makam neye deniliyor? İnsanların oturduğu yere makam denir. İnsanların oturduğu bir makamı olduğu gibi, Hak Teala Hazretlerinin de bir makamı vardır. Herkesin makamı kendisine cami olur. Peki camide neler yapılıyor? Biz oraya neden cami dedik? Allah'a kulluk edenleri bir araya toplayan yere cami denir. Çünkü camiler Allah'a kulluk edenleri omuz omuza getirerek kardeşliklerini ispat etmek için, bir arada topluyor. Onun için insanlar da bulundukları makamdan Allah'a ibadetlerini yaparlar. Mesela Ef'al makamında ise, o makam onun camisidir. Ef'al makamında faili müşahede etmek suretiyle ibadetini yapacaktır. Müşahede etmekten murat görmektir.
Bu vesileyle suret namazlarını kılarken bile (Vezkür rabbeke fi nefsike tazarruan ve hufyeten) "Namazlarınızı huşu içinde müşahede ederek kılınız." buyruluyor. Namazımızda Rabbimizi müşahede edeceğiz. Onun için, Ef'al saliki de bu makamda faili hakikiyi müşahede etmesi hakiki bir ibadettir.
Noktayı kübra
Göremez ama
Gizlidir zira
Cümleden zatı
Noktayı Kübra: Büyük nokta. Peki, bu nokta nedir? Peygamber Efendimiz bir hadis irad buyurmuşlardır: (Ene medinetül ilmi ve aliyyün babüha) "Ben ilmin şehriyim, kapısı Ali'dir." Bu hadisin sonrası ashabı kiram İmamı Ali Efendimize noktadan sordular. O da bir kalemi hokkaya batırır, kaldırıp bir kağıdın üzerine dimdik tuttuğumuzda sağa sola hareket ettirmeden bırakırsak bir nokta yazar dedi. Ashabı kiram bunun sırrını istedikleri zaman da; bir yere gireceğiniz zaman kapıdan giriniz. Bundan ilerisi sırdır, söylenmez dedi.
Nasıl nokta harflerle bölünmüştür, çoğalmıştır. İnsan dahi bir çok suretlerle bezenmiştir. İnsanın kolları, gözleri, kulakları, ayakları, yüzü vardır. Her uzuv ayrı ayrı suretlerle görülmüştür. Bir kimsenin nokta sırrına erişebilmesi için, bütün bu harf elbisesinden soyunması lazımdır. Bu harf elbiselerinden, suret elbiselerinden nasıl soyunulur? Bütün bu suret elbiselerinin Hakk'ın olduğunu anlayabilirsek, yani bu varlıkları Hakk'a nispet edersek, bu elbiselerden soyunmuş oluruz. O zaman geride ne kalır? Sadece bir nokta kalır. Böylece, bizde bir nokta kalmış oluruz. Çünkü, noktada suret, şekil, harf yoktur. Bunun için o, bütün halkın zanlarından sıyrılmış, bir nokta kalmıştır. Fakat, öyle bir nokta ki tıpkı damlaların çoğalarak denize kavuştukları zaman hiçbir özelliği kalmadığı gibi, o deryada yok olurlar.
İşte Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretleri de denize karışmış, nehirler misali bir nokta gibi görünse bile, o en büyük bir noktadır. Fakat, bunu ancak gözü olanlar görebilir. Gözsüzler bunu görmekten aciz olurlar. Onun için, bu nokta Allah-u Teala Hazretlerinin zatını temsil eder. Zatı İlahiyyeden daha büyük bir şey olmadığı gibi, zatı ilahiyeyi ancak gözü açık olanlar görebilirler. Can gözleri açık olmayanlar göremezler. Çünkü onlara ama denilmektedir. Nasıl Cenabı Allah kendi zatını sıfatlarıyla, isimleriyle, ef'aliyle gizlemiş ise Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretleri de halktan kendini böylece gizlemiş, o kadar büyük bir nokta olduğu halde halk onu görememiştir.
Kalbini keşşaf
Eylemiş şeffaf
Görünür anda
Her beliyyatı
Şeffaf: Parlaklık, yani kalpleri parlatan demektir. Kalpleri açmasıyla şeffaflandırdı, aydınlattı. Böyle aydın bir kalbe;
Görünür anda
Her beliyyatı
Beliyye: Zorluk manasınadır. Mürşidin şeffaf kalbinde her zorluk ve sıkıntı görünür. Bunun için veliler kendisine bir kimse geldiği zaman, o kimsenin manevi hali nasılsa o kişinin halini ahvalini görür. Bir veliye keşf edilmiş, açılmış, şeffaflanmış bir kalp de neler var ise o görünür. Onun için diyor:
Görünür anda
Her beliyyatı
Büyük bir nokta olan, halkın gözlerinden gizlenmiş, bir kutbu kim arıyorsa onlar bulacaktır. Bir kutsi hadisinde Cenabı Hak Teala Hazretleri (Men talebeni vecedeni ve men vecedeni aşakani vemen aşakani kateltühü) "Bir kulum beni ararsa, beni bulur." Allah bunu vadediyor. Bir kimse de gerçekten Allah'ı ararsa o kimse muhakkak bulacaktır. Fakat, bulduğu zaman da kulluğunu yapacaktır. Kulluğunu yapmıyorsa bulmamış demektir.
Arayıp bulan
Kulluğun kılan
Telkinin alan
Buldu halatı
Onun için o kutbu kim buldu, telkinini aldıysa, o hallerin cem'ini bulur. Bütün hallere mazhar olur. Yalnız biraz önce dediğimiz gibi, kulluğunu yapmak şartıyla.
Ey nice canlar
Yanını bekler
Bulmadık derler
Bunda lezzatı
Ne zaman Niyazi Efendi Hazretleri, Ümmi Sinan Mehmet Efendi'yi tanıdı, onun etrafından ayrılmayıp, kulluk etti, telkinini aldı, halatı buldu. Fakat nice kimseler senelerce etrafında dolaştı, hiç bir zevk, hiç bir lezzet alamadılar. Neden alamadılar? Bu hususu daha sonraki beyitlerde en iyi şekilde açıklamış oluyor.
Neylesin talim
Olamaz teslim
Ya nice bulsun
Ol kemalatı
Her şeyden evvel böyle kimselerin teslimiyetinde noksanlık var, onlar şek ve şüpheyle oraya bağlandılar. Acaba bundan daha alası var mıdır? düşüncesindeler. Böyle acaba düşüncesinde olan kimseler bu yolda mesafe kat edemez. Cenabı Allah Kur'an’ı Keriminde (La raybefihi) "Şüphesiz" diyor. Neye inanıyor, neye ibadet ediyorsanız şüphesiz olsun. Esasında böyle kimselere de aynı talim terbiye gösterildi, velakin teslimiyetlerinde noksanlar, şüphedeler. Onun için, kendilerinde kemalat ve olgunlaşma bulamadılar. Eğer bir insan dünyanın sonuna kadar şüpheyle yaşar, ibadetinde şüphe ederse, ebediyyen kemalat bulamaz.
Mayenin zevkin
Alamaz şol kim
Şeyhi Hak bilmez
Yok riayatı
Saliklere, intisap ettikleri zaman bir maya verirler. Yani mayayı Muhammedi’ye üflenir. Velakin şüpheli olan kimseler bu mayayı Muhammedi yeden zevk alamazlar. Yani, mürşidine gerçek olarak bağlanmamış, riayatı yok, şeyhinin tekinini, emirlerini benimsememiş kişiler, hatta, hepimiz böyle kişilerle karşılaşmışızdır.
Bazı kimseler intisap ederler, teveccühten çıkınca, nasıl? diye sorduğunuzda, ha ben bunları zaten biliyordum derler. İşte, böyle kişiler de riayat yok demektir .Riayat olmadığı gibi kemalat da olmaz.
Şehri Elmalı
Canda bulmalı
Ümmi Sinan'dır
Şöhreti zatı
Mısri Niyazi Efendi Hazretleri mürşidi Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretleri Elmalı şehrinden olduğu için, "Elmalı şehrini canında bul" diyor. Onu çok uzak yerlerde sanma, Elmalı şehrini yanına getir, canının içerisine al. O zaman Ümmi Sinan Mehmet Efendi Hazretlerinin şöhreti zahir olur. Nasıl getirecekmiş Elmalı şehrini yanına?
Hubbu canımda
Sırrı zatımda
Savar üstümden
Her beliyyatı
Onun sevgisini ben canımın içine aldım, canım onun sevgisini daima saklamaktadır. Ne demek Elmalı şehri, nasıl olur da bir kişinin canının içerisine girer? Canının içerisine girmesi için, canından fazla seveceksin. Onun için bir gün Resulullah Efendimiz ashabına sırasıyla sordular.
Ya Ömer; beni ne kadar seversin? Ya Resulullah, seni malımdan, mülkümden fazla severim. Ya Ömer, imanı kamil olamadın dedi. Ya Resulullah, seni evladü ıyalimden de fazla severim. Ya Ömer mü'mini kamil olamadın. Ya Resulullah seni canımdan da fazla severim, Şimdi İmanı Kamil oldun ya Ömer. (La Yü'minu ehadüküm hatta ekune ehabbe ileyhi) İşte böylece Niyazi Efendi Hazretleri de Elmalı şehrini canında bulmuş, o şehri kendi canından fazla sevmiş. Böyle sevenler için;
Savar üstümden
Her beliyyatı
İnsana ne türlü bela gelecek olursa olsun, onun sevgisi o belaları def eder, savar ve sonunda en iyi şekilde bağlıyor:
Şeyhini Hak bil
Ey Niyazi kim
Pir yüzündendir
Hak hidayatı
Bir insana Allah hidayet edecekse, bu hidayet ancak bir mürşit yüzünden olacaktır. Bu itibarla, mürşit eline kavuşmayan bir kimseye hidayet ulaşamaz. Bir kimseyi kerameti kevniye ile kuş olup uçuyor görsen, yine hidayet bulmuş sayılmaz. Allah'ın hidayeti mürşidi kamildedir. Nasıl ki Peygamber Efendimiz zuhur ettiği zamanda amcası Ebu Talip kebile reisi idi. Kürsülere çıkıp, nutuklar irad ediyor, halka hitap ediyordu.
"Ey ahali biliniz ki, Allah'ın hidayeti Hazreti Muhammed iledir." Bu sözü söyledi ama, kendisi inanmadı. İmamı Ali on yaşında iken babasına dedi ki; Ey babacığım, gel Hazreti Muhammede iman et, gerçek peygamberdir dediğinde, babası Ebu Talip; Biliyorum evlat biliyorum, velakin biz bu eski dinde ihtiyarladık, eskilerin dinini nasıl bırakalım.
Asrı saadette öyle olan durum şimdi de aynıdır. Çünkü şimdi peygamberlik devri geçmiştir. Velakin, onun varisleri olan mürşidi kamiller mevcuttur. İşte bu varislerin elini tutmayanlar hidayet bulmuş sayılmazlar. Cenabı Allah cümlemizi kendi hidayetinden ayrılmayan kullarından eylesin (AMİN).
EY GÖNÜL GEL HAKKA GİDEN RAHI BUL
(Niyazi Mısri Efendi)
Ey gönül gel Hak'ka giden rahı bul
Ehli dert olup derunu ahı bul
Canın ilindeki şemsi mahı bul
Adem isen semme vechullahı bul
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Muhterem dinleyenlerim, görülüyor ki Niyazi Efendi Hazretleri, kendini Hakk'a giden yola davet ediyor. Halbuki Cenabı Allah bizden uzak bir yerde değildir. O halde, o yol ile Allah'ı bulmak ve Allah'a kavuşmak için davete hacet nedir? Cenabı Hak Kur'an’ı Keriminde şöyle buyuruyor: (Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verid) Yani "Biz ona şah damarından daha yakınız." Peki, hal böyle iken, yola hacet nedir? Yine Resulullah Efendimiz bir hadislerinde buyuruyorlar. (Etturuku ilallahi biadedi enfasil halayık) Yani "Allah'a giden o kadar yol var ki, halkın ne kadar nefesleri varsa." Demek oluyor ki, Allah'a giden her nefes, bir yol olmuş oluyor. Yine Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar. (Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu) Yani "kim nefsini bildi, Rabbini o kimse bildi" demektir. Demek ki burada yol ilimdir. Bunun için Resulullah Efendimiz buyuruyorlar: (Utlubul ilme velev bis siyn) "İlim Çin'de dahi olsa arayınız." (Utlubul ilme minel mehdi ilal lahdi) "Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.
Allahu Azimüşşan Hazretleri (Hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun) "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? " buyuruyorlar. Bu itibarla, Allah'ı arayıp bulmak isteyen bir kimsenin ilim tahsil etmesi lazımdır, ilmin nihayeti yoktur.
Esas itibariyle dört ilim vardır. Bunlar ana ilimlerdir.
1) Şeriat İlmi
2) Tarikat İlmi
3) Hakikat İlmi
4) Marifet İlmi
Kur'an’ı Kerim, bu dört ilim üzerine nazil olmuştur.
Şeriat İlmi: Emir ve nehiy, yapın ve yapmayın, bu gibi ayetlere İlmi Şeriat denildi.
Tarikat İlmi: Ahlaka dair olan ayetlere, İlmi Tarikat denildi.
Hakikat İlmi: Hak ve Hakayıka dair olan ayetlere, İlmi Hakikat denildi.
Marifet İlmi: Esma ve sıfatlarına dair olan ayetlere de, İlmi Marifet denildi.
Bu ilimlerin ansı Tevhit İlmidir. Bir kimse Tevhit İlmini tahsil ederse, bu saymış olduğumuz dört ilmi de tahsil etmiş olur. Şimdi Şeriatta emir ve nehiye imtisal eden ehli zahir, her ne kadar emir ve yasaklara uygun hareket ediyorsa da, şirki hafiden kurtulmuş değildir. Çünkü, insanları şirki hafiden kurtaracak Tevhittir. Ehli Tevhit emir ve nehye imtisal ettiği gibi, yani emir ve yasaklara uyduğu gibi, şirki hafiden de kurtulmuştur.
Bu ilimden sonra Tarikat İlmi gelir demiştik. Yani, kişinin ahlakının düzelmesi bu ilimle mümkündür. İlmi olmayanın ahlakı da olmaz. Cahilde ahlak ne gezer, çünkü ne yaptığını bilmez. Ölüden de farkı yoktur. Böyle ölü olanlara Cenabı Allah Kur'an’ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: (Ya eyyühellezine amenüstecibü illlahi ve lirrasuli iza deaküm lima yuhyikum) "Ey iman edenler Allah ve Resulü sizi diriltmeye davet ettiğinde icabet ediniz." Allah'ın birliğine takliden inanmış, tevhitten haberi olmayan ölü mesabesindeki cahiller, tevhit ehline takliden evet demişlerdir.
Bu gibi cahil zevatları, Cenabı Allah Celle Celalühü tevhit ilmiyle dirilmeye davet ediyor. Şimdi Resulü nerede bulacağız? Resulullah Efendimiz bundan 1400 küsur yıl evvel, Darul Beka'ya irtihal ettiyse de, onun uleması mevcuttur. Çünkü kendi sözü (Elulemau veresetül enbiya) "Ulemalar enbiyaların varisleridir." İşte, bu gibi ulemayı Çin'de dahi olsa arayıp bulmak hepimize farzı ayındır. Bu ulemanın ilmiyle dirilmemizi Cenabı Allah Celle Celalühü Hazretleri emir buyuruyorlar. Ola ki Cenabı Allah enbiyaların varisleri olan ulemayı cümlemize buldurup, ilmiyle dirilmiş olan kullarından eyleye.(AMİN)
Niyazi Mısri Hazretlerinin davet ettiği yol, bir kimsenin bu tevhit ilmiyle dirilip, Hak ve Hakikati anlayarak marifet sahibi olma yoludur. Malum, nefsini bilmeyen bir kimse yabandadır. Yabanda kalmıştır. Ne kadar ibadet, taat etse de, nefsinin cahili olduğundan yine mahcuptur. Bu gibi mahcuplardan Cenabı Allah cümlemizi korusun ve muhafaza eylesin.(AMİN)
Ehli dert olup deruni ahı bul
Kişinin dert ile olması ancak, tevhitte olabilir. Tevhit'i Ef'al'i tahsil eden bir salik, bakıyor ki bütün tezahuratlar, yani oluşlar ef'al iledir ve bu ef'al de sonsuzdur ve hiç birine benzemez. Bütün bunların faili, yani işleyicisi Allah'tır.
Bunları düşünüp şuhud etmek, dert değil de ya nedir? Hem de öyle bir derttir ki, bunu dışında yani tevhidin dışında arayacak olursan ebediyyen bulamazsın. Ama, tevhidin içinde aradığın zaman, derunundaki ahı bulmuş olursun.
Canın ilindeki şemsi mahı bul
Güneş dört yerde doğup dolanır. Enfüste, Afakta, Kesrette, Vahdette,
Enfüste doğup dolanan güneş kalpte doğar, nefiste dolanır. Çünkü, nefis kendinde müstakil varlık ister. Bu nefsin kendi varlığı sis ve bulut olup, güneşin doğduğunu göstermez. Demek ki nefiste gün dolanmış oluyor.
Afakta herkesçe malum. Doğudan doğup, batından dolanıyor. Her ne kadar güneş doğup dolanıyor gibi görünüyorsa da, dünyamızın dönmesi bize öyle göstermiş oluyor.
Kesrette, insani kamilde doğar, ehli inkardan dolanır. Bu güneş ise, vücudu ilahi güneşidir. İnsanı kamilin vücudu, ilahi olan güneşe mazhar olmuştur. Vücudu ilahiyeyi hep müşahade etmiştir. İşte bu suretle insanı kamil de doğmuş oluyor. Ehli inkar ise insanı kamili inkar ettiğinden, ona da dolanmıştır .Çünkü insanı kamili ikrarla, vücudu ilahiyi idrak ediyor. Aksi halde, ikrar etmeyene hiç bir zaman vücudu ilahi güneşi doğmaz. Mısri Niyazi Efendi Hazretleri başka bir yerde şöyle diyor:
Secde eyle Adem'e
Ta ki Hak'ka kul olasın
Eden Adem'den iba
Oldu dahi Hak'tan cüda
sözleri bunu remz ediyor.
Canın ilindeki şemsi mahı bul
Kişinin canı kendi varlığıdır. Yani ef'ali, sıfatı, zatı. Bu varlıklar kişinin kendisine nispet olunduğunda, o kişiye bu varlıklar perde olur. O, güneşle ayı can ilinde göremez. Ne zaman mürşidinin himmetiyle kendi varlığından soyunur, Hakk'ın varlığı olduğunu idrak ederse, o zaman vücudu ilahi olan güneşe mazhar olur. Ay da sıfatı ilahiyeye mazhar olmuş olur. İşte can ilindeki şemsi mah'tan murat, vücudu ilahi; güneş, sıfatı ilahiye de ay'dır.
Adem isen semme vechullahı bul
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Cenabı Allah Kur'anı Azimüşşanda şöyle buyurmaktadır: (Velillahil maşriku vel mağribu feeynema tüvellu fesemme vechullah) "Doğu ve batı Allah'ındır, yüzünüzü ne tarafa döndürürseniz Hakk’ın yüzü oradadır." Bu sırra erişmek yukarıda belirttiğimiz gibi ,kişinin varlığından soyunmasıyla mümkün olacaktır.
Devleti dünyaya mağrur olma sen
Devleti dünya, rütbedir. Müderrislik, valilik, kaymakamlık v.s gibi. Böyle bir rütbeye sahip olduğun için mağrur olma, yani büyüklenme diyor.
Lezzeti cahına mesrur olma sen
Yani, bu rütbeden dolayı da sevinme, halkın nazarında devletli kişi olduğundan dolayı mağrur olma. Bunlar hep gelip geçicidir ve halk nazarındadır. Hak nazarında makbuliyet istiyorsan, semme vechullahı bul, bulamay çalış. Yani, her nereye bakarsan, orada Hak yüzünü gör demektir.
Gerçi Allah'a ibadet de güzel
Zühdü takva ve kanaat da güzel
Halvet ehline keramet de güzel
Adem isen semme vechullahı bul
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Allah'a ibadet edenler üç kısımdır:
Birinci kısma girenler, nefisleri için ibadet ederler. Bu kimseler kendilerini cehennemden kurtarıp, cennete dahil ettirebilmek için çalışırlar. Bunların yaptıklarına ibadet, sahiplerine de avam denir.
İkinci kısım ibadet edenler, ibadetlerini Allah rızası için yaparlar. Fakat Allah'ı ayrı, kendilerini ayrı olarak düşünürler. Böyle yapılan ibadete de ubudiyet, sahiplerine de ebrar denir. Bunlar için bir hadisi şerif vardır:
(Hasenatül ebrar seyyiatül mukarrabin) "Ebrarların yaptıkları sevab, mukarrebler yanında günahtır." Peki mukarrepler kimlerdir? Mukarrepler şunlardır ki, ibadetlerini Hak'tan alıp, Hak ile Hakk'a yaparlar. Yani ibadet eden Hak, edilen de Hak, ibadet de Hak olmak şartıyla yapılana ubudet, sahiplerine de mukarrap denir.
Ebrarlar, ibadetlerini kendi variyetleriyle yaptıkları için, bu ibadet güzel dahi olsa madem ki kendi variyetleriyle yapmışlardır, mukarrapler yanında günahtır. Hatta bunlar derler ki; Yarabbi, varlığımızla sana ibadet etmeyi sen bizlerden muhafaza et. İbadeti, seninle senden sana yapmayı nasiP et.
Çünkü Fatiha’yı Şerif Allah'la kulları arasında müşterektir. Maliki Yevmiddin'e kadar Allah'a aittir. İyyakena'büdü'den sonra kullara aittir. Bunun için de Fatiha’yı Şerif, Allah'la kulları arasında müşterek okunmuş oluyor. İbadet dahi böyledir.
Muhiddin-i Arabi Hazretleri (Fezkuruni ezkürküm) "Siz beni anarsanız ben de sizi anarım" ayeti kerimesini namaza almıştır. Yani siz bana namaz kılarsanız, ben de size kılarım. Çünkü, namaz bütün ibadetlerin cem'idir. Kul ile Allah arasında müşterektir.
İki rekatlı bir namazda, bir rekatı kul Rabbine, bir rekatı da Rab kuluna kılmış oluyor. Namaz dört rekatlı olursa, iki rekat kul Rabbine, iki rekat da Rab kuluna kılmış olur. Bunun için kulun kılmış olduğu iki rekat, Fatiha ve zammi sure ile kılınıyor. Rabbin kula kılmış olduğu da yalnız Fatiha ile. Fakat namaz kılan bir kimse namazda Rabbini görecektir, eğer görmemişse namaz kılmamıştır.
İmamı Ali Efendimiz buyuruyorlar: (Lem a'büd Rabben lem erahu) "Ben görmediğim Allah'a ibadet etmem" görürüm de ederim.
Şimdi, gelelim kul namazda Rabbini nasıl görür? Eğer Hz.Musa Aleyhisselamın dediği gibi "Yarabbi görün bana, bakayım sana" diye arayacak olursak, "Lenterani" yani "Beni göremezsin" cevabıyla karşılaşırız. Bu, idraki ve zevki bir meseledir. Seyyid Nizamoğlu bir beyitinde diyor:
Kıyamın rükuun sücudun
Kamu mahvetmek içindir vücudun
Bu uslubuyle olmazsa ibadet
Ona derler bir kuru adet
Şimdi, kul birinci rekatı nasıl kılması lazımmış? Kul kıyama durduğunda, fiilini yok edecektir. Rüku'da sıfatlarını, secdeye vardığında da vücudunu yok edecektir. Eğer kul namazını böyle kılarsa, Allah kulun kılınan bu namazını kabul eder ve ikinci rekatı da Rab kuluna kılar. Yani, kulun yok ettiği vücuduna mukabil vücud bahşeder. Sıfatlara mukabil sıfat, ef'aline mukabil fiil bahşeder. Eğer kul bunun idrakine mazhar olursa, Rabbini görmüş sayılır. Aksi halde namaz kılmamış olur ve Rabbini göremez.
Cenabı Allah, cümlemizi, yokluğunu bilip Hakk'ın varlığıyla var olmuş kullarının idrakine eriştirsin(AMİN)
Zühdü takva ve kanaatta güzel
Zahit şunlardır. Kendileri Allah'a ibadet ettikleri gibi, herkesin de ibadet etmesini isterler ve ibadet etmeyenleri de kınarlar. Çünkü arif değillerdir. Eğer Hakk'a arif olsalardı, bu gibi hallerden vazgeçerlerdi. Ama onlar için bu kadarla yetinmek güzeldir.
Halvet ehline keramette güzel
Keramet, çalışma ile elde edilen bir meslektir. Böyle kimseler halktan uzak tenha bir yere çekilerek orada, Rablarına bol bol ibadet, riyazat ve perhiz gibi hallerle uğraşırlar. Bundan sonra kendilerinde bir takım harikulade haller görülür. Yalnız bu hal müslüman ve mü'minlere mahsus değildir. Kafirlerden dahi bunun için çalışanlar, mağaralarda ve taş deliklerinde rızıklarını azaltıp, Rablarına niyazda bulunanlar; onlar da bu keramet fiiline mazhar olurlar.
Bu haller kafirden zuhur ederse istidraç, mü'minden zuhura gelirse, keramet denir. Fakat ikisi de aynı iştir. Bu itibarla, ehlullahın kerameti inkar edilmez. Fakat, veli dahi kerametini göstermekten memnun değildir. Çünkü, keramet fiilullahtır. Halk bunu bilmez, o veliye isnad eder.
Veliden meydana gelen keramet Allah'ın emriyle vaki olur. Kerameti isteyenler şirk etmişleridir. Onlar kerameti Hakk'a değil halka beğendirmek için yaparlar. Bu da gizli şirkin ta kendisidir.
Cenabı Hak. Bu gibi isteklerden cümle ihvanımızı muhafaza buyursun.(AMİN).Halka değil Hakk'a makbul olan kullarından eylesin (AMİN). Kendisini onun yüzünden başka bir yüz göstermeyip, daima kendi yüzünü cümle ihvana göstermek nasibü müyesser eylesin (AMİN).
Ol sana açmışdürür daim gözün
Burada bir rümuz vardır. Cenabı Allah Celle Celalühü Hazretleri insanları kendine mazhar olarak halk etmiştir. İnsanların gözleri, onun basar sıfatının mazharıdır. Ayni bir pencere gibi. O pencereden dışarıdaki varlıklar görünür, fakat içeriden bakan görünmez. Bizim gibi bir kişi, avını kaybetmiş iz aramaktadır. O ise, cihetsiz olarak eşyada yüzünü göstermiştir.
Cihetsiz olarak demek, tek bir cihete hasretmemek demektir. Her cihetten görünenin onun vechi olduğunu tanımaktır. Çünkü Cenabı Allah Celle Celalühü Hazretlerinin cihetsiz ve suretsiz görünmesine imkan yoktur. Gerek dünyada, gerekse ahirette, ruyet, suretle olacaktır. Peygamber Efendimiz'e dahi görünmesi suretle oldu. Hatta kendisi (Raeytu Rabbi ala sureti şabbin emred) "Ben Rabbimi delikanlı suretinde gördüm" buyuruyor.
Allah'ın bir de mutlaki ciheti vardır. Bunun görünmesine imkan yoktur. Ne dünyada, ne ahirette ve ne de bir kimseye (La yerallahe illallahu) "Allah'ı gören yoktur Allah'tan başka, Allah'ı gören yine Allah'tır." Cenabı Allah Celle Celalühü Hazretleri peygamberlere , evliyalara, ariflere, dünya ve ahirette göründüğü gibi, bizlere de dünya ve ahirette görünmeyi nasibü müyesser eyleye (AMİN).
Arife eşyada esma görünür
Arifler, eşyaya baktıkları zaman eşyada esma görürler. Eşya ise bütün şeylerin cem'idir ve bu şeyleri birbirinden ayıran, isimlerdir. Eşyada esmayı gören arifler sıfatıyyundur. Onun için müsemmayı göremez. Müsemmayı da, zatıyyun olan ehli tahkik görür.
Ehli tahkik gerçeğe erişmiş, Hak ile Hak olan kimsedir. Bu da, eşya ve esma göremez. Çünkü onun nazarında eşya ve esma yoktur. Hep, bir müsemmadan başka bir şey göremez. İşte:
Bu Niyazi'den de Mevla görünür.
Yani, Hak ile Hak olmuş Niyazi denilen esmanın hiç bir hükmü yoktur. Bu esmadan görüneni kim görmüşse, o Mevla'yı görmüş olur. Peygamber Efendimiz'in (Men raani fekad raal Hak) "Beni gören Hakk'ı görür" dediği budur. Yani, Peygamber Efendimizin vücudu nuranisini gören Hakk'ı görür.
Cenabı Hak, cümlemizin gözünden perdeyi kaldırıp Peygamber Efendimizin vücudu nuranisini görenlerden eylesin.(AMİN).
FATİHAYI ŞERİF
Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde mealen şöyle buyurmaktadır. "Kim ki namazında Fatiha’yı Şerifi okumazsa onun namazı, namaz olmaz. "Bu durumda biz insanlar düşünelim, bilmediğimiz zamanda bir bilene soralım. Çünkü Fatiha’yı Şerif insanlarla Allah arasında müşterek olarak nazil olmuştur. Yarısı Allah'ındır, yarısı insanlara aittir.
Peki ama böyle olunca insanlar Allah’ın bir ortağı olmuş olmuyor mu? Haşa, hayır, şöyle ki: Bismillah: Bu Allah'ın zatı Uluhiyetinin ismidir.(Elhamdulillahi Rabbilalemin)" Alemlerin Rabbine hamd olsun" Buradaki bütün alemlerin Rab'bı o. Rab: Terbiye edici demektir. Madem ki o, bütün alemlerin terbiyecisi ise herkesin bir terbiyede yetişmesi lazım gelirdi. Halbuki herkes bir terbiyede yetişmiyor. Şu halde herkes esmai ilahiden bir ismin mazharıdır. Kul hangi isme mazhar olmuş ise onun Rabbi o isimdir. Burada Rab umumi değil hususi olmuş oluyor. Bir kimse Allah'ın hadi ismine mazhar olmuş ise onu hidayet ile
terbiye eder. Mudil esmasına mazhar olanı da delaletle terbiye eder. İşte ayeti kerimede (Velaki yudillu men yeşau veyehdi men yeşau) buna işarettir.
Errahman sıfatların ismidir. Allah sıfatlandığı zaman da Rahman ismini alıyor Ef'al’iyle harekete geçtiği zaman da Rahim ismini alıyor. İşte hep bunlar Allah'a aittir. Yalnız Zat Allah'ındır, sıfatlar Allah'ındır, fiiller Allah'ındır.
(Maliki yevmiddin)"Yegane din gününün sahibi Allah'tır. Yani bu günün ve her günün sahibi Allah'tır. "İşte buraya kadar bu vasıfların hepsi Allah'a aittir. Burada insanların bir katkısı yoktur. Çünkü insanın ne zatı, ne sıfatı, ne de ef'ali vardır, bunların sahibi Allah'tır.
Şimdi bundan sonra devam edecek olan ayetler insanlara ait olmuş oluyor. (İyyakena'büdü) Cenabı Allah bunu kulu dilinden söylüyor, biz böyle anlayacağız, yoksa kula ait değildir. Daha önceden demiştik ki bu insanların ne sıfatları var, ne de fiili, öyleyse nasıl ibadet edecek?
Bir zamanlar zatın birisi Teheccüt namazını hatm-i şerif le kılıyor ve bu kıldığı namazı Ebu Medyen Hazretlerine söylüyor. Efendim ben Teveccüt namazını hatm-i şerif le kılıyorum. Ebu Medyen Hazretleri: Ya, dedi ,bu kadar mı olgunsun? Bir daha teveccüt namazını durduğun zaman farz et ki Hazreti Resulallah senin karşında, Kabul ederek okumana devam et, dedi.
Teveccüt namazını kılan zat, Ebu Medyen Hazretlerinin buyurduğu şekilde namaza duruyor. Resulallah Efendimizi karşısına alıyor ve okumaya başlıyor. Tabi ki karşısında Resulallah Efendimiz olduğunu var saydığı için çok dikkatli okuyor, bu durumda imkanımı var Teveccüt namazında bir hatim okuyabilsin, ancak bir sure okuyabiliyor. Ertesi gün Ebu Medyen Hazretleri soruyor, namazı nasıl kıldınız? O zat ancak bir sure okuyabildim diyor.
Ebu Medyen Hazretleri aynı zata, şimdide farz et ki namaza durduğun zaman Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimize vahy ediyormuş mülahazasıyla oku der. Bu sefer daha dikkatli okuyor, ancak bir kaç ayet okuyabiliyor. Vakit uzayıp sabah oluyor, halbuki teveccüt namazı bir boşlukta kılınabiliyor. Vakit namazının vakti geldi mi, artık o sakıt olur, nafile kılınmaz, Çünkü vakit namazı oldu.
Bu kez Ebu Medyen Hazretleri yine soruyor. Namazı bu sefer nasıl kıldın? Cevaben ancak bir kaç ayet okuyabildim diyor. O zaman Ebu Medyen Hazretleri şimdide Allah Vahyi Cebrail Aleyhisselama veriyor mülahazasıyla oku diyor. Bunun üzerine o zat namaza giriyor ve başlıyor okumaya (Elhamdulillahirabbilalemin Errahmanirrahim Maliki Yevmiddin
İyyakena'büdü) diyeceği zaman kulağına hafifden, yalancı bir ses geliyor. İşte o anda elinden, ayağından can çekiliyor, başlıyor titremeye ve hemen Ebu Medyen Hazretlerine geliyor. Efendim hali keyfiyet böyle, böyle diyor. O zaman Ebu Medyen Hazretleri, ne zannettin senin baştan ayağa kadar vücudun duruyor, sen vücut varlığıyla İyyake nabüdü diyemezsin.
Daha önceden ne dedik? Bismillah: Burada zat sahibi olan Allah'tır. Errahman: Sıfat sahibi olan Allah'tır. Errahim Ef'al sahibi olan da yine Allah'tır. Gün sahibi de yine Allah'tır. Bu vaziyette o kul nasıl (İyyakena'büdü) diyebilir. Ama fiil Allah'ın, Sıfatlar Allah'ın, vücut Allah'ın olduğunu idrak eden (İyyakena'büdü)demeye hak kazanır.
Peki (İyyakena'büdü) ne demektir? Kelime olarak sana ibadet ediyoruz demektir. Ama hakiki mana bu değildir. Bir insan Allah'a nasıl ibadet eder? İnsanın Allah'a ibadet etmesi Allah'ı, mazharında zuhura getirmesidir. Kendi mazharında, kendi kalıbında Hakk'ı zuhura getireceksin. Gözünden gören, kulağından işiten, dilinden konuşan, elinden tutan, ayağımdan yürüyen Allah'tır diyeceksin. Eğer bunları idrak edebildi isen korkma (İyyakena'büdü) de fakat böyle olmazsa senin söyleyişin yalancılıktan başka bir şey değildir.
Bu sebepten dolayı Fatiha'yı şerif müştereken olmuş oluyor. Müştereken ne demektir? Kul bir mazhar olur. Mazhar ise alet demektir. Kulun mazharında Hak zuhur eder. Onun için Cenabı Hak bir yerde mealen şöyle demektedir.
"Ey kulum ben olmasaydım sen olmazdın sen olmasaydın ben de olmazdım. "İşte Fatiha'yı Şerif bu demektir. Senin mazhariyetinle onu zuhura getirmendir. Bunu yapamıyorsan yalancısın, Allah'a ibadet ancak fiilinden, sıfatlarından, vücudundan soyunup fiil sıfat ve vücudun Hakk'ın olduğunu bilmektir. Aynı zamanda mazhariyetinle de Hakk'ı zuhura getirmektir. İşte ancak o zaman ibadet etmiş sayılırsın ve yine ancak o zaman(İyyakena'büdü) diyebilirsin.
Bundan sonra (İyyakenestain) geliyor. Bunun mealini ehli zahir "Senden yardım isteriz" diyor. Hakikatte "Sana yardım ederiz" demektir. Peki kulun Allah'a yardımı nedir? Allah'ı zuhura getirmek bir yardım değil midir. Biraz evvel ki sözünde Cenabı Allah nasıl
buyurmuştu? Sen olmasaydın ben olmazdım, senin mazhariyetinle ben zuhura geliyorum.
İyyakena'büdü: Seni mazhariyetimizde zuhura getiriyoruz bu mazhariyetimizden seni zuhura getirmemizle de (Veiyyakenestaiyn,) sana yardım etmiş oluyoruz. Bu münasebetle (İhdinassıratalmustakiym) Şimdi burada kul tenezzüle iniyor. Nasıl ki bir ayeti kerime de (Rabbena la tüzig kulubena bade izhedeytena ve hablena min ledünkerahmeh inneke entel vehhab) "Ey bizim Rabbimiz sen bizi hidayete erdirdikten sonra bizim kalplerimizi kaydırma."
Bunun için "İhdinassıratalmüstakiym" Yarabbi bizi doğru yolundan ayırma demektir. Burada anlatılmak istenen Allah'ın doğru yolu nedir? Tevhit yolundan başka bir yol yoktur, o da buraya kadar okuduğunu tekrarlamaktır.
(İhdinassıratalmüstakiym sıratellezine en amte aleyhim) Nasıl ki sen bizden öncekilere hidayet etmiştin, doğru yolunu ki, senin doğru yolun Tevhittir, Tevhit yoludur. İşte bu doğru yolunu bizlere de hidayet et. Bu doğru yolun aksi olan yol ki sapıklık yoludur bu delalet yola bizi sevk etme demektir.
Bakınız şimdi Fatiha'yı Şerif'te ne manalar var imiş? Neymiş sırrı Kur'an? Seyyit Nizamoğlu’nun buyurduğu gibi:
Bu aşk bir bahri ummandır
Buna haddi kenar olmaz
Delilim sırrı Kur'an'dır
Bunu bilende ar olmaz
İlahinin bize anlatmak istediği sırrı Kur'an mürşidi kamildir. Mürşidi kamili burada delil gösteriyor ki, aşkın sonsuz, namütenahi, ölümsüz bir varlık olduğunu ispat etmek için sırrı Kur'an deniliyor.
Namaza Besmeley-i Şerif okumadan önce Sübhaneke ile giriliyor. Acaba hikmeti nedir.
Cenabı Allah bu yeryüzünü inşa etmezden önce Arş-ı Azam onun yerinde idi. Cenabı Allah dört büyük meleğe şu arşı yukarıya kaldırın, ben onun yerine yeryüzünü kuracağım buyurdular. Bu dört melek Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail Aleyhisselamlar arşı yüklendiler. Biraz zorlandılar fakat yerinden bile kıpırdatamadılar. Yani arş yerinden kalkmadı, o zaman Cebrail Aleyhisselam "Subaneke Allahümme vebihamdik" dedi.
Bundan sonra Mikail Aleyhisselam "Vetabare kesmüke" İsrafil Aleyhisselam da "Vetealaceddüke" dedi. Azrail Aleyhisselam da "Velailehe gayruk" deyince arş hafifledi ve kendiliğinden yukarıya çekildi.
İşte namazlardan önce okunan Subaneke bu demektir. Demek ki ağır bir yük kaldırabilmek için Sübhaneke ile başlanıyor. Namaz da ağır bir yük olduğu için ve bu yükün kişiye hafif gelmesi için yani kolay olması için Sübhaneke ile başlanıyor. Bunu şeriat kitapları, ilmihaller yazıyor.
Şimdi gelelim bu namazdan önce okuduğumuz Sübaneke nin gerçek anlamına: İnsan kendi benliğiyle namaza girerse o namaz hem ağır olur, hem de kimsenin namazı kabul olmaz. Çünkü kendi benliği ile namazı kılmıştır. Yani burada subhaneke okumanın ifade ettiği mana evvela bir fenafillah olalım. Allah'ta yok olalım bilahare namaza duralım. Çünkü namaz Allah'ın huzurudur. Allah'ın huzuruna varlıkla gidilmez, varlığından yok ol ondan sonra huzuru ilahiyeye dur. İşte Sübhaneke bize bunu hatırlatmak istiyor, fakat burada muhatap gösteriliyor.
Cebrail Aleyhisselam diyor ki: Allah'ım seni her şeyden tenzih ederim. Sana hamt ederim. Hamt: Öğülme manasına gelir. Hamt Allah'a mahsusdur, yani öğülmeye layık olan Allah'tır. Bu itibarla (Sübhaneke Allahümme vebihamdike) denilmesindeki hikmet: Öğülmeye layık olan yüce tek varlığın Allah-u Teala olduğunu bilmektir.
Bundan sonra Mikail Aleyhisselam da (Vetebare kesmüke) "Senin ismin mübarek olsun" dedi. Tebareke, mübarekten gelir. İsmi şerifin mübarek olsun diyor. İsrafil Aleyhisselam da (Veteala ceddüke)diyor.
Bir zamanlar köyde yatsı namazından sonra imam cemaate okuma öğretiyordu. Herkese evvela Sübhanekeden başlattı, sırası gelene okuttu. Sıra bize gelince Hasan Efendi Sübhanekeyi sende oku dedi. Ben biraz durakladım, daha sonra okudum. Camiden çıktıktan sonra, İmam Efendiye neden biraz durakladıktan sonra okudum biliyor musun dedim. Neden dedi? Şimdi ben Sübhanekeyi okuyacağım sen de manasını ver dedim. Vereyim deyince okumaya başladı. (Veteala Ceddük)'e gelince durdu, burasının manasını veremiyeceğim dedi. Çünkü zahir anlamı senin ceddin ali yüksek oldu. Allah'ın ceddi kim olabilir? Burasını bir büyüğüme sorayım, başka zaman cevaplarım dedi ve öylece kaldı.
Buradaki "Ceddük"ne mana ifede ediyor? Ceddük:Yenileme anlamına gelir ki Allah'ı yenileyen Resullalah Efendimizdir. Çünkü Cenabı Allah kudsi hadisinde (Levlake levlake lema halaktül eflak) "Ey habibim sen olmasaydın, sen olmasaydı bu eflakı halketmezdim" buyuruyorlar. Onun için (Vecelle senaüke)senin büyüklüğüne sena ederiz, meth ederiz, çünkü senden daha büyük bir varlık yoktur.
Azrail Aleyhisselam'ında (Vela ilahe ğayruk)dediği ise tamamen bir tevhittir ki, Allah'tan gayri bir varlık yoktur. İnsan şimdi ne oldu? Kelime ile söz ile fenafillah oldu ama, bu yetmiyor. Fehmi Efendi Hazretleri bir yerde diyor ki:
Lafzı tevhid nidelim
Taklidi terk edelim
Sırrı tevhid bilelim
De lailahe illallah
Fehmi Efendi Hazretleri burada böyle söz olan tevhidi ne yapalım diyor. Sırrı tevhit demek ise, bir kişi ne zaman kendine ait bir varlığı olmadığını idrak eder, o zaman Allah'ın varlığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu sebepten dolayı Muhiddin-i Arabi Hazretleri Futuhat-ı Mekkiye'sinde duruşma gününde Allah'ın muvahhitlerine bir soru var mıdır? Evet vardır diyor. Allah'ın muvahhitlere duruşma gününde sorusu şu olacaktır. Ey muvahhitler, beni ne ile ve nasıl tevhit ettiniz. Eğer beni efalimle, sıfatımla zatsız olarak tevhit etmişseniz, tevhit etmiş sayılmazsınız. Siz ise benim gözümün mazhariyetiydiniz, şimdi hangi varlığınızla beni tevhit etmeye kalktınız?
Neticede muvahhitlere verdikleri cevabı kabul etmiyor. Burada Cenabı Allah hitabında muvahhitlere bu soruya kendinizi hazırlayın diyor. Burada Cenabı Allah beni özel tevhidimle tevhit etmeniz icap ederdi diyor. Zaten Allah birdir. Onun senin birlemene ihtiyacı yoktur. Burada birlemekten murat kişinin yokluğunu idrak etmesidir. Ancak tevhit o zaman olur. Hem sen varsın hem
Allah'ı tevhit etmek bu imkansız. Burada yokluğunu anlayacaksın, peki sen hiç mi yoksun? Resulallah Efendimize sordular: Ya Resulallah bu alem nasıl bir varlıktır? "Gölge gibi veya bir kar gibidir" buyurmuşlardır.
Kar yağdığı zaman kendisinde bir varlık gösterir. Haddi zamanında kar bir sudan ibarettir, yani sudan başka bir şey değildir. Kar nereden kar ismini ve şeklini aldı? Burudetli yani soğuk bir havaya mazhar olmasıyla, su iken kar şeklini aldı. Bu şekle dönüşmesiyle kar ismini aldı. Gerçekte düşünülürse bu kar dediğimiz nesnenin sudan başka bir vücudu var mıdır? Yoktur. Çünkü sıcak bir havaya mazhar olduğunda onun ne kar şekli kalır ne de ismi kalır. O şekille birlikte ismi de gider yalnız su kalır.
Demek bu alem böyledir. Öyleyse sen var değilsin yokta değilsin. Pekinesin? Bir mazhardan ibaretsin, mazhar ise alet demektir. Nasıl bir insan herhangi bir aletle işini görüyorsa, Allah'da kendi varlığını ispat etmek için bir adam yarattı, yaratmış olduğu ademde kendi varlığını zuhura getirdi, bizde o ademin evlatlarıyız.
Yalnız Adem, Mısri Niyazi Efendi Hazretlerinin buyurduğu Ademliğini kim bildi ise Adem odur. Yoksa görünen suret bir gölge imiş. O halde gölge de kalmayalım da Adem olmaya çalışalım ve Cenabı Hakk'ı kendi Mazhariyetimizde zuhura getirelim. Yani bizim mazharımızda Hakk'ın zuhurunu idrak edelim. İşte bunu idrak edebildi isek o zaman Adem olmuş oluruz. Eğer bu idrak yok ise kalan bir gölgeden ibarettir. Resulallah Efendimizin buyurduğu gibi: Bu alemin misli bir gölge gibidir. Eğer Hak ve hakikat müşahade edilmezse, gölgeden başka bir şey değildir. Yalnız o gölge de yine vücudun gölgesidir, gayri değildir. Hani bir ağaca açık bir havada güneş vurduğu zaman bir gölge peydah olur, o gölgenin ağaçtan başka bir vücudu var mıdır? Ağaç sallanırsa gölgede sallanır. İşte bu alem de Allah'ın vücudunun bir gölgesinden ibarettir. Bunu böylece bilebilirsek o zaman insan hem var değildir, hiç yokta değildir. Bir gölge mesabesinde veyahut bir serap gibidir. Bu bapta Fehmi Efendi Hazretlerinin bir sözü vardır.
Bu mümkünat seraptır hep
Vücudu Hak ile kaim
Meratiple olur zahir
Muhittir cümle eşyayı
Demek ki bu kainat bir seraptan ibarettir. Serap neye deniliyor? Hani yaz günlerinde sıcak bir havada hararetin yüksek olduğu sırada, yani tam olgun bir sıcaklıkta düz bir ovaya bakılınca, ileride deniz var gibi görünür. Haddizatında deniz falan yok, o andaki sıcaklığın hararetinden öyle görünüyor. Sen yürüdükçe o deniz gibi görünen serap da yürüyor. İşte bu alem de Allah'ın zatının kemalinde böyle var gibi görünüyor, gerçekte ise seraptan başka bir şey değildir.
İşte böylece namazda da Sübaneke okumanın gayesi yokluğumuzu bilmektir. En sonunda (Vela İlahe gayrük) diyor. Yani Allah'tan gayri bir mevcut yoktur. Ama bu yalnız dilde kalıyor. Bunu fiilen icra edebilmemiz için bize yokluğumuzu ve varlığımızı bildirecek bir mürşidi kamilin telkini gerekir. Yokluğumuzla beraber namaza durduğumuz zaman, namaz insana zevk verir, hatta o namazdan hiç çıkmak istemeyiz.
Peygamber Efendimizin bir hadisi şerifleri vardır. (Esselatü miracül mü'minin) "namaz mü'minin miracıdır." İnsan böyle bir miraçtan ayrılmak ister mi? Elbette ayrılmak istemez ama, namazda kalkmaktan yatmaktan ibaret değildir. Bunun için ki Muhittin-i Arabi Hazretleri (Fezkürüni Ezkürküm) "Siz beni zikrederseniz bende sizi zikrederim." ayeti kerimesini namaza almıştır. Yani siz bana namaz kılarsanız bende size namaz kılarım. Ama namaz kılan bir kişi namazında Rabbini görecektir. Eğer görmemişse o kişi namaz kılmamıştır. Peki bir insan namazında Rabbini nasıl görebilir?
Musa Aleyhisselam gibi "görün bana bakayım sana gibi mi? Hayır bu bir idrak meselesidir. Seyyit Nizamoğlunun buyurduğu:
Kıyamın rükuun sücudun
Kamu mahvetmek içindir vücudun
Bu uslubüyle olmazsa ibadet
Buna derler hemen bir kuru adet
Buyurduğu gibi insan kıyama durduğu zaman fiil Hakk'ın olduğunu müşahade edecek. Rükuya vardığı zaman da sıfatlar da Hakk'ın diyecek. Secdeye vardığı zaman vücut da Hakk'ın olduğunun idrakine vardımı işte o zaman kul bir rekat namaz kıldı. İkinci rekata kalktığı zaman da aynı hareketleri yapıyor, ama bu defa Allah'ın kulun mazhariyetinden zatı, sıfatı, ef'ali idrak ederek namazın kılındığını anladı mı, işte o zaman kulun namazı miraç olur.
Hakiki namaz tevhittir. Onun için iki rekattan fazla namaz yoktur. Dört olur, altı olur, bunlar hep ikinin tekerrürüdür. İki rekat namaz da, gaye birinci rekatta fenafillah olmaktır. İkinci rekatta bekabillah olmaktır. Namaz böylece kılınırsa miraç olur. Bunun dışında olursa o namaz suret namazıdır.
Bunu içinde Cenabı Allah ayeti kerimesinde (Feveylün lilmüsallin ellezinehüm ansalatihim sahun, ellezinehümyüraune ve yemneunel maun) "Vay şu namaz kılanlara ki namazlarını gaflet ile kılarlar." Cenabı Allah cümlemize namazlarını miraç olan namazlar safına ilhak eylesin.(Amin)
FENA FİLLAH
Ehlullah dilinde "Fena Ender Fena" tabiri vardır. Fena Ender Fena ne demektir? Bir insan yokluğa erişir, kendi nisbetlerinden soyunur, Hak'ın varlığıyla var olur, yani yokluk ile kazandığı varlığı da yok eder; işte buna, Fena Ender Fena derler.
Böyle zevke erişen kimseler, Fena'da nasıl zevkleniyorlar ise, Beka makamlarında da aynı zevkle şerefyab olur. Ayeti Kerimede (Velimen hafe makame rabbihi cennetan) "Rabbinin makamından korkanlara iki cennet verilecektir." (Febieyyi alai Rabbiküma tükezziban) "Siz Rabbinizin hangi nimetlerini inkar edebilirsiniz? Onlar, Beka'da lezzetlendikleri, Allah'ın cemaliyle müşerref oldukları gibi, Fena meratiblerinde de aynı zevke sahip olurlar. Çünkü kendi benliklerinden geçerler.
Kendi fiilllerinden geçtiklerinde, Hakk'ın fiili onlara bir cennet olur. Kendi sıfatlarını yok ederler. Hakk'ın sıfatları onlara cennet olur. Kendi vücutlarından geçerler. Hakk'ın vücudu onlara bir cennet olmuş olur.
Aksi halde, kendi benliklerinden geçmeyen kimseler ne Rabbin makamından korkmuş olurlar, ne de amel ve irfan cennetine erişirler. Çünkü, o cennetlerin misali buradadır. Ayeti kerimede (Vemen kane fi hazihi a'ma ve hüve fil ahireti a'ma) "Bu dünyada ama olup Hakk'ı görmeyenler, yarında ama olup Hakk'ı göremeyeceklerdir." buyurulur. Buna şöyle de mana verilebilir. Bu dünyada cenneti bulamayanlar, yarın ahirette de cenneti bulamayacaklardır.
Bunun için Resulullah Efendimiz buyuruyorlar; (Eddünya mezreatül ahira) "Dünya ahiretin tarlasıdır." Peygamber Efendimiz Mirac'tan dönerken altıncı semada İbrahim Halilullah ile karşılaştı. İbrahim Aleyhisselam dedi ki; Ya Muhammed bak şu boşluğu görüyor musun? Öyle bir boşluk ki, ucu bucağı belli değil. Görüyorum, dedi. İşte, o gördüğün boşluklar, hep cennet yerleridir. Velakin dikkat buyurun, ne bir dikili ağacı var, ne de bir akar suyu var. Benden ümmetine selam söyle, o zikre, şu tesbihe çok devam etsinler (Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber) O zaman burada hem ağaçları dikilecek, hem de akarsuları olacak. Eğer sen, bu tespihi dünyada zikretmediysen, zikirden hasıl olan zevke erişmediysen, alemi ahirette cenneti nasıl bulabilirsin?
(Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber) demekle, bu tespihi söylemekle, ağaçlarımız dikildi mi? Akarsularımız oldu mu? Bu bir tevhittir. Subhanalllahi: Seni tespih ederim, Velhamdülillahi: Seni hamd ederim, Vela İlahe: senden başka bir varlık yoktur. Vallahu Ekber: Sen ulusun Yarabbi, işte bu bir tevhittir. Demek oluyor ki, ahiret alemindeki boşluğu dolduracak bizim tevhidimizdir. Tevhit ikiye ayrılır. Yarısı yokluk mertebeleridir, yarısı da varlık mertebeleridir.
Bu dünyada yok olmadıysan, ahirette nasıl var olabilirsin? Bu dünya bir tarla olduğuna göre dünya tarlasına hiç bir şey ekmediysen, beka alemine, ahiret alemine vardığın zaman ne biçmek isteyebilirsin? Bir şey ekesin ki biçesin.
Bir rençber kışın tarlasına tohum atarsa, yazın biçmeye hak kazanır. Fakat tarlaya tohum atmadıysa bir şey biçmeye hakkı olur mu? Olmaz. Onun için bizler fena meratiblerini tahsil ederken dünya tarlasına yokluk tohumlarını saçacağız. Peki bu tohumu nasıl saçacağız? Bizim yok olan fiillerimizi idrak edeceğiz ,sıfatlarımızı da, vücudumuzu da yok bileceğiz. İşte o zaman bu dünya tarlasına tohumlar saçılmış olacak.Beka'ya çıkınca bu tohumlar filizlenip, olgunlaşıp kemal bulsun ki, meyveleri hemen toplayabilelim.
Bunun için Niyazi Efendi Hazretleri bir yerde diyor.
Eyven kişi yol alamaz
Maksudunu tez bulamaz
Yok olmayan var olamaz
Varını dağıtmak gerek
Bunun için varlıklarımızı dünya tarlasına tohum olarak saçarsak, onlar alemi ahirette bitecekler. Bu itibarla cennet, cehennem, cemal hepsi bu alemdedir. Bu alem kazanç alemidir. Onun için bu aleme "Şuhud Alemi, Şahadet Alemi" deniliyor. Şuhud nedir? Görmek müşahade etmektir. Her şeyi anlamak idrak etmektir. Onun için bu dünya aleminde kazanç temin edip, Allah'ı huzuruna göğsümüzü gere gere cesaretle gidebiliriz. Tevhit yolunda cesaretin rolü çok büyüktür. Her ne kadar şu hadisi şerif zahire hitap ediyorsa da mana da böyledir ."Ticaretin onda dokuzu cesarettir." Niyazi Efendi Hazretlerinin bir beyti vardır.
Korkma tamudan eğer aşık isen, Aşık olanın yeri gülizar olur
Aşkınla tamuda olmak cennetidir aşıkın, Cennette olsan tamudur aşksız ona
Bir insan Allah aşkıyla olursa onu cehenneme koysalar, orası ona cennet olur. Velakin Allah aşkı olmaksızın cennete koysalar, orası ise cehennem olur. Şu halde gerek dünyada, gerekse ahirette cennet, Allah aşkıdır. Onun için bize bütün büyüklerimiz aşkı tavsiye etmişlerdir. Niyazi Efendinin divanındaki ilk beyitleri de aşktan bahseder.
Ey gönül gel gayrıdan geç
Aşka eyle iktida
Zümreyi ehli hakikat
Onu kılmış mukteda
Ey gönül başka sevgilileri bırak aşka uy, aşkı kendine imam et. Onun için bütün hakikat tayfaları aşka uymuşlardır. Çünkü her şey fena bulur. Lakin aşk baki kalır. İnsanları gerek dünyada, gerekse ahirette bahtiyar edecek Allah sevgisidir. Aşk denilen bir sevgidir. Bu sevgi ise Allah sevgisidir. Peki Allah'ı nasıl sevebiliriz? Kur'an-ı Kerim bunu bize tarif ediyor. Asrı Saadette yani Peygamber Efendimizin sağlığında, demişler, gidelim şu Muhammed'in sohbetini dinleyelim, bakalım neler konuşuyor. Gelmişler dinlemişler. O anda da Peygamber Efendimiz Allah sevgisinden bahsediyormuş, sohbetini kesmeyip müşriklerin yanında da devam etmiş ve sohbetini Allah'ı sevmekle bitirdiğinde müşrikler demişler. Ya Muhammed sen Allah sevgisinden bahsettin, biz de Allah'ı seviyoruz. O zaman ayeti kerime inzal oluyor. (Kul in küntüm tühibbunallahe fettebiuni) "Habibim sen onlara de: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz." Bu sözü ben demiyorum. Allah, Peygamberimize diyor.
Peygamberimize böyle hitap ediyor. (Yuhbibkümullahu veyağfir leküm zünübeküm, vallahu gafururrahiym) "O zaman Allah'ta sizi sever ve geçmiş günahlarınızı bağışlar o bağışlamakta çok merhametlidir." Allah'ı sevmek nasıl oluyormuş? Ancak, Peygamberimizi sevmekle oluyormuş.
Hz.Muhammed (S.A.V) Efendimizin iki yönü vardır. Bir yönü, görünen tarafı, diğer yönü, görünmeyen tarafı. Görünen tarafı açıkta olduğundan, onu herkes görüyor. Fakat bir iç alemi var ki, bunun hakkında Cenabı Hak kudsi hadisinde (Levlake levlak lema halaktul eflak) "Ey Habibim, sen olmasaydın, sen olmasaydın bu kainatı, kürreleri, bu eflakı halk etmezdim" buyuruyor. Resulullah Efendimizin maneviyatını şimdi bir düşünün. Madem ki biz Resulullah Efendimize tabi olduk, ona ümmet olduk. Öyleyse biz onun hem suretine, hem de maneviyatına kendimizi uyduralım.
Hiç kimse yoktur ki, ondan daha bilgin ve Rabbine ondan daha yakın olabilsin. Sureta kendimizi ona uydurduğumuz gibi, manen de uydurmamız gerekir. Onun maneviyatı hakkında Cenabı Hak ne dedi? (Levlake levlak lema halaktul eflak) "Ey Habibim sen olmasaydın bu kainatı halk etmezdim" Bizler de ona öyle ümmet olalım ki, Cenabı Allah bizim için de desin (Ya ibni Ademe levlake lema ene, levlaye lema ente) "Ey Ademoğlu sen olmasaydın ben olmazdım, ben olmasaydım sen de olmazdın." İşte, Resulullaha böylece tabi olursak, Allah'ı sevdiğimizi ispat etmiş oluruz.
Nasıl Peygamber Efendimize sen olmasaydın, bu kainatı halk etmezdim, hitabı geldi ise, sana da "Ey Ademoğlu sen olmasaydın ben olmazdım" hitabı gelsin. Çünkü, Allah'ı zuhura getiren insandır, Adem'dir. Adem olmasaydı Allah kendini nerede izhar edecekti? Yeter ki biz, Hz.Muhammed'e tam ümmet olalım. Cenabı Allah, bizim için de bu sözünü sarf etmiş olsun. Çünkü, Allah'ı zuhura getiren insandır. İnsan olmasaydı, Cenabı Allah gizlilikte kalacaktı. Bu babta Niyazi Efendi Hazretleri buyuruyor.
Kenzi mahfi aşikar hep sendedir
Neydi bu kenzi mahfi? Gizli hazine. Allah'ın ef'ali, sıfatı, zatı idi. Bunların hepsi, sen var olalıdan beri sende var. Fakat, gizlilikte olduğundan senin hiç haberin yok. Ne zaman Hazreti Muhammed'e tabi oldun, ona ümmet oldun, o zaman Resulullah Efendimiz veya varisleri, bu gizli hazineyi senin batınından zahire çıkardı.
Ey Ademoğlu, sendeki ef'al yani fiiller, senin değil benimdi. Sendeki sıfatlar benimdi, sendeki vücud benim vücudumdu. Onun için, sen olmasaydın ben olmazdım. Keza sen olmasaydın bu fiiller, bu sıfatlar, bu vücud nerede zahir olacaktı? İşte burada Allah'ı sevmenin, Hazreti Muhammed'e tabi olmakla olduğu, açıkça anlaşılmış oluyor. Ne mutlu bizlere ki, Cenabı Allah, bizleri bu tevhit sofrasına topladı, gizli hazinesini açtı. Bu gizli hazineden, dünyamızı ve ahiretimizi mamur etti. Buna ne kadar şükretsek, azdır. Şükründen aciziz.
Cenabı Allah bütün ümmeti Muhammede, bu tevhit sofrasını nasip etsin. Onlara gizli hazinenin açılmasını Allah'tan diliyoruz. Cenabı Allah, bu esrarı, bütün ümmeti Muhammede açsın da, hepimiz bundan istifade edelim ve Hazreti Muhammede ümmet olalım. Yarın da burada ümmet olduğumuz gibi, Hazreti Muhammedin Hamt sancağı altında toplanalım. Cenabı Allah, cümlemizi bu huzur ve zevkten ayırmasın.(Amin)
GERÇEK AŞIKLARA SALA DENİLDİ
(Emir Sultan Hazretleri)
Canlar mezat olmuş tellalda gezer
Tellal kimdir? Cenabı Allah Kur'an’ı Kerim'in bir ayetinde diyor (Rabbena innena semi'na münadiyen yünadi lil imani en aminu birabbiküm) "Yarabbi nida eden yani çağıran bir Çağrıcıyı işittik, ve ona iman ettik." Bu çağrıcıların başında peygamber gelir. Yaşadığı zamandaki peygamberi zamanının insanlarından kimler duydu ise, bu çağrıcıya o insanlar icabet etti. Ama şimdi peygamberlik devri geçti. Şu zamanda bu tellarlar kim olabilir? Bu zamanı tellalları, peygamberlerin varisleri olan Ehlullahtır. Çünkü Velayet makamı nübüvvet makamından sonra gelir. Onun için peygamberlere varis olan veliler aynı zamanda zamanımızın tellallarıdır.
Canlar mezat olmuş tellalda gezer.
Bu sözlerdeki tellal mürşidi kamiller olup, onlara tabi olan canlar mezat olmuşlardır. Onlar da daima tellalda geziyor. Çünkü onlar hem can alırlar, hem can verirler. Bu canı almak ve vermek bir alış veriştir. Bir pazardır. Alış veriş nerede olur? Pazarda olur.
Muhiddin-i Arabi Hazretleri, "Bir insan 24 saatte Cenabı Allah ile, yirmi dört bin defa alış veriş eder" buyuruyor. Her nefeste, bir nefesi Allah'tan alır, Allah der, yine Allah'a verir. Yani, hiç bir nefesini boşuna sarf etmez.
Acaba ,böyle her nefesinde Allah diyen kimlerdir? Var mı bunların isimleri? Bir ayeti kerimede Cenabı Allah şöyle buyurmaktadır: (Vahtilafileyli vennehari le ayatin liülilelbab) Yerleri ve gökleri yaratmamızda, "Gece gündüzün ihtilafında, akıl sahipleri için ibretler vardır." Burada müfessirler, akıl sahipleri demişlerdir. Muhiddin-i Arabi Hazretleri ise, "Kalp sahipleri" dir diyor. Bir insan, akıl yoluyla yerlere ve göklere baktığı zamanda, acaba buradan nasıl ibret alır? Akıl daima maddeyi düşünür. Akıl sahibi olanlar derler. Gökler olmasa idi yağmur nereden yağardı? Tabii yağmur yukarıdan yağıyor, yerler de bize rızık bitiriyor. Yerler ve gökler olmasaydı, bizim rızkımız nereden gelirdi?
Başka bir ayeti kerimede: "Onlar ayaklarının altından ve üstünden rızıklanırlar." Demek ki, yerlerin göklerin halkiyeti, bizlere rızık temini içindir. Daha başka ibret de alınır. Mesela, gökte güneş, ay ve yıldızlar var. Akıl, hep bunların neye yaradığını düşünür. Eğer güneş olmasaydı, biz hep gecede kalırdık. Rızkımız güneşsizlikten olgunlaşmazdı. Böylece, güneşin insanlara hizmet ettiğini görmüş oluyoruz. Cenabı Allah, insanları o kadar kıymetli bir varlık olarak yaratmış ki güneşi, ayı, yıldızları, yerleri ve gökleri hep insanın emrine vermiş, hizmetine sunmuştur. Bunların ötesinde, melekler bile insanlara hizmet etmektedir. Artık insanın büyüklüğünü siz düşünün.
Gündüzlerin yaratılması, kazancımızı temin edip yaşamamızı sürdürebilmemiz içindir. Geceler ise, istirahatimizi yapıp, dinlenmemiz için yaratılmıştır, akıl böyle düşünür. Akıl sahipleri böyle düşündüğüne göre, acaba kalp sahipleri nasıl düşünür. Kalp maddeyi düşünmez, düşünse dahi bir tarafı manaya dönüktür. Kur'anı Kerimin bir ayetinde (Yeselühü men fissemavati vel ardı) "Yerlerde ve göklerdekiler ona sorarlar, isterler. Rabbim her an bir görüntüdedir." Bu durumda kalp der ki; yerler ve gökler ve bunların arasında olanlar, Rabbimin görüntüsünden başka bir şey değildir. Fakat herkes, benim de kalbim, benim de aklım var der, ama, Cenabı Allah kimseye iltimaz geçmez, gerçekleri olduğu gibi yansıtır.
Ayeti Kerimenin devamında diyor "Şol kimseler, akıl ve kalp sahibi olanlar Allah'ı ayakta iken otururken ve yatarken zikrederler" İnsanda da ancak bu üç hal mevcuttur. Bu üç halin dışına çıkamaz. Bir insan ya ayakta olacak, yürüyecek yani bir iş yapacak, ya oturur vaziyette olacak veya yatma pozisyonunda olacak. İnsan ancak bu üç hal üzere olabilir. O kimseler üç halde de Rabbini zikrederler. Düşünecek olursak, bu üç halin manası nedir? Her nefeste Allah'ı zikretmektir. Onun için bu hal sahipleri Allah'ı ayakta iken, otururken ve yatarken her nefeste zikrederler. Demek akıl ve kalp sahibi dediğimiz kimseler, bunlar imiş. Bunun dışında kalan akıl ve kalp, ne akıldır, ne de kalptir.
Bu akıl ve kalp sahiplerinin görünüşleri için ayet devam ediyor; "Onlar yerlerin göklerin halkıyetini tefekkür ederler ve derler ki; Ey bizim Rabbimiz sen batıl bir şey yaratmamışsın. Öyle ise sen bizi ateşten koru." Cehalet cehennemden, ateşten başka bir şey değildir. Cehalet, azap demektir. İnsana azap nereden gelir? Niyazi Efendi Hazretleri bir yerde buyuruyor.
Eğer azabı ahirette bulmak istersen halas
Arif ol cehl od'undan kopiser cümle azab
Bütün azaplar cehalet ateşinden doğar, diyor. Ayeti kerimenin devamı; (Rabbena innena semiğna munadiyen yünadi lilimani en aminü birabbiküm feamenna) "Ey bizim Rabbimiz, çağırıcı bir tellalı, sada vericiyi işittik ve ona inandık." Bu çağırıcılar başta peygamberlerdir. Ama şimdiki zamanımızda peygamberlerin varisleridir. İşte bunlar canları mezat etmiş. Hani çarşıda satılan şeylere mezat denilir ya, aynı bunun gibi bir insanı kamilin elinde de canlar mezat olmuştur. Böyle kamile kim inanıp intisap etti ise, mürşidi kamil de, evvela onun canını alır, sonra da ona yine can verir. Can nedir? Can, insanın variyetidir. Yaşaması, bilmesi, duyması, görmesi, velhasılı bütün varlıkları canıdır. Mürşidi kamil bizlere bu varlıkların, kişilere ait olmadığını bildirir. Yani kişi de görünen varlıkların tümü Hakk'ın dır. Kişi böyle bir idraka sahip olduğu zaman, kendisine can gelmiş olur. Hani Niyazi Efendi'nin bir sözü vardır:
Bu yolda canın veren canan alır yerine
Aşk dükkanında onun can ile pazar olur
İşte can almak ve vermekten murat budur. Yoksa senden ne bir şey alınır, ne de bir şey verilir. Ancak kişide olanlar kendisine bildirilir.
HAK BUYURDU FEZKÜRÜNİ
(Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi)
Hak buyurdu Fezkürüni
Emre taat etsene
Gafil olma her nefeste
Hakka zakir olsana
Cenabı Hak, inanmış kimseleri Kur'an’ı Kerimin bir çok yerlerinde uyarıyor. (Ya eyyühellezine amenüzkürüllahe zikren kesiran) "Ey inananlar siz Allah'ı çok çok zikrediniz." Yine başka bir ayetinde: (Ela bizikrillahı tatmainnül kulub) "Allah'a iman edenlerin kalpleri zikrullah ile dolar. Biliniz ki kalpler zikrullah ile temizlenir, mutmain olur." Yine başka bir ayetinde :"Siz Allah'ı ayakta iken, otururken, yatarken zikrediniz." buyuruyor.
Kur'an’ı Kerim'in daha bir çok yerlerinde, buna benzer ayetlerde zikretmemizi emrediyor. Fehmi Efendi Hazretleri de, yazmış olduğu bu ilahisinde "Allah bizlere onu zikretmemizi emretti, buna itaat ediniz" diyor. Bu bir ibadettir, itaattir. Biran bile uyuma diyor.
Gafil, uyuyan kimseye derler. Bu uyku, bizim vücudumuzun istirahatı için gereken uyku değil. Bu uyku, dünyaya gelmiş fakat, Hak ve hakikatten haberi olmayan kimselerin uykusudur. Fehmi Efendi Hazretleri bunlara "gafil" diyor. Cenabı Allah, Kur'an’ı Kerim'inde yine gafil olan kimseleri bildirmiştir. (Lehüm külübün la yefkahüne biha ve lehüm a'yünün la yubsirune biha) "Kalpleri var tefekkür etmez, gözleri var görmez, kulakları var duymaz." Onlar; dört ayaklı hayvan gibidir, belki de daha aşağı. İşte gafil olanlar onlardır. Bunun için diyor.
Gafil olma her nefeste
Hakka zakir olsana
Allah-u Teala Hazretleri neden bize her nefeste zikretmemizi söylüyor? Bunu ehlullahlar da bildirmişlerdir. Çünkü, insana her an şeytan tasallut etmektedir. Bir kişinin huzurundan şeytanı kovabilmesi için, zikri daim yapması lazımdır. Çünkü, ehlullah bunun denemesini yapmışlar. Bir defa Allah demişler şeytan dört mil uzaklaşmış, fakat nefesi içeri alınca yine geliyormuş. Tekrar zikrediyor, tekrar uzaklaşıyor. O zaman, her nefes zikrettiğimizde şeytanın uzaklaştığı anlaşılıyor. Çünkü, Allah ismine dayanamıyor.
Çün buyurdu Hak Teala
Sem'i kalbi açsana
Burada, Hak Teala Hazretleri bizlere, kalp kulağımızın açılmasını emrediyor. Nasıl Peygamber Efendimize hitaben; Ey Habibim, o kimseler ki kafirdir, küfürlerinde inat ediyorlar. Sen onları korkutsan veya korkutmasan müsavidir. (Sevaun aleyhim eenzertehüm...) Çünkü, Allah onların kalplerini ve gözlerini mühürledi. Bu mühür onlar için büyük bir azaptır. Hal böyle iken biz ne yapabiliriz? Mühürlerimizi nasıl söktürebiliriz?
Cenabı Allah, bu aleme insanı kamili bunun için gönderdi. O mührü silmeyi, onun eline verdi. Onun selahiyetine verdi. O mührü ancak o silecektir. Öteden beri bahsedilen vesile ayeti de bu konuya ışık tutuyor. O vesileyi Allah-u Teala Hazretleri halk etti. Bu vesile de İnsanı Kamil'dir. Mührün silinmesini kamilinin eline verdi. Biz de onun kapısına müracaat edeceğiz, bizdeki mührü sildireceğiz.
Cenabı Hakk'ın, yine bir ayeti kerimesinde buyurduğu gibi (La yenfau malun vela benune illa men etallahe bi kalbin selim) Bugün mallar ,evlatlar fayda vermeyecektir. Ancak sapasağlam, mührü bozulmuş, pasları silinmiş, marazlardan kurtulmuş, sıhhat bulmuş, sağlığa erişmiş ve kalp kulağı açılmış bir kalple, Allah'ın huzuruna varılırsa, işte böyle bir kalp insana fayda verecektir. Bunun dışında ne malın, ne evladın seni kurtaramaz. Bunun için Fehmi Efendi Hazretleri diyor.
Çün buyurdu Hak Teala
Sem'i kalbi açsana
Kalp kulağını aç, ama, sen açamazsın. Açılması için insanı kamil kapısına müracaat edip, o kapıda kul, köle olacaksın ki mürşidi kamil senin mühürlerini bozup silsin ve kalbin sapasağlam, tertemiz bir kalp olsun. Çünkü, Cenabı Rasul bir hadislerinde buyuruyor: (İnnellahe la yenzuru ila suverikum ve ecsamikum velakin...) "Allah sizin suret ve cisimlerinize bakmaz, amellerinize ve kalbinize bakar." Allah bizim temiz kalbimize nazar eder. Ona göre, bizden fail, mevsuf olur.
Çün buyurdu Hak Teala
Sem'i kalbi açsana
"Kad fetenna kavmeke" de
Sen rümuzu bilsene
Burada Allah-u Teala Hazretleri Hz.Musa'ya dedi ki; Ya Musa otuz gün oruç tut ve Turisinaya gel, orada sana bir kitap vereceğim. Bu kitabın adı Tevrat. Musa Aleyhisselam otuz gün oruç tuttu, iftar zamanı keçi boynuzu ağacından misvak yaptı. Bu misvakla dişlerini misvakladı. Hemeh vahy geldi.
Ya Musa sen ne yaptın? Oruçlu ağzının kokusunu keçi boynuzu ile mi giderdin? Şimdi on gün daha oruç tut, oruçlu ağzınla benim huzuruma gel. Musa Aleyhisselam on gün daha oruç tuttu, sonra kavmine dedi ki: Ey kavmim sizin başınıza vekil olarak Karun'u bırakıyorum. Onun emrinden dışarıya çıkmayın. Ben, Turi Sina’ya gidip kırk gün orada kalacağım ve gelirken Rabbim tarafından size bir kitap getireceğim. O zaman kavmi dedi ki: Ya Musa senin getireceğin kitabın, Rabbin tarafından gönderildiğini nereden bilelim? Madem ki şüpheniz var, güvendiğiniz kimseleri seçin, benimle beraber gelsinler şahit olsunlar.
Musa kavminin en seçkin ve itibarlı kişilerinden, beş on kişi seçtiler. Musa Aleyhisselam'la beraber seçilen insanlar Turi Sina'ya yöneldiler. Tam Turi Sina'ya yaklaştıklarında, Musa Aleyhisselam acele ile, kavminin seçilmiş insanlarını bırakıp ileri yürüdü. Rabbül Aleminin huzuruna varınca, Hak Teala Hazretleri dedi ki: Ya Musa hani kavmin? Arkamdan geliyorlar. Peki seni böyle ileri gelmeye iten sebep neydi? O zaman Hz.Musa: Benden razı olasın diye Yarabbi dedi. İyi ama ben senin kavmine fitne verdim. (Kale feinna kadfetenna kavmeke min badike) İşte Hasan Fehmi Efendi Hazretleri, bunu hatırlatıyor. Bu rümuzu bilsene diyor.
Bu arada kavmi de geldi. Fakat, ortalığı bir sis kapladı. Kavmi, Musa Aleyhisselamı göremeyince, Ya Musa, biz bu işte şüpheye düştük. Çünkü, seni göremiyoruz. Rabbine dua et, bu sis kalksın, seni görelim ve göre göre şahit olalım. O zaman Musa Aleyhisselam dua etti, ortalığı kaplayan sis kalktı, görünür oldu. Bundan sonra konuşmalar şöyle devam ediyor.
Ya Musa biz seni şimdi görüyoruz, birisiyle konuştuğunu duyuyoruz, velakin kiminle konuşuyorsun göremediğimiz için tereddütteyiz. O zaman bir saika, yıldırım indi, o kavmi yaktı. O zaman olanlar oldu, kitap yazıldı ve Hz.Musa'ya verildi. Hz.Musa dedi ki: Yarabbi sen benim şahitlerimi helak ettin. Şimdi bana kim şahitlik edecek? Bu hal karşısında Cenabı Hak onları tekrar diriltti, geldiklerinde karmakarışık bir ifade verdiler.
Biz bu kitap hakkında tereddütteyiz, ne kitabın indiğini gördük, ne de Musa'nın kiminle konuştuğunu gördük. Bizim şahitliğimiz sahih değil. Fehmi Efendi Hazretleri burada diyor. "Sen rümuzu bilsene" Bundan sonraki mısralarda:
"Lillahil-emru cemia"
Kelamın fehmetmesene
Geç ikilik nisbetinden
Fail Allah bilsene
Bu bir ayeti kerimedir. (Bel lillahil emru cemia) "Yani bütün emirler Allah'ındır. Allah'tan başka bir emir verici yoktur." İşte bu da bir tevhittir. Şöyle, biz bir kul olduğumuz zaman, bir kimseye aylıkçı veya hizmetkar durduğumuz da, ağamız bize emrediyor. Burada ise, bütün emirler Allah'tandır. İşte buradaki incelikleri dahi, ancak tevhit ile anlayabiliriz.
Bir kimse hem kendisi var, hem de Allah var böyle düşünüyor, böylece kabul ediyorsa, o kimse ikilikte kalmıştır. Böyle kimseler Allah'ın emirlerini başka, insanların emirlerini başka kabul ederler. Çünkü ikilikten kurtulamamışlardır. İkilikten kurulabilmeleri için, fail Allah demeleri lazımdır. Bir kimse her işin işleyicisinin Allah olduğunu nefsine kabul ettirirse, o zaman ikilik nisbetinden kurtulmuş olur.
Çünkü mevsuf Hak oluptur
Böyle nazar etsene
Hem semiül-Basir Ol'dür
Aynelyakin görsene
Mevsuf nedir? Sıfatları giyinene mevsuf derler. Neydi bu sıfatlar? Her sohbetimizde bu sıfatlardan bahsediliyor. Kur'an’ı Kerim'in çeşitli yerlerinde sıfatların Hak Teala Hazretlerine ait olduğuna dair ayetler mevcuttur. Cenabı Allah, bu sıfatları insanlarda tecelli ettirmiştir. Yalnız ehli zahirin anladığı gibi, Allah'ın sıfatları başka, insanların sıfatları başka dersek, birliği yine ikileştirrmiş oluruz. Ehli zahir, Allah'ın sıfatları külli, bizim sıfatlarımız cüz'i diye kabul etmişlerdir. Evet Allah-u Teala Hazretlerinin bizlere bahşettiği sıfatlar cüz'idir. Cüz'idir ama, muvahhitler, bu cüz'ünde Hakk'ın olduğunu kabul etmektedirler. Bu cüz ve küll meselesine gelince; Cüz nasıl olur? Küll Nasıl olur?
Bizlerde mevcut olan sübut sıfatları Hakk'a nispet ettiğimizde küll olurlar. Tam tersine Hakk'a değil de, kula nispet ettiğimizde, insana nispet ettiğimizde cüz olur. Cenabı Hak Teala Hazretleri bu külli sıfatları insanların cüz'i sıfatlarında izhar ettiği için, bu sıfatların mevsufu Allah olmuş oluyor. Onun için;
Çünkü mevsuf Hak oluptur
Böyle nazar etsene
Hem semiül-Basir Ol'dür
Aynelyakin görsene
Burada duyan, gören O'dur diyor. Biraz önce sohbetimizde, ayeti kerimeyle duyan ve görenin o olduğundan bahsetmiştik. İşte Fehmi Efendi Hazretleri de beyitleriyle, bunu anlatmak istiyor. Onun için bu mertebeye gelen kişi, Aynel yakine erişmiş olur.
Çün vücudun Hakk'a mazhar
Zatına mahvolsana
Yok edip kendi vücudun
Küntü kenzi bulsana
Bu sıfatların barınak yeri vücut olduğu için, şimdi önceden "Mevsuf Hak" olduğunu bildiğin gibi, mevcut da Hak olduğunu bil. Senin vücudun Hakk'a mazhardır. Mazhar bir alete derler. Yani, insanların vücudu, Allah'ın vücudunun bir aleti olmuş olduğunu bilsene diyor. Allah'ın vücudunda kendi vücudunu yok et. Çünkü kişinin vücudu yoktur. Vücut sahibi Allah'tır. Böylece kendi vücudunu yok ettikten sonra, o gizli hazineler açılır. Hani bir ilahi okumuştunuz.
Şol fakir olup gezenlerde hazine dopdolu
Say edip kenzi bi payanı bulmazsa ne güç
İnsanlar böylece kendi fiillerinin, gerçi kendi fiilleri yoktu ama, Hakk'ın fiilini kendi fiili zannediyordu. Hakk'ın sıfatlarını kendi sıfatları zannediyordu. Hakk'ın zatını kendi vücudu zannediyordu. İşte bu kendinin zannettiklerinin hepsinin, Hakk'ın olduğunu anladığı zaman, o kimse fakir olur. Fakir, hiçbir şeyi yok demektir. Böyle kimselere o hazine dolar. Velakin say edip, gayret gösterip, o hudutsuz nihayetsin hazineyi bulamazsa ne güç olur. Niyazi Efendi Hazretleri bu sözleri ihvan için söylüyor. İşte tamamen kendi varlığımızı yok ettikten sonra, Allah'ın o gizli hazinesi ki neydi bu? Hani sen bir şeyler verdiydin ya güya, onlar senindi şimdi onları kendinde bul diyor.
Eğer, o gizli hazine sende aşikar olmuş da, Allah'ın fiilini zuhura getiriyorsan, sıfatlarını zuhura getiriyorsan, vücudunu zuhura getiriyorsan, o zaman bu hazine sende aşikar oldu.
"Küllü men aleyha fanin"
Sırrın ağah olsana
Baktığınca şeş cihette
Vechi Hakkı görsene
Hak Teala Hazretleri Kur'an’ı Kerim'in Errahman suresinde (Küllü men aleyha fanin ve yebka vechü Rabbike zül celali vel ikram) buyuruyor. Bak burada "Küllü" diyor. Yerler, gökler, cisimler, bedenler, ins, cin, melek tümü fanidir. Ancak baki olan, var olan, Allah'ın celal ve ikram yüzü yani celal ve cemalidir. Bunun dışında kalanların hiç birinin varlığı yoktur. İşte, bu sırra agah ol diyor. Aç kalp kulağını da, iyi dinle, bil gör. Hakk'ın celal ve cemalinden gayri ne var ise, hepsi yoktur. Ama biz dağlar, taşlar, ağaç, insan, su görüyoruz. Onlar var ve görünür ama, onların varlığı ancak bir gölge gibidir.
Resulullah Efendimize sordular; Ya Resulallah bu alemin varlıkları nasıldır? hadisi şeriflerinde; "Bir gölge gibidir" buyurdular. Gölgenin varlığı nedir? Hem var, hem yok. Nasıl olur, hem var, hem yok? Nasıl bir cisme güneş vurduğu zaman gölgesi görünür, biz bu gölgeye kara bir şey diyoruz. Gözümüz bir siyahlık görüyor. Bu gördüğümüze yok desek olur mu? Var, fakat hükmü yok. Peki o zaman gölge neye tabidir? O cisme tabidir. Cisim yürürse gölge de yürür, cisim durursa gölge de durur. İşte, bu alem böyle bir varlıktır. Ancak bir gölgeden ibarettir.
Bir kudsi hadiste şöyle buyruluyor: (Levlake lema ene, levlaye lema ente) "Ey Ademoğlu sen olmasaydın ben olmazdım, ben olmasaydım sen de olmazdın." İnsanların ayakta durması, yürümesi, yatması, işlemesi, Allah'la beraberdir. Nasıl sen yürüdüğünde gölge de seninle beraber yürüyorsa, bunun gibi bizim de bütün işlerimiz Allah'la beraberdir. Eğer biz olmasaydık, Allah'ı kim açığa çıkaracaktı? Yani, kulun ayakta durması, Allah iledir. Allah'ın da zahire çıkması kul iledir.
Baktığınca şeş cihette
Vechi Hakkı görsene
Hak Teala Hazretlerinin en büyük mertebelerinden olan hüvviyyet mertebesinin, ayrıca bir menbai varmış, çıktığı bir yer var imiş. Fehmi Efendi Hazretleri bu hitabı kendi kendine yapıyor. O hüviyyet manbaını bul, o menbadan iç. O zaman bekaya çıkıp Hakk'ı zahir olarak görürsün diyor. Hakk'ı zahir görebilmek için, sırrı hüviyyet menbaından içmek lazımdır ki, bu da her kişiye mahsus değildir. Ancak Allah'ın murat ettiği kimseler için bu mümkün olabilir.
Cenabı Hakk'ın hüviyyetine mazhar olan dünyada bir tane bulunur, o iki olamaz. İşte onu bulup da ondan içenler, varlık alemine yükselip Hakk'ı zahir olarak görürler.
Cenabı Allah cümlemize bu hali nasibü müyesser eylesin (AMİN)
HAKKA MAKBUL OLMAK İSTER, HALKA MENFUR OLMADAN
Hakk'a makbul olmak için, halkın menfuru olacaksın, düşüğü olacaksın. Fakat, bunu tevhide süluk etmiş bazı kimseler, gidiyor meyhaneye içiyor, kendini sarhoş gösteriyor. Ben kendimi böyle halka düşük göstereyim ki, Hakk'a makbul olayım.
Halka menfur olmak, fiilinle değil kavlinle, sözlerinle olacak. Halkın içinde öyle güzel konuşacaksın ki, senin konuşmanı hazm edemeyecekler, seninkisi sapıklıktan ibaret, başka bir şey değil diyecekler. Niyazi Efendinin de böyle bir sözü var:
Akil isen adını Mecnuna tak
Sen akıllı isen, kendine mecnun dedirt. Pir Efendimiz bunu ne güzel açıklamış:
"Melamiler diyor, güzel yerler, güzel içerler, kibar giyinirler ve bir de irfaniyet libasını giyerler. Halk bunları böyle gördü mü, derviş olduklarını anlayamazlar. Derler ki sizin nereniz derviş, hani hırkanız sakalınız, sizin ki mecnunluktan başka bir şey değil, kendine böyle dedirt. Yoksa sarhoş olarak değil, herkesten güzel ye, güzel iç, idareli ol, efendi ol. Dervişlik muhabbeti yaptığın zaman, bu sözleri sana yakıştıramaz ve derler, bu sözleri söyleyebilmen için derviş olman lazım. Onlar, dervişliği zannediyorlar saç, sakal, hırka ile olur, sonra fazla ibadetle olur. Melamiler ise, sadece beş vakit namaz kılarlar, yılda bir ay oruç tutarlar, namazı altı vakit yapmazlar, orucu da otuz bir gün tutmazlar."
Asrı Saadette uzak memleketliler İslamiyet’i mektupla kabul etmişler. Henüz Peygamberimizin yüzünü görmemişler. Merak etmişler, biz bu dini kabul ettik, neye gidip bu dinin sahibini görmüyoruz. Gidelim görelim neler yapmış da Allah'a bu kadar makbul olmuş. Uzaktan Medine'ye kadar yorgunluk çekip geliyorlar. Peygamber Efendimizin evini bulup kapıyı çalıyorlar, içeriden Ayşe Validemiz, kim o ? diyor. Misafirler, biz falan memleketten geldik, Muhammedi (S.A.V) arıyoruz. İçeriden Ayşe Validemiz ,maalesef yok harbe gitti, deyince, eyvah diyorlar. Hz.Ayşe, hayrola bir şey mi soracaktınız diyor. Ayşe Validemiz fıkıh ilminden haberdar imiş. O yüzden bir müşkülünüz varsa ben cevaplandırayım diyor. Gelenler, soracaktık ki Muhammed Allah'a neler yapıyor da ona bu kadar yakın olmuş. Ayşe Validemiz diyorlar: 5 vakit namazını kılıyor, bazı bazı nafile namazlar da kılıyor. Bir ay oruç tutuyor, bazen de nafile oruç tutuyor. Bunun üzerine misafirler derler ki: biz ondan fazla ibadet ediyoruz, devamlı namaz kılıyoruz. Yıl orucu tutuyoruz. Biz ondan daha yakınız. Yürü gidelim.
Şeriat ehli, yakınlığı fazla ibadete bağlıyor. Nafile ibadeti, nafile oruçları sende görmeyince, üstüne başına da bakıyor tertemiz, yahu böyle dervişlik mi olur, sizin ki delilikten başka bir şey değil, diyor. Kendinize böyle dedirtin, yoksa üst baş pis, halkın sevmediği hallerle bezenmişsin, kendini alçak düşürmek suretiyle kendinle alay ettiriyorsun. Halka menfur olmak bu değildir.
Halk, ne zaman bir Hızır arasa onu fakir, saçlı, sakallı olarak ararlar. Bizim Turgutlu'nun güneyinde bir Çekmir Köyü var. Orada üstü başı yırtık bir meczup, etleri görünüyor. Tam akşam üzeri ezan vakti gelir kapılara, bizim bir ihvan var bunu görür ve sorar ne yapıyorsun sen? o zaman meczup: Bu vakitte beni Hızır zannederler, herkes bir şeyler verir, diyor. Tupluyor beş on kuruş. Topladığı parayla da ispirto alıp bir köşede demleniyor.
HAYRET
Soru: Tevhitte hayretin yeri neresidir?
Cevap: Cenabı Allah Kur’an’ı Kerimde; (Ve kul Rabbi zidni ilma) “Sen deki, Yarabbi benim ilmimi ziyadeleştir.” Peygamber Efendimizde diyor ki; (Zidni fike tehayyüren) “Benim hayretimi arttır.” Zaten insanların son varacakları menzil hayrettir. İlmi idrak edemediği yerde hayret başlar. Çünkü ilim, aklın bir mahsulüdür. Akıl nasıl hudutlu ise, ilimde böyledir. Ama hayret sonsuzdur. İlim bir yere kadar gelir oradan ileriye geçemez, bundan sonra gelen ise hayrettir.
İnsan bu hali ve durumu kendisiyle mukayese edebilir. Düşün, girdin veya daldın bir girdabın içerisine, ilimle düşündün düşündün, bu neticeyi hayretle alacaksın. Onun için insanlar gelecek dayanak hayrettir. Hakiki manada hayretin anlamı teslim olmaktır. “Rabbena” Yarabbi benim yapabileceğim bu kadar, bundan ötesi hayretten başka bir şey değildir. Resulallah Efendimiz hayretinin artmasını ve hiç kesilmemesini dua etmişti. Dua, bir hayrete daldın mı bu hayret bende devamlı surette işlesin anlamına gelir. Onun için insanların sonu hayrettir. Ondan daha ileriye geçecek bir yer kalmaz.
Nasıl Peygamber Efendimize delillik eden Cebrail vardı. Peygamber Efendimize delillik ediyordu. Biliyorsunuz bir yere kadar delilliğini yaptı ve dedi: Buradan öteye geçemem, benim durağım burasıdır. Buradan ötede ne var ise benim bundan haberim yok. Çünkü bana Cenabı Hak böyle emretti. İşte bu aklın ve ilmin duvarıdır, bundan öte hayret gelir.
Nasıl ki Resulallah Efendimiz Refref’le miracını tamamladı. Burada Refref zevk ve hayret anlamına gelir. Bir şerbet hakkında Mısri Niyazi Efendi Hazretleri şöyle diyor.
Bilmem nitsem neylesem
Bu halvetin şerbetine
Bu canı teslim eylesem
Bu halvetin şerbetine
Yine bu şerbeti methederken bir yerde diyor.
Bu bir acep ilden gelir
Ancak onu için bilir
Kim tatsa hayrette kalır
Bu halvetin şerbetine
Bu tevhidin lezzetine
Tevhitte alınan zevki ehlullah şerbet ile temsil etmişlerdir. Sonra ilahiye yine devam ediyor.
Duysa bunu şahı cihan
Katresine verirdi can
Olmaz paha kevnü mekan
Bu halvetin şerbetine
Bu Tevhidin lezzetine
Kevnü mekan, bu dünya mekanı ve ahiret. Dünyada nasıl mülk zenginliği var ise, ahirette ise cennet zenginliği vardır. Gerek dünya mülkü, gerekse ahiret mülkü olan cennet bile, bu tevhidin lezzeti yanında sönük kalır.
Halvetin ne olduğunu anlamak isteyen kişi bu şerbetten tatmalıdır. Halvetin ne olduğunu ancak bu şerbetten tadanlar anlayabilir. Yoksa halvet, kelam ile anlata bilinecek bir şey değildir. Buna kibarı kelam olarak (Men lem yezük lem yarif) “Tatmayan bilmez söylenir.”
Her ne kadar kelam ile halvet şudur, halvet budur diye anlatılmak istense de yine anlaşılmaz. Bunun anlaşabilmesi ancak tatmak suretiyle olabilir. İşte bu halvet anlatılamayacak mesele olduğu için Resulallah Efendimiz de (Yarabbi benim hayretimi arttır.) diye duada bulunmuştur. Çünkü bu şerbetin lezzetine doyulmaz, kanılmaz ve başkasına tarif edilemez. Lezzet başka birine tarif edilebilir mi? Ancak o lezzeti kimler tadarsa onlar bilebilirler.
Görüldüğü gibi hayret denilen zevk, yaşamaktan ibarettir. Bu yaşantıda başka birine tarif edilemez. Mevlana Hazretlerine aşkı sormuşlar. “Ben ol da bil “ demiş. Ancak; onu tadanlar bilirler. Hayret görmemiş birisine hayretin ne olduğunu anlatmaya kalksan ne o anlayabilir ne de sen anlatabilirsin. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
HIZIR İLE MUSA KISSASI
Hazreti Musa Ululazim bir Peygamber olduğu halde, Cenabı Allah neden Hızır'a gönderdi?
Şimdi burada Hızır Aleyhisselam bir veli olduğu halde, Musa Aleyhisselamdan üstün gibi görünüyor. Bir de Hızır Aleyhisselam'dan bir şeyler öğrenmeye gitti. Çünkü, veren alandan üstündür durumu var. Bu halde, Hızır Aleyhisselamın Musa Aleyhisselamdan üstün olması gerekiyor. Halbuki Hızır Aleyhisselam veli, Musa Aleyhisselam Ululazim bir peygamber idi.
Bazıları, Cenabı Allah Musa Aleyhisselamı Hızır Aleyhisselama İlmi Ledün öğrenmesi için gönderdi diyorlar. Kavmi, Musa Aleyhisselama sordular.
Ey Musa, senden daha bilgin bir kimse var mıdır? Musa Aleyhisselam da yoktur dedi. O zaman vahy geldi. "Ya Musa sen Mecmeal Bahreyn" e git, Hızır'a mülaki ol. Ben ona Ledün ilmi öğrettim, sen de ledün ilmini ondan öğren." Bunun üzerine, Musa Aleyhisselam "Mecmeal Bahreyn" e gitti ve onu buldu. Bundan sonraki maceraları biliyorsunuz.
Aslında Musa Aleyhisselamın İlmi Ledünisi var idi. Çünkü, nübüvvet velayetten sonra gelir. Hatta, Muhiddin-i Arabi Hazretleri, "Sakın bir veliyi nebiden üstün tutmayın, veliliğin son mertebesi nübüvvetin başlangıcıdır" diyor. Bir veli yükselir, yükselir son menzile çıkar, son menzile çıktığı yerden nübüvvet başlar. Şimdi sız kıyaslayın velilikle, nübüvvetin farkını.
Nasıl ki diğer tarikatlar, esma ile tespihi çeke çeke onların kalbi kendiliğinden zikretmeye başlar. Halbuki, kalbi zikir Melamilik'te ilk evvela telkin edilir. Nasıl diğer tarikatların bittiği yerde melamet başlıyorsa, velayetin bittiği yerde de nübüvvet başlar.
Fakat, şunu da inkar etmemek lazımdır. Musa Aleyhisselam Hızır Aleyhisselamdan bir şeyler öğrenmek için gitti, ihtiyacı olduğu için gitti.
Pir Efendimiz bunu şerhte açıklamış. Musa Aleyhisselamın üç müşkülü var idi.
1) Beni annem bir tahta parçasının üzerinde suya bıraktı, neden boğulmadım?
2) Bir kıpti öldürmüştüm, indi ilahiye de katil mi oldum?
3) Şuayip Aleyhisselamın kızlarının güttüğü koyunları ücretsiz sulamıştım. Bu olayda bir ecre, bir sevaba nail olabildim mi?
Bu üç müşkülün halli için Cenabı Allah Hızır'a göndermiştir. Pir Efendimiz bir yerde "İlmi Ledün iki kısımdır" diyor.
1) Ledünnü İlmiye (İlm-i Tenzili)
2) Ledünnü Kevniye (İlm-i Tekvini)
Musa Aleyhisselamda olan Ledünnü İlmiye idi. Hızır da olan ilim ise Ledünnü Kevniye idi. Ledünnü Kevniye, keramet ilmi demektir. Musa Aleyhisselamın bu müşkülleri de, kerameti kevniye ile hal olunacak müşküller idi. Onun için, Cenabı Allah Musa'yı Hızır'a gönderdi.
Musa Aleyhisselam Hızır'a mülaki olduktan sonra, beraber bir gemiye biniyorlar. Hızır başlıyor gemiyi delmeye, Musa Aleyhisselam hemen müdahale diyor. Ne yapıyorsun ya Hızır, bu geminin içinde bu kadar insan var, bunlar boğulacak, yaptığın doğru bir iş midir? Ya Musa, seni annen bir tahta parçasında suya bıraktı. Suda seni muhafaza eden, bu halkı da muhafaza eder dedi. Hani annem beni bir tahta parçasında suya bıraktı, ben niçin boğulmadım diyordu ya. Böylece birinci müşkülü çözülmüş oldu. Gemi tamir edildikten sonra yola devam ettiler.
Gemi karaya çıkınca, şehir içinde gezerlerken sokak çocukları oyun oynuyorlardı. Tuttu, çocuklardan birinin boynunu sıktı öldürdü. Musa Aleyhisselam yine müdahale etti, Ya Hızır, bu senin yaptığın katillik değil midir? Kabahatsiz çocuğu öldürdün dedi. O zaman Hızır Aleyhisselam, sen kıptiyi öldürdün, bu da senin kıptiyi öldürmen gibidir. Çocuğu ameliyat et, bak sait midir? şaki midir? Baktılar ki şaki. Şakiyi öldürmek katillik değildir. Tıpkı senin kıptiyi öldürdüğün gibi. Sanki Hızır'a Musa'nın Kıptiyi öldürdüğünü daha önceden söylemişler.
Şehirde dolaşırken karınları acıkıyor, fakat hiç bir kimseden yiyecek bir şey bulamıyorlar. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarın yanına gelince duvarı doğrultuyor. Yine Hazreti Musa, Ya Hızır çok acayip hallerin var, hiç değilse şu duvarın sahibini bulaydık. Belki bize biraz yiyecek verirdi. Bu durum da, senin Şuayip Aleyhisselamın kızlarının güttüğü koyunları sulaman gibidir. Bundan ücret alınmaz, diyor. Bundan sonra, sen hiçbir şey bilmiyorsun demiyorum, öyle zannetme, senin bildiklerini ben bilmem, benim bildiklerimin bazısını da sen bilmezsin diyerek ayrılırlar. Burada, Peygamber Efendimizin bir hadisi şerifleri de kafamıza müşkül olarak takılıyor. (Ulemaü ümmeti keenbiyai beni israil) "Benim ümmetimin evliyaları beni İsrail Peygamberleri gibidir."
Beni İsrail Nebileri, "Kabe Kavseyn" e kadar yükselmişlerdir. Beni İsrail peygamberleri oraya kadar makam görmüşlerdir. Aynı makama kadar Peygamber Efendimizin evliyaları da çıkmışlardır. Bu makamları tahsil edip zevk eden mü'minler, Beni İsrail Enbiyaları gibidir. Ama bu makamları görmeyip zevkinden mahrum olan kimseler, ne kadar da ulema olsalar zahir ulemasıdır. Çünkü, bu Kabe Kavseyn makamının zevklerinden tatmamışlardır. Onun için onlar, Beni İsrail Nebileri gibi olamazlar. Onlar gibi olabilmeleri için hem şeriat ilmini, hem de tevhit ilmini tahsil edip, makamı Kabe Kavseyn'e kadar yükselmeleri icap eder ki, Beni İsrail Enbiyaları gibi olabilsinler.
Beyazid'i Bestami Hazretlerinin bir sözü vardır. "Ben bir derya geçtim, enbiya kenarında kaldı" o, Hz.Peygamber Efendimizin ümmeti olduğundan, Hz.Muhammedin ayağıyla o Kabe Kavseyn'den "Ev Edna" ya teberrüken geçtiğini ifade ediyor. Eğer, Beni İsrail Enbiyaları da Kabe Kavseyn'den Ev Edna'ya geçmek isterlerse, onların da Peygamber Efendimize ümmet olup, bilahare teberrüken o makama geçmeleri mümkündür.
"Benim ümmetimin evliyaları, Beni İsrail nebileri gibidir." denilmesi, makamatı tevhidi tahsil ettiklerinden dolayıdır. Fehmi Efendi'nin bir nutkunda vardır.
Makamı Kabe Kavseyn'e Nebiler hep ayak bastı
Ev Edna sırrına sadrı eminsin Ya Rasulallah
Kur'an-ı Kerimde ayeti kerime vardır. (Vela takrabü malel yetimi) "Yetim malına yaklaşmayın" yetim malından murat, Peygamber Efendimizin makamı mahsusudur. Bunun Kur'an’ı Kerimde "Makamı Mahmud" ve "Ev Edna" diye iki ismi geçiyor. Zahirde de yetimin malına tecavüz etmenin cezası, karnını ateşle doldurmaktır. Batında da yetim malından murat, Peygamber Efendimizin malıdır. Çünkü, Peygamber Efendimize ruhaniyeti, anadan, babadan gelmiş değildir. Bütün mevcudatın anası odur. Bütün mevcudat, onun ruhaniyetinden gelmiştir. Çünkü ruhaniyet yönüyle, o kimseye ,ana ve baba olmadı. Onun da ana babası olmadı. Ancak, Cenabı Hakk'ın emriyle, tecellisiyle ruhaniyeti zuhura geldi. Bunu nutkunda Niyazi Efendi Hazretleri söylüyor.
Zuhuru kainatın madenisin Ya Rasulallah
Rumuzu küntü kenzin mahzenisin Ya Rasulallah
Bütün bu kainatta zuhur edenlere maden olmuşsun sen, o gizli hazinenin mahzeni hep sensin: Çünkü Peygamber Efendimiz evvela halk olunan beş isim söylüyor. Hepsi de evvel halk olundu diyor. Evvela "Benim Nurum" halk olundu, arkadan deniliyor ki, o karanlıkta olanlar görünsün için o nur tecelli edince, nasıl gece karanlıkta iken hiç bir şey görünmüyor, sabah olup güneş doğunca bu kainatta olan her şey görüntüye çıkıyorsa! Peygamber Efendimizin Nuruyla da görünmeyen şeylerin hepsi görüntüye çıkıyor. Arkasında diyor. Evvela "Benim Ruhum" halk olundu. Ruhun halk olmasıyla, bütün bu karanlıklarda bulunan cisimler hayat buldu.
Cisimlerin birbirlerinden ayrılmaları ve seçilmeleri için akıl lazımdır. İnsanlar da akıl olmazsa hiç bir şeyi seçemez ve ayırt edemezler. Bir kalabalık, bir kesret görürler ama ne olduğunu idrak edemezler. Onun için "Akıl" arkadan da "Kalem" yaratıldı diyor. Nasıl ki bu kadar harfler mevcut, fakat hiç bir harf kalemin içinde görülmüyor. Ama, kalemi eline aldığın zaman, kalem ne harfler çıkarıyor, ne hurufat döküyor...Onun için kalem de bir ruh gibidir.
Suretlerin ruhtan gelmeleri cisimleri meydana getirdi, bunların barınmaları için de bir yer icap eder. Onun için buyruluyor. "Bu arş" sonsuz bir boşluk demektir. Bu boşlukta insanlardan başka ay, güneş, yıldızlar ve gözle görülmeyen ne kadar cismani kürreler var. Bunlar hepsi arş denilen bu boşlukta yüzüp dönüyorlar. İşte Peygamber Efendimizin söylemiş olduğu beş varlık hep aynı noktaya çıkar. Onun için, bu hususta aşıklar, nice nutuklar söylemişler. Mesela,
Zuhuru kainatın madenisin Ya Rasulallah
Bu kainat senden zuhur etmiştir. (Rumuzu küntü kenzin mahzenisin) Bu sebeple bu kainat (Küntü kenzen mahfiyyen) "Ben bir gizli hazine idim bilinmekliğimi murat ettim, bu halkı halk eyledim" kudsi hadisinin mahzeninden çıkmıştır.
İBADET
İbadet üç kısma ayrılmıştır.
1.İbadet
2.Ubudiyet
3.Ubudet
İbadet: Avamın işidir. Onlar ibadeti cehennem azabından korunmak ve cennete girebilmek için yaparlar. Bu düşünce ile yapılan ibadet sahiplerine avam denir. İsterse şeriat sahibi olsun, isterse Kur'an'ın Arapçasını ezberinden okusun onlar yine avamdır. Çünkü onların maksatlarında cehennemden korku, cennete girme iştiyatı vardır. İbadeti de bunun için yaparlar. Onun için böyle maksatla yapılan ibadet, sahiplerine de avam denir. Böyle ibadetler sakat ibadettir. hani bir insan hastalıklı, marazlı olur, böyle birisi sağlam bütün bir insan gibi olabilir mi? Muhakkak ki olamaz.
İkincisi Ubudiyet’tir. Bu ibadet sahipleri de ibadetlerini Allah rızası için yaparlar. Bu ibadet sahiplerine Ebrar denir. Ebrar kimdir? Bunlar ehli tarik dediğimiz Tarikat ehlidir. Bunlar ibadeti ne için yapıyorsun dediğin zaman, cennet için demez, Allah rızası için yapıyorum der, ama Allah'ı kendinden ayrı bir yerde düşünür, yani Allah ayrı kendisi ayrı. İşte böyle yapılan ibadete Ubudiyet, sahiplerine de Ebrar denir.
Hatta bu hususta bir hadisi şerif vardır.(Hasenetül ebrar seyyiatül mukarrabin) "Ebrarların işledikleri sevap mukarrebler yanında günahdır." Peki Mukarrebler kimlerdir? Mukarrebler Allah'a Zülkarneyn gibi iki cihetle yakın olanlardır ki, bunlar ibadetlerini Hak'tan alırlar Hak ile Hakk'a yaparlar. Abit. ibadet, mabut üçü bir olmak şartıyle yapılana Ubudet, sahiplerine de Mukarrebin deniliyor. Bunlar Allah'a iki cihetle yakın olmuşlardır. İbadeti Hak'tan alıp Hak ile Hakk'a yapan bir kişide bir murat bir istek olur mu? Burada Allah rızası için yapıyorum dediği zaman bu da bir istektir.
İbadeti Hak'tan alıp Hak ile Hakk'a yapacağız. Burada üç türlü vasıf birleşmiş olacak. İbadet eden, ibadet ve ibadet olunan Hak olacak. Böyle olunca bir istek kalır mı, elbette kalmaz.
Malik Efendinin bir ilahisini okuyoruz.
Yan ey aşık yan
Tevhide boyan
Bir Allah diyen
Buldu cennetan
Burada Malik Efendi Hazretleri bir defa Allah diyen iki cenneti buldu diyor. Bu cennetler sekiz olmak hasabiyle dördü amel mukabilinde, dördü de irfan mukabilindedir. Amel mukabilinde olanlar ibadetçilerin, irfan mukabilinde olanlar da aşıkların cenneti olmuş oluyor. Peki bu cennetlerde neler var? İnsan niçin bu cennetleri istiyor? Kuru kuru cenneti ne yapacak? Amel cennetinde yeme içme vardır. Türlü türlü meyve ağaçları ve çeşitli taamlar mevcuttur. Mısrı Niyazi Efendi Hazretleri bir beyitinde şöyle buyuruyor.
Eşcazda sazlar çalınır
Dallarda meyva sallanır
Sen sunmadan ol bulunur
Her emrine ferman kamu
Burası taam cenneti yeme içme cenneti derler. Orada meyve ağaçlarından meyveler sarkmış, bir kişinin bu meyvelerden birisini yemek iştahı yalnızca gönülden geçsin, meyveler tabak içinde o kişiye hemen geliyor. Kişinin kuş kebabı canı isterse kuşlar kebap olmuş hemen önüne geliyor. Demek ki amel cennetinin mükafatı yemek içmek olmuş oluyor.
Fakat irfan cennetinde bu yok o zaman arifler aldandı...Oranın lezzeti Cemali İlahi dir. Onlar Cemali İlahi ile lezzetleneceklerdir. Şayet kendilerine bir yemek içmek arzusu gelse amel cennetine inerler ihtiyaçlarını giderirler.
Ayeti kerimede buyuruluyor (Velimen hafe makame Rabbihi cennetan) "Rabın makamından korkanlara iki cennet verilecektir." Hem amel cennetinde hem irfan cennetinde yeri olacaktır. Biraz evvel okunan ilahide de Malik Efendi Hazretleri bunu demek istiyor. "Bir Allah diyen buldu cennetan." yani iki cenneti buldu demek istiyor.
Fakat biz nasıl bir defa Allah diyebiliriz? Eğer bu bir defa Allah demekse kolay. Allah demek dil ile Allah demek değildir, zevk iledir. Bütün bu kainatta devreden bir tek Allah olduğunu görmektir .Allah'tan başka bir varlık olmadığını zevk ile müşahede etmektir.
Demek ki bütün aleme baktığımızda her zerreyi Allah'ın kapladığını gördüğümüz zaman Allah demiş sayılırız. Niyazi Mısri Hazretleri buyurduğu gibi:
Her zerrede zatına ilan eylemiş
İşte böyle zevk eden kişilere iki cennet verilecektir. Resulullah Efendimiz hadisi şeriflerinde (Menkale Lailahe illallah dehalel cenne) "Kim Lailahe İllallah derse cennete girer"
Ama bu lafz yani söz ile değil, Lailahe İllallah diyen bir kimse Allah'tan gayrı bir şey görmeyecek, gözünden Masiva kalkacak masiva nedir? Masiva gayriyettir.
Eşrefoğlu Hazretlerine sormuşlar Hak kandedir? "Yer ile gök Allah ile dolmuş nereye baksan ondan gayri yok" buyurmuşlardır. İşte böyle zevk edenler Lailahe İllallah demişlerdir. Yoksa dil ile Allah demeyi herkes becerebilir. Zevk ile Lailahe İllallah demek ancak ariflere mahsustur. Ariflerden gayrisi bunu diyemez. İşte böyle Allah diyenler iki cenneti de buldu. Böyle kimselerin hem amel cennetinde hem de irfan cennetinde yeri olacaktır.
Biz bu alemde iki cenneti de arasak nasıl bulabiliriz? Bir arifin hem irfaniyeti vardır, hem de ameli vardır. Amel nedir? Amel Allah'ın buyurduklarını yerine getirmektir. Namaz, Oruç, Hac, Zekat ve Kelime-i Şahadet. Bunların tümü bir amelden ibarettir.
Peki biz bu ameldeki cenneti nasıl bulabiliriz? Eğer bu amelleri Allah'la beraber işlersek bu amellerden bir zevk hasıl olacaktır ki bu zevke cennet denir. Ameldeki cennet ise amelden zevk almaktır. Onun için arif olan kimselerin her iki cennette yeri vardır. Onlar irfaniyetten aldığı zevki amelde de alırlar ,keza amelden aldığı zevki irfaniyette bulurlar.
Nasıl ki irfaniyet cennetinde Cemali İlahi ile zevkiyap olursan, amel cennetinde de ameli işlerken Allah'la beraber olduğunu müşahede edebilirsen bunun irfan cennetindeki zevkten hiç bir farkı kalmaz. Yeter ki bir insan arifi billah olsun, Allah'ı anlamış ve idrak etmiş olsun. Bu zevk ile hem dem olan kişiler, bu alemde dahi, ahiret alemine gidip de ahiret alemindeki cennette Rabbini müşahade etmeyi beklemez. Böyle kimseler daha bu alemde iken öbür alemdeki zevklerin her birini tatmış olacaktır.
Cenabı Allah ayeti kerimesinde buyuruyor: (Men kane fi hazihi a'ma fehüve fil ahireti a'ma ve edallu sebila)" Burada ama olan ahirette de amadır. "İşte bundan dolayı Resullullah Efendimiz buyurmuşlardır. (Eddünya mezre'atül ahire) "Dünya ahiretin tarlasıdır." Yani kazanç yeri burasıdır. Burada bir şey kazanılmadı ise o kişilerin haline öbür alemde yazıklar olsun.
Bu aleme biz bunun için gönderirdik. Allah'ın bizleri bu aleme getirmesi, ahiretimizi, cennetimizi, Rabbimizi ve ne türlü varlıklar var ise tümünü burada görmemiz içindir. Onun için bu amele bir itibarla da imtihan alemi denilmiştir. Bir aşığın bu hususta şu beyiti vardır.
Bekayı mülkünden eyledim teşrif
Bu dar-ı fenada imtihan için
Gece ve gündüz muradım budur
Cemal-i pakini anlamak için
Muradımız gece gündüz Allah'ın mukaddes, pak olan varlığını müşahede etmektir. Hangi varlık beka mülkünden geldi? Bekayı mülk Allah'ın varlığıdır. Biz bu aleme Allah'tan geldik.
Allah içinde olanları dışına verdi ki bütün bu alem zahir oldu. Bizde zahir olan bu isimleri, sıfatları anlamak için bu aleme Allah'ın butununda geldik, yine onun butununa gideceğiz. Oraya boş elle gitmeyelim, Allah'ı burada anlayıp idrak etmeye çalışalım ki ona varmaya yüzümüz olsun.
İNSAN-İHLASI ŞERİF TEFSİRİ
İnsan Cenabı Hakk'ın tüm varlıkları inhisarı altına aldığından dolayı, kendisine halife denildi. Melekler ise bir kuvveye mazhardırlar .Onlara ebediyen bir vazife verilmiş olup ila bu vazife ile mükelleftirler, başka bir vazifeden sorumlu tutulmazlar.
İnsan melekler gibi değildir, mazharı tamdır. Cenabı Hakk'ın tüm varlıklarını inhisarı altına almıştır, yani Cenabı Hakk'a tam bir mazhar ve vekil olmuştur. Peygamber Efendimiz hadisi şeriflerinde buyuruyor. (İnnallahe halaka ademe ala suretihi) "Allah ademi kendi sureti üzerine halk etti." Bir çok insanlar bilhassa ehli şeriat bu hadisten korkuyor, hadis demeye de korkuyorlar.
Şimdi burada evvela suret nedir? Bunu anlamak lazım. Görünenler bir şekildir ,suret değil. Allah-u Teala ademi kendi suretinde halk etti. Kur'an-ı Kerimde de bu hususta (Lekad halaknel insane fi ahseni takvim) "Biz insanı en güzel surette halk ettik" ayeti kerimesi vardır.
Bir gün Harun Reşit ile hanımı bahçede oturmuşlar. Bahçenin havuzuna da ay'ın ışığı aksetmiş, Harun Reşit hanımına, şu Allah'ın nuruna bak, ne kadar da güzel demiş. Hanımı da, benden daha mı güzel deyince, Harun Raşit kızarak; sen kim oluyorsun da Allah'ın nurundan daha güzel olasın diyerek hanımını mahkemeye veriyor. Biliyorsunuz eskiden mahkemeler şeriat mahkemesi idi. Şeriat alimleri toplanıyor, fetva fetva derken hanımın idamına karar veriyor. Nasıl olur da bir insan Allah'ın nurundan daha güzel olabilir, bu mümkün olamaz diyorlar ve hasılı kadına idam emri veriyorlar.
Bir gün hanımcağız derin derin düşünürken oradan geçen Behlül Dane yengesinin üzgün halini görüp, yenge ne düşünüyorsun? der. Yengesi o zaman; Behlül senin bir şeyden haberin yok mu? Benim idamıma karar çıktı. Beni bir kaç gün sonra idam edecekler diye cevaplar. Behlül sebebini soruyor, yengesi de olanları anlatıyor.
Behlül Dane yengesinin başından geçen olayı dinledikten sonra yengesine, sen bu hususta hiç telaşlanma, ben bu işi hallederim diyor. Bunun üzerine bir tellal çıkarıp cuma namazını falan camide kıldıracağını halka duyuruyor. Bu ilan üzerine halk akın akın camiye koşuyor. Çünkü daha önceleri Behlül'e böyle şeyler teklif edildiğinde kabul etmemişti. Cuma günü kalabalık bir cemaat topluluğuna hitaben önce hutbeyi okuyor, sonra mihraba geçiyor, namazı kıldıracak.
Namaza duruyorlar Fatiha-i Şerif'i okuyor. Sonra zammı sure koşuyor Vettini suresini okuyor. İnsanın methi bu surededir.
(Vettini vezzetüni ve turisinine ve hazel beledil emin lekat halaknal insane fi ahseni takvim) Diyeceği yerde öyle demiyor.
"Lekat halaknal kamere fi ahseni takvim" diyerek durmadan devam ediyor sureyi bitiriyor.
Namazdan sonra bütün fetva alimleri Behlül'e efendim namazda yanlış okudunuz bu nasıl olur, Kur'an da sizin okuduğunuz gibi mi yazıyor? Diye sorulunca: Behlül Dane: Peki böyle yazmıyor da bir insan ben aydan daha güzelim dediği zaman ona neden idam kararı verirsiniz? Eğer ay insandan daha güzel olmuş olsaydı, Cenabı Allah Kur'an 'ı Kerimde insan yerine ay'ı met ederdi. Bu olaydan sonra fetva geri alınıp kadıncağız kurtulmuş oluyor.
Cenabı Allah insanı kendi suretinde halk ettiği için Kur'an'ı Kerimde bunu açık olarak beyan ediyor. Yukarıdaki ayete mealen "Biz insanı en güzel surette halk ettik" çünkü kendi suretidir.
Peki bu suret nedir? Görünen şekil midir? Eğer bu şekil ise Cenabı Allah bu şekilden münezzehdir, şekle giremez. Suret demek sıfat demektir. Dini kitaplarda ve ilmihalde okuyanlar Allah'ın Sıfat-ı subiyesi diye beyan ederler. Cenabı Hakk'ın Sıfatı Subutiyesi sekizdir. Subut demek sabit demektir. Sabitleşmesi, sabit olması insana ait sıfatlar gibi değil, mesela insanın gençlikteki görünüşü başkadır, ihtiyarlayınca görünüşü başka türlü olur. Yani değişir.
İnsani sıfatlarda, böyle bir değişme oluyor, fakat Hakk'ın sıfatlarında böyle bir değişiklik olmuyor. Sabit olarak ki: Hayat, ilim, irade, sem'i, basar, kudret, kelam ve tekvin bunlar Hakk'ın sıfatlarıdır. Mademki bunlar Hakk'ın sıfatlarıdır, peki nerededir? Şimdi hocaya sorsan, Allah makulatta, sıfatları da makulattadır, der.
Hiç Allah makulatta olur mu? İnsanda tecelli etmiş olan Hakk'ın sıfatlarını bırakır başka deliller aramaya başlar. Cenabı Hakk'ın bütün sıfatları insanda tecelli etmiştir. Bu bakımdan insan Allah'ın halifesidir. Hakk'ın varlığı da bu sıfatlarıdır. Allah'ın varlığı bunlarda nerede tecelli etmiştir? İnsandan başka bir varlıkta, bir mahlukatta bu mazhariyet olabilir mi?
Olamaz. Hayvanda da hayat var, görmesi işitmesi var ama, insanın görmesi işitmesi gibi değildir. Şimdi. insanların görünüşü ile hayvanların görünüşü ayırt edelim. Herkes kendisini insan olarak kabul eder. İnsan suretini taşıdığından dolayı insanım der, yalnız insanın nasıl olması gerektiğini Cenabı Allah Kur'an-ı Keriminde beyan etmiştir. (Lehüm kulubün la yefkahüne biha velehüm ayünün la yubsırunebiha velahum azanün la yesmeune biha) "Onların kalpleri vardır tefekkür etmezler, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler," Evet görürler ama ne görürler? Ağaç görürler, bina görürler, yıldızları, insanı, hayvanı görürler Allah'ı görmezler.
Kulakları da var ama işitmezler. Neyi işitmezler? Hak kelamını işitmezler, işitirler de hayvan sesi, kuş sesi, insan sesi işitirler. Hak sedası işitmezler. (Ülaike kelen'ami belhüm edallü)" İşte onlar dört ayaklı hayvan gibidir. Belki de daha aşağıdır." Ayeti kerimede belirtildiği gibi acaba neden hayvandan aşağı oluyorlar? Her yaratık fıtrat ilmiyle doğuyor ve bu ilimle ölüyor. Çünkü bir yaratık doğduğu zamanda kendine bir yiyecek arıyor. İşte bu ilme fıtrat ilmi deniliyor. İnsan da hayvan da bu ilimle doğuyor. Fakat bu ilim insandan, konuşmaya başladığı zaman alınıyor. Fıtrat ilmi alındığında insanı insan yapacak ilmi tahsil etmediyse, o zaman oldu hayvandan da aşağı .İnsan sureti giyip insan olmayanlar için Niyazi Mısri Hazretleri şöyle buyuruyor:
Sureti insan içi hayvan olursa kişinin
Taşlar ile dövünüp insanı bulmazsa ne güç
Demek ki insanın insan olabilmesi için, Cenabı Hakk'ın bütün varlığını kendisinde, kendi mazhariyetinde zahir etmelidir ki o insan, insan olabilsin. Hayvanlarla insanın farkı burada daha iyi anlaşılmış oluyor.
Şu ana kadar ki konuşmalarımızdan anlaşılacağı üzere insan, Cenabı Hakk'ın bütün varlığını kendisinde zuhura getirmiştir. Bu bakımdan insan Eşrefi Mahluk ve Allah'ın halifesi olmuştur. Allah'ın her zerrede bir tecellisi var ama nakıstır, tam kemalli değil, kemalli tecellisi ancak insandadır, insan suretindedir. İnsanların halife olmaları, Cenabı Hakk'ın bütün varlığını kendi mazhariyetinde zuhura getirdiklerindedir. Bu görünen insanlarda üç kısma ayrılmışlardır:
Bir kısmı insan-ı hayvan derler, insan suretini bulamadıklarından hayvani mertebede kalmışlardır, İşte bunlara insan-ı hayvan derler. Bu hayvani mertebeyi geçebilenlere insanı nakıs yani nakıs insan derler. Nakıs insan demek daha henüz olgunlaşmamış insan demektir. Ama olgunlaşmaya dönmüş, nasıl olgunlaşması gerekiyorsa onu arıyor ve o ilmi tahsil etmeye çalışıyor.İnsanın kemal bulması da ilmiyledir. Bakın şaiirin birisi şöyle diyor.
İnsanı insan edecek üç harfle beş noktadır.
Aşk üç harf olup eski harflerdendir. Bu da: Ayın bir, Şın iki, Kaf üç. Şında üç nokta Kafda iki nokta, eder beş nokta. İşte aşk sevdaya başladı. Demek ki insanı insan yapacak sevgidir. Bu sevgide Allah'a olacaktır.
Şimdi biz insan olarak niçin bu aleme gelmişiz, evvela bunu düşünmemiz icap eder. Allah bizi ne için, neden yaratmış, nereden geldik ve nereye gideceğiz. Gene divanın bir yerinde Niyazi Mısri Hazretleri şöyle diyor:
Kanden gelir yolun senin
Ya kande varır menzilin
Nerden gelip giddiğini
Anlamayan hayvan imiş
Bu şiirle çok manalı sözler söylemişler. Kande gelir yolun senin, senin yolun nereden geliyor. Ya kande varır menzilin? Menzilinde nereye gidiyor. Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?
Nerden gelip gittiğini
Anlamayan hayvan imiş
Yani bir kimse nereden gelmiş, niçin gelmiş ve de nereye gidecek? Bu hususta Cenabı Hak Kur'an'ı Kerim'inde (Vema halaktül cinne vel inse illa liya'büdün) Yani, "ben insan ve cinleri halk etmedim, (Halk etmedim demesi böyle başı boş gezsinler için değil) ancak bana ibadet etsinler diye halk ettim" buyuruyor.
Ashab'ı Kiram Arapçayı muazzam konuşuyor ve biliyor, fakat mana nedir anlayamadıklarından, Hazreti Resullalah Efendimize sormuşlar. İbadet nedir Ya Resullalah: Cevaben Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar: Muvahhit olmak ve arif olmaktır. Yoksa muvahhit olmadan, arif olmadan kuru kuru ibadetin ne faydası olabilir. Muvahhit olmak ehli tevhit olmak demektir. Tevhit denilince özellikle halk arasında sorulduğunda alacağımız cevap (La ilahe illalah) olur. Halbuki bu tevhidin kelimesidir. Esas mana bu değildir. Onun için Resullalah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyuruyorlar .(Men kale la ilahe illalah dehalel cennete )"La ilahe illalah diyen cennete girer" diyor. Eğer bu böyle ise cennet çok ucuz.
Demek ki burada hadisin esas anlamı: La ilahe illalah demenin manasını idrak etmektir. Yani bu hadisin gerçek manasını idrak etmekle anlayabiliriz. Zaten tevhit de budur. Tevhit birlemek manasına gelir.
Peki bu birlemek neden icap ediyor? Allah'tan başka bir varlık mı var ki birlemek icap etsin? Bunu Cenabı Allah yine kendisi bir kutsi hadisiyle açıklıyor. (Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en urafe fe halaktu halka) "Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murat ettim ve bu halkı halk eyledim ki bilineyim" Şu halde Cenabı Hak bu mükevvenatı, bu kainatı,bütün bu yarattıklarını halk etti, zuhura getirdi, kendisi bu zuhurun içinde butun oldu, batına geçti, kayboldu yani gizlendi. Zuhuru yani kendisini zuhura getirdi, açığa çıkardı.
Bir gün demiştiniz falan parçalanmadı da bir inci parçalandı. Bu inciyi bir çok vasıflara getiren isimlerdir. Cenab-ı Allah isimleriyle örtündü, gizlendi. Etrafımıza baktığımız zaman bir kalabalık, Bir kesret görünüyor, işte görünen bu kalabalığı, kesreti birlememiz icap ediyor. Aslında Cenab-ı Allah'ın varlığından başka bir varlık yoktur. Bunun böyle olduğunu İhlas-ı Şerif bize açıklıyor.
Müşrikler bir gün Resulallah Efendimize demişler: Ya Muhammed, bizim bu kadar ilahlarımız var, bunlar hepsi aşikar ve görünüyor, sen ise bir tek ilahtan bahsediyorsun o da görünmüyor, bunun bize nasıl olduğunu vasfeder misin? Altından mıdır? Gümüşten midir?
Müşriklerin bu suallerine karşılık İhlas Suresi nazil oluyor. (Kulhüvallah) "Habibim sana soranlara sen söyle " Huvallah. Burada iki isimle kendisini anlatmış oluyor. Cenabı Allah'ın Hu ismi Hüviyeti Mutlakasına delalet eder. Burada bahsettiğimiz Huvallah, iki anlaşılmasın o ehaddır diyor. (Kulhüvallahü ehad) onlar birdir sakın iki isimle bahsettiğimi iki anlamayın o ehaddır, o birdir, aynı zamanda o sameddir.
(Allahüssamed) ne mana ifade ediyor? Bütün ihtiyaçların arz olunduğu yere samed deniliyor. Herkes ihtiyacını ondan isteyebilir, o samed esmasından istiyor. Cenabı Allah istedikleri vereceği zaman da samed esmasıyla vermiş oluyor. Bütün istekleri veren odur.
(Allahüssamed lemyelit velemyüled) Şimdi burada diyor ki: O hiç bir varlıktan gelmedi. Çünkü ondan evvel başka bir varlık yoktu ki o varlıktan gelsin, ondan sonrada bu varlık başka birisine intikal etmez. Ama zahir manada diyoruz ki doğmadı, doğrulmadı, varlık ona ne bir başka taraftan geldi ne de ondan başka bir tarafa intikal etti.
Bu itibarla Cenabı Allah kimi halk etmiştir? Kendinde başka kimseyi halk etmedi, hep halk ettiği kendisidir.
Bu kesret içerisinde teklifi yapabilmemiz, birleyebilmemiz için tevhit lazımdır. Bu da ancak olgun bir kemal ehlini bulup da, onun hidayeti ile mümkün olabilir. Çünkü ilminde üç mertebesi vardır. Bakınız Niyazi Mısri Hazretleri divanında ne güzel söylemiş:
Mürşid gerektir bildire
Hakkı sana Hakkalyakin
Mürşidi olmayanların
Bildikleri güman imiş
Ayrıca başka bir beyitinde:
Her mürşide dil verme kim
Yolunu sarpa uğratır
Mürşidi Kamil olanın
Gayet yolu asan imiş
Bir mürşit ara. Ama sakın her gördüğün mürşide gönül verme, söz verme. Çünkü mürşit suretiyle görünen çok kimseler vardır. Gidersin ona mürşit diye intisap edersin, sana bir sürü esmalar verir, şu kadar tespih çekeceksin, Allah'ı tespihle anacaksın gibi telkinlerle seni epey bir zaman seni oyalar. Bunun üzerinden biraz zaman geçer, bazı rüyalar görürsün, gidersin mürşide o da, ha şimdi senin dersini değiştireceğim der ve kaç bin isimle tespih çekiyor duysan bu tespihi bir misli daha artırır. Görüldüğü gibi böyle mürşitler insanı daima oyalamakla meşgul olurlar.
Bu hususta Niyazi Mısri Hazretleri: Salike öyle bir mürşit lazım ki seni sana Hakkalyakin bildirsin buyuruyorlar. Çünkü ilmin üç mertebesi vardır.
Bazı kimseler Allah'ı İlmel Yakin bilirler. Bu ilmin birinci mertebesidir. İkinci mertebesi Aynel Yakin, Üçünçü mertebesi ise Hakkal Yakin dir.
Fakat insana öyle bir mürşit lazım ki onu İlmel Yakin'den, Aynel Yakin'e, Aynel Yakin'den Hakkal Yakin'e terakki ettirsin, böyle olması lazım,
Acaba biz bu ilimlerin hangisindeyiz? Allah'ı nasıl bilebiliyoruz? Farz edelim ki biz İlmenyakin olarak Allah'ı kabul ettik ve öyle biliyoruz. Burada İlmelyakin'in iki yönü vardır. İlmelyakin sahibi olan kimse Allah'ı hem misliyle bilecek, hem zıddıyla bilecek. Yani hem tenzih edecek hem de teşbih edecek.
Tenzih: Cenabı Allah'ı hiç bir şeye benzetmemektir, Teşbih ise tam aksine benzetmektir. Bunun için bu aleme esas itibariyle üç din geldi.
1-Musevi dini
2-İsevi dini
3-Muhammedi dini
Musa Aleyhisselam Cenabı Allah'ı teşbih etti, kavmi ise tenzih etti, tam ters geldiler. Hazreti İsa ise, Allah’ı tenzih etti, kavmi de teşbih etti. Hazreti İsa’nın makamı tenzihtir. Fakat kavmi İsa’yı teşbih ettiler. İsa Aleyhisselama Allah’ın oğlu dediler.
Musevi ve İsevi Dinleri tam tekmil birer din değildir. Bu dinler neden tekmil birer din değillerdir? Çünkü bir insan Allah’ı tenzih ederse hatalıdır, teşbih ederse yine hatalıdır.
Musa Aleyhisselam’ın dini Allah’ı teşbih etti. Bu tam tekmil bir din olmadığından, İsa Aleyhisselam’ın zuhuru ile Cenabı Allah bir din daha meydana getirdi.
İsa Aleyhisselam ise, kendisi tenzih de idi. Demek ki burada bir din teşbih, bir din de tenzih olmuş oluyor. Bu iki din de kafi gelmediğinden, tam tekamül edemediğinden, Cenabı Hak dini İslam’ı yani Muhammed’i Dini zuhura getirdi.
Muhammedi Dini de teşbihle tenzihi birleştirdi. Tevhit etti, İslam dinine Tevhit Dini denildi. Tevhide olan yani İlmelyakin’de olan kimseler, Allah’ı hem tenzih edeceklerdir,hem de teşbih edeceklerdir. Peki tenzih ve teşbih etmesi nasıl olabilir? Bunların bir delilleri var mı dır?
Teşbihin delili (Halakallahü ademe ala suretihi) Şimdi burada kişi kendi sıfatlarına bakarak kendi sıfatlarını Hakk’ın sıfatlarına delil yapar, Rabbine doğru bir nebze ilmi malumat edinmiş olur.
Peki nasıl tenzih etmelidir? Tenzih edersek bakacak, bu akli bir tenzihtir. Allah-u azimüşşan kadimdir. Kadim demek başlangıcına bir başlangıç olmayan demektir. Hadis ise: Sonradan olmaya deniliyor. Allahüazimüşşan kadirdir, her şeye kadirdir, biz ise aciziz. Allahüazimüşşan ganidir, onda hiçbir şey noksan değildir, her şey tamamdır, biz ise fakiriz. Şimdi bu halde ne yapmış oluyoruz? Tenzih etmiş oluyoruz. Ayeti kerime’de (leysekemislihi şey’ün vehüvessemiül basir) dikkat ediniz ayeti kerimenin başı tenzih ediyor. ”Allah’a hiçbir şey misal olunamaz.”
(Vehüvessemi’ül basir) ”O işitici ve görücüdür.” Şimdi burada teşbih ediyor. Çünkü işitme ve görme insandadır. Bu itibarla insanı İlmelyyakin den aynelyakin e geçirecek hakiki bir mürşit lazımdır.
Aynelyakin nasıl olabilir? Aynelyaki’in üç mertebesi vardır. Bir insan bu üç mertebeden geçmeyince aynelyaki’e vasıl olamaz. Ehlullah lisanında bu üç mertebeye Allah’ta yok olmak denir. Varlık sahibinin Allah olduğunu bilmek kendini hiç’e çıkartmaktır. İşte bundan sonra da hakiki bir mürşit salikini yolda bırakmaz, onu Hakkelyakin mertebesine geçirir.
Bu Hakkelyakin mertebesi de üç merhaledir. Ehlullah lisanın da buna bekabillah denilmiştir.
Burada bahsadilen fenafillah,yokluk makamıdır. Bekabillah ise varlık makamıdır. Niyazi Mısri Hazretleri biraz evvel okuduğumuz beyitlerinde seni sana bildirecek İlmelyakin’den, Aynelyakin’e, Aynelyakin’den, Hakkelyakin’e çıkaracak bir mürşidi kamil lazımdır diyor. Peki biz böyle bir mürşidi kamili nasıl bulabiliriz?
Ehlullah’ın birisi bu hususta şöyle buyurmaktadır. Allah’ı bulmak güç değildir, bilakis çok kolaydır. Lakin güç olan Allah’ı bulduran delili bulmaktır, Burada arayıcı bir işaret şarttır.
Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde (Yes’elühü men fis semavati vel ardi külle yevmin hüve fi şe’nin). “Ey habibim yerlerde ve göklerdekiler onu sorarlar o(Rabbım) her an bir görüntüdedir.” Peki bu ayet evvelki ayete uygun düşüyor mu? (Külle yevmin hüve fi şe’nin) ”yerlerdekilere ve göklerdekilere onu sorarlar o (Rabbım) her gün için bir şandadır.” Uyumuyor gibi geliyor ama uyuyor.
Yerler ve gökler Cenabı Hakk’ın zuhuruna birer mahaldir. Allah ya yerde, görünecek ya da gök de görünecek. Çünkü başka mahal yok, yerde ve gök de ne görüyorsa bunlar hep Hakk’ın görüntüleridir.İnsan kendisini nasıl anlayacak, Bu husus da Niyazi Mısri Hazretlerinin bir beyti vardır.
Sen seni bilmektir ancak Pire ülfetten garaz
Noktayı fehmeylemektir ilmi irfandan garaz
Pir demek mürşit demektir. İnsan ne için bir mürşid arar? Garaz araması demektir. Garaz ederse arar. Acaba maksat nedir? Sen seni bilmek içindir, başka hiçbir şey değildir.
Mürşit aynasına baktığı zaman sen bütün olarak olduğun gibi kendini orada müşahade edersin, göreceksin. Yani bir Pire ülfet etmek, sen seni bilmek içindir. İlin irfandan garaz noktayı fehmeylemektir. Bir irfan ,bir ilim öğrenmek ancak noktayı anlayabilmek içindir.
Bir gün Ashab’ı Kiram İmam’ı Ali Efendimize demişler. Ya İmam bize biraz ilim öğret. Bunun üzerine İmam’ı Ali Efendimiz; ”İlim bir nokta idi cahiller Onu çoğalttı” dedikten sonra söylemiş olduğu bu sözü açıklıyor.
Esrarı İlahiyede mevcud olan sır, kütübü semaviyde mevcuttur. Esrarı İlahiye Hakk’ın sırları demektir. Kütübü semaviyede mevcud olan sır, inen kitapların tümünde mevcuttur. Bütün kitaplarda mevcut olan esrarı ilahiye Kur’an’da mevcuttur. Kur’an’da mevcut olan Esrarı İlahiye Fatiha’yı Şerif de mevcuttur. Bakın gittikçe kısalıyor.
Malum her namazın her rekatında, Elham’ı okumak farzdır. Cenabı Allah neden Fatiha suresini namazın her rekatında okumamızı emretmiş?
Acaba bunun nedenini hiç düşündük mü? Her rekatta Fatiha’yı okumamızın sebebi buradaki sırrı tefekkür etmemiz içindir. Bu okuduğumuz Fatiha’yı Şerif’te ne esrarlar var. Bunu arayalım, düşünemiyorsak bilenlerden soralım.
Fakat İmam’ı Ali Efendimiz bunlarla yetinmemiş, Fatiha’yı Şerif’te mevcut olan Esrarı İlahiye Besmele’i Şerif’de mevcuttur. Bakın burada (Bismillahirrahmanirrahim) bütün ilmi bünyesinde toplamıştır.
Bir kimse Besmele’i Şerif’i tahsil etsin ve bunun gerçek olan manasına müdrik olsun, idrak etsin, bütün Kur’an’ı idrak etmiş gibi olur. Bütün Kur’an’da olan Esrarı İlahiye Besmele’yi Şerif’te mevcuttur demiş ama bununla da yetinmemiş, Besmele’i Şerif’te mevcut olan Esrarı İlahiye Besmelenin başındaki Ba’da mevcuttur.
Bu sebepten Kur’an’ı Kerim’in her suresinin başında Besmele yazılıdır. Yalnız bir Berat Suresinde Besmele’i Şerif yoktur. Bunun hakkında müfessirler çok bocalamışlar. Demişler Sure’i Kıtal olduğundan (Çünkü o öldürmekten bahsediyor) Besmele’i Şerif yazılmadı, fakat bunun gerçek anlamı şöyledir.
Bütün surelerin başında Besmele var, yalnız bu surenin başında yok. Sure (Beraetün minallahi) diye başlıyor .Baş harfi de Ba ile başladığından Ba’da olan esrar da, aynı zamanda Besmele’i Şerif de mevcut olduğundan Besmele’i Şerif’in yazılmasına Hazreti Resulallah Efendimiz lüzum görmemiş ve yazdırmamıştır.
Hazreti Ali Kerremallahü Veche Hazretleri bununla da yetinmemiş Besmelenin Ba sın da mevcut olan Esrarı İlahiye ba nın altındaki noktada mevcuttur. İşte o nokta da benim diyor. İlim irfandan garaz denilmesi, nokta sen kendinsin, sen kendini oku, kendini öğren, her şey sana bağlıdır.
Hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu) ”Nefsini bilen Rabbini bilir.” Sen kendin öğrenmemişsin, kendini tahsil etmemişsin, bir de Allah ilmini öğrenmeye kalkmışsın, bu halde nasıl olur da sen Rabbini bilebilirsin?
İşte yine evvelki konumuza geldik. Allah’ı bulmak çok kolaydır. Esas zor olan Allah’ı bulduran delili bulmaktır. Bu deliller çeşitli suretlerle kendini gizlemiştir. Bunun için bulmak çok güç oluyor. Biraz evvel oraya geldik, şimdi kaldığımız yerden sohbetimize devam edelim.
Tabii ki bize Allah’ı bulduracak delili bulmanın bazı işaretleri vardır. Ama bu işaretler arayıcı olan ve arayacak olanlar içindir. Bu husus da Resulallah Efendimiz (Ütlübül ilme minel mehdi ilal lahdi) ”Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.” Peki Resulallah Efendimizin buyurduğu bu ilim hangi ilim? Bu ilim kendini bilme ilmidir. bir insan bütün kainat ilmini bilse, eğer kendini bilmiyorsa o kimse arif değildir. Ancak kendini bilen alimdir. Çünkü kendini bilmeyen Rabbini bilmemiş olur. Bir kimse kendini ve Rabbini bilmiyorsa dünyanın bütün ilimlerini bilse o bildikleri ilimler onu kurtaramaz.
Sen ”bu gün” fakat bu gün diyor yarın demiyor. Ehli zahir bunu yarına atıyor. Bu güne, yarın kıyamet günü diyor. Allah diyecek (İkra kitabeke kefa bi nefsikel yevme aleyke hasiba) ”Nefis kitabınızı bu size kifayet edecektir. ” Eğer siz nefsinizi okuyabilirseniz, sizin hesabınıza kefalet edecektir, o bugün.
Böyle gerçek, hakiki bir mürşidi arayacağımız zaman, bunun nişanelerine göz atacak ve bu nişaneleri arayacak olursak, öncelikle bu nişanelerin ne olduğunu bilmemiz icap eder.
Bunun nişanı şudur: Bir mürşidin sohbetine gidersin oturup muhabbetini dinlersin, yalnız gitmeden evvel senin bir çok dertlerin ve düşüncelerin var idi. işte bu arayışlar sende mevcut iken sohbetini dinlersin, eğer o mürşidi kamil senin bütün düşüncelerini alırsa, bil ki o kamildir. Yok eğer senin düşüncelerinin üzerine daha bir çok düşünceler ilave ederse, o yalancıdır. Kendini ondan uzak tut, işte bunun düsturu budur.
Eğer Cenabı Allah arama istidadı verip de arayacak olursanız böyle arayınız. Sohbetine gider oturursun, seni her husus da ikna ediyor ve dertlerini alıyorsa, seni sohbetiyle pak ve temiz olarak bırakıyorsa o gerçek mürşittir. Fakat bunun tam aksine, seni bir sürü telaşlara sokuyorsa ondan geri dur.Bir nişanla arayacak olursak onlarda nişan belirmez. bu husus da Mısri Efendi Hazretleri şöyle yazıyor.
Belirmez arifin namı nişanı
Değil arif filan İbni filanı
Bu ne demektir? Sen bir arifle karşılaştığın zaman nişanıyla onu bilemezsin. Bir bakarsın hangi sülaleden gelmedir ,bunun babası ne idi? Arif miydi? Yok diyor bu ariflik babadan oğula intikal etmez. Belki babası cahilin biriydi. Onun için:
Değil arif filan ibni filanı
Yerini terk edenin olmaz mekanı
Hakikat ehlinin olmaz nişanı
Bir kutsi hadisinde Cenabı Allah buyuruyor (Evliyai tahte kubabi la yarifühüm ğayri) ”Benim gök kubbemin altında öyle dostlarım vardır ki onları benden başka kimseler bilmez.” Niyazi Efendi Hazretleri de bunu açıklıyor.
Kubabi Hakk’ta mestur olan, gizli olan, örtünmüş olan erler kendilerini acaba neyle örttüler? Onlar kendilerini halkın sıfatıyla örttüler. onlar sıfatı halk içre görünürler. Onlar ne doğar ne dolanır, hakikat ehlinin olmaz nişanı yani onlar (Lemyelid velem yüled)sırrına mazhar olmuşlardır.
İSTİDATLAR
Cenabı Allah’ın zatının tecellisi ile sıfatlar meydana geliyor. Sıfatların tecellisi ile esmalar veya isimler, isimlerin gerektiği hükmü de fiiller icra ediyor. Dolayısı ile bu halkıyet böylece meydana gelmiş oluyor.
Sıfatlardan hayat sıfatı başta gelir. Hayatın muhatabı nedir? Hayatın muhatabı zattır. Zat evvela kendini hayatla göstermiş oluyor, aynı ruh gibi, ruh zatın zuhurudur. Ruhun varlığını ipbat eden hayattır. Peki ya hayatı ispat eden nedir? Hayatı ispat eden harekettir, fiildir. Evvela hayat olması şart. Ondan sonra ilim gerekli olur, ilimden sonra irade, iradeden sonra kudret gelir.
Şu halde Cenabı Allah bir şeyin yaratılmasını ilmiyle biliyor. bu ilmini iradesini veriyor, iradesine kudretine veriyor, kudret de onu meydana getiriyor.
Bir insan da her hangi bir iş yapacağı zaman bu işin nasıl yapılmasını bilmesi lazımdır. Bilmezse o işi yapamaz. Yalnız bu işin yapılması için arzu ve istek şarttır. Eğer istek var da güç kuvvet yok ise gene yapılamaz. Gücü ve kuvveti de var ise o zaman istediği işi yapabilir. Demek ki bu üç sıfatın birleşmesiyle bir iş meydana geliyor.
Her insana gelen tecelliler ayrı ayrıdır. tecelliler olaylar demektir. Bizim bu isdidatlarımız, Cenabı Hakk’ın aynasıdır. Farz edelim bir yapıcı ustası bir bina yapacak, o usta binanın nasıl yapılacağını önceden biliyor, bina için gerekli her türlü malzemeyi hazırladıktan sonra, nasıl yapılması icap ediyorsa öylece binayı yapıyor. Binayı yaparken ustaya bina hakkında malumatı verdi. Bizim isdidatlarımız da mühendisin çizdiği Projeler gibidir. Projeyi çizen mühendis çizmiş olduğu projeyi, yapıyı yapacak olan ustaya verir. Bizim istidatlarımızda Allah’ın birer projesidir. Allah-u Tealada isdidatlarımızın ne gerektirdiğini ilmiyle bildiği için iradesini veriyor, iradesi kudrete veriyor, kudretiyle de bizleri olayları meydana getiriyor.
Şimdi biz bu mevzuya yukarıdan aşağıya bir bakalım. Cenabı Hakk’ın kudreti nereye bağlıdır? İradesine. İradesi nereye bağlıdır? İlmine bağlıdır. İlmi nereye bağlıdır? Kişilerin isdidatlarına bağlıdır. Onun için biz malumuz. Alim olan, bilen Allah’tır. Öyle ise bütün tecellileri biz istiyerek çekiyoruz. Yoksa Allah zalim değildir, kimseye zulmetmez, senin istidadının gerektirmediği bir tecellide bulunmaz.
Muhuddin-i Arabi Hazretleri “Bir kişinin kendi isdidadını bilmesi ilimlerin en çetinidir” diyor. Lakin biz isdidadımızı tecelliden sonra anlayabiliriz. Tecelli ister iyi olsun ister kötü, bu tecellinin kendi istidadımızdan geldiğini idrak edebilmek çok büyük bir arifliktir. Onun için gelen tecellileri hiç kimseye isnat etmeye hakkımız yoktur. Her ne türlü tecelli gelirse gelsin bizim isdidadımızın neticesidir.
Bu isdidatları bize Allah nasıl ve niçin verdi? Daha bu isdidatlar bize verilmeden evvel bize hangi isdida layık olduğumuzu Allah bizden daha iyi biliyor. Onun için bizlere layık olduğumuz isdidatı veriyor.
İşte şeytan burada ayak diretti. (Yarabbi benim istidadımda olmayan bir şeyi bana emrettin, benim Ademe secde etmek gibi bir istidadım yok, beni bu isdidatta yaratmadın, niçin istidadımda olmayan bir şeyi bana emrettin, eğer secde etmek istidadını vermiş olsaydın secde etmez miydim?) “Bunda benim suçum yok” dedi.
Bu konuşmaların ardından Hak Teala Hazretleri şöyle buyurdu.Sana istidadını vermezden evvel senin bu istidada layık olduğunu bildiğim için sana bu istidadı verdim.Bu ayeti kerime ile sabittir.(La yüs’elü amma yef’alü vehüm yüs’elün) “Allah işlediğinden sorulmaz, lakin siz sorulursunuz.”
Makamlar bize bu sırları her ne kadar açıyorsa da, ne yazık ki biz makamları zevk etmedik. Bir kul fiilini Hakk’a nispet edip de nispet fiillerinden kurtulup, her fiilin faili Allah dediği zaman, kime nispet edebilirsin. Burada Cenabı Hak tecelliyi bildiriyor, ama nispet fiillerimizden sıyrılmadığımız için bizim olmayan varlığa el uzattık.
Cenabı Allah Kur’an’ı Kerim’inde (Vallahu halekaküm ve ma ta’melun) “Allah sizi ve fiillerinizi halk etti.” Biz gene zannediyoruz güç kuvvet bizim, biz işledik. Cenabı Hak diyor ki: “Ben sizi halk ettiğim gibi sizin işlerinizi de halk ettim.” Eğer bizim olmayan fiillere el uzatır da Hakk’ın fiilini kendi fiilimiz zannedersek bütün çalışmayı kendimize nispet edersek, elbette sorulacağız. Ama Hakk’a nispet edebilirsek o zaman sorulmayacağız. Bütün sorular varlık sahibi olanlara sorulacaktır. Hükümet bile vergiyi kimlerden alıyor? Varlık sahiplerinden alıyor, yoksullardan hiç vergi alınıyor mu? Yok ki neyini alsın. Biz de gerek fiilleri, gerek sıfatları, gerekse vücutları kendimize bağlamış isek elbette sorulacağız. Bir kişi gerçekten bu varlıkların Hakk’ın varlığı olduğunu idrak etmişse hiç şüphe yok ki ona sorulmayacak. Soru ancak varlık sahiplerinedir.
Cenabı Allah ayeti kerimesinde (Velekad zera’na li cehenneme kesiran minel cinni vel insi) “Biz insan ve cinlerin bir çoğunu cehennem için halk ettik.” Bu cehennemlik olanların günahı ne idi? Ne suç işlediler ki Cenabı Allah bunları cehennemlik yarattı?
Bunların yaratılmasının hikmeti en başta bir zatı İlahi var idi, bu zatın kemal bulması için iki sıfata ihtiyaç duydu. Birisi Celal, birisi Cemal. Celalinden gelen kişilerin istidatları cehenlemlik, Cemalinden gelen kişilerin istidatları ise cennetliktir. Cehennemlik olanlar ancak cehennemde yaşayabilir. Eğer onları cehennemden ayırıp da cennete koysalar cennette yaşayamazlar. Çünkü Cenabı Allah onları cehennem hayatı ile zuhura getirdi.
Bu husus da Ehlullah bir misal veriyor. Cennetle cehennem yan yana bir ev olsa, cennetten iğne ucu kadar bir delik delip de, cennetin kokusu cehenneme gelse ,cehennem ehli hemen nara atar, aman Yarabbi şu deliği kapat yoksa bu koku bizi mahvedecek. Çünkü halkiyetleri, yaşama tarzları cehennem içindir. Bu cehennem azabı kimlere göredir? Cennetliklere göredir, cehennemliklere göre orada azap yoktur.
Ehlullah bu husus da bir misal vermiş: Tuvaletlerde, pisliklerde yaşayan kurtlar için, yaşadıkları yer bayram yeridir. Dışarıdan bakıldığında orası yaşanacak bir yer olmadığı gözlenir. Fakat o böcekleri pislikten çıkarıp gül yağlarının içerisine koysan derhal telef olurlar. Neden? Çünkü yaşantıları cehennem içindir. Onun için Allah hiç kimseye zulmetmez.
Biz bu mevzuda hep gayriyetle, ikilikle konuşuyoruz. birliğe girdiğimiz zaman da, kendisinden başka bir şey yaratmadığı, yaratılanlar da hep onun görüntüleri olduğu zaman neden azap olsun? Allah, kendinden başka bir şey mi var ki azap etsin? Bu azaplar celalinden tecellisidir, cemale göre azaptır. Celal ve cemal olması Allah’ın kendi zatının ihtiyacıdır. Öyleyse bizi de olgunlaştıracak bu iki esmadır. Bu iki esmaya mazhar olmazsak bizim de olgunluğumuz çiğ kalır. Bizim olgunluğumuz bu iki esmanın tecellisiyle olacaktır.
Cenabı Allah bir insanın çocukluğundan yaşlanana kadar bolluk ve zenginlik içerisinde ömrünü sürdürürse, bu insan kemalatı nasıl bulabilir? Böylece ömrünü sürdüren kişiye yoksulluk geldiği zaman feryadı koparır. Ama bazı zengin, bazı fakir, bazı sıhatli, bazı hasta olduğu zamanda, fakir olduğu zaman zenginliğin, hasta düştü mü sıhhatin kıymetini bilir. Bu alemde her şey zıddıyla kaimdir. Bir gece bir gündüz var. Hep gündüz hep gece olsaydı olur muydu? Kemalat iki zıddın tecellisiyle kaimdir.
Bir zamanlar bir Bektaşi dedesi yolda giderken, mayıs böcekleri vardır ya ,gelmiş bir tanesi dedenin yüzüne çarpmış, neredeyse gözüne vuracakmış, canı yanmış ve Allah’a demiş: Allah’ım, başka yaratacak mahluk bulamadın da bunu mu yarattın?
Bu münacattan kısa bir süre sonra vücudunda kaşıntı, uyuz peyda olmuş. Dede çaresini bir türlü bulamıyor, en nihayet birisine rastlamış. O kişi dedeye hani o mayıs böcekleri vardır ya onlardan birkaç tane topla, topladığın böcekleri tavada güzelce kavur, sertleşince havanda döverek ez, sonra hap yap birer birer yut demiş. Bizim dede söylenenleri aynen yapar kısa bir zaman sonra iyileşir.
İşte o zaman; Ey Allah’ım, demek bunun da yeri varmış, suç işlemişim diyor. Aradan bir müddet geçmiş, bir gün dede deniz yoluyla seyahate çıkmış. Denizin ortasına geldiklerinde dalgaya tutulup, herkes aman Allah’ım beni kurtar, karaya çıkar şu kadar kurban keseceğim, şunu yapacağım, bunu yapacağım gibi çeşitli vaatlerde bulunuyorlar. Dede ise içeride kendi keyfinde ve zevkinde; Dedenin bu halini gören yolculardan birisi kızarak, alem ölüyor, mahf oluyor, kayıklara taşınıyor sen ise hiç aldırış etmiyorsun? Bunun üzerine Dede, ben onun bir defa işine karıştım bana mayıs böceğini yedirdi, bir daha mı tövbeler tövbesi onun işine karışmam. Onun için Allah’ın işine karışmaya gelmez o böceği öyle yaratmasında bir hikmet vardır, der.