Copyright 2024 - MEKSAV

ARİFLER GÜL BAHÇESİ- I.Bölüm

Hasan ÖZLEM

YARABBİ BENİ AĞYARA SALDIRMA

Ey Allah'ım, beni yabancıların içinde bırakma ve beni ayrılık ateşiyle yandırma. Burada sözü geçen Bu'd: Uzaklık demektir. Yani, Allah'tan uzak kalmaktır. İnsan, ne zaman Allah'tan uzak kalır? Yabancıların içerisine düştüğü zaman. Peki, yabancılar kimdir? Madem ki yabancı kelimesi var, bir de ehiller var demektir.

Allah'a uzak olanlar yabancı sayılır. Allah'a yakın olanlar ise, ehillerdir. İşte Allah'tan uzak kalanlar yabancı olmuşlardır. Peki, bunlar nasıl Allah'tan uzak kalmışlardır? Cenabı Allah, Kur'an’ı Kerim'inde (Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verid) "Biz ona şah damarından daha yakınız" buyuruyor. Bu durumda insan, Allah'tan nasıl uzaklaşır? Allah çok yakın ama, biz insanlar, Allah'tan neden uzaklaşıyoruz? Allah'ın emirlerine yanaşmıyor, yasaklarından kaçınmıyoruz. Ne zaman bir güçlükle karşılaşsak, o zaman anıyoruz. Eğer, biz onun ehli olsaydık, her zaman anardık. Allah'ı her zaman anan bir kişi, Allah'a yakın olur.

Fehmi Efendi Hazretleri, işte bunun için yalvarıyor. Beni yabancılara saldırma. Beni onların içinde bırakma. Çünkü, o zaman senden ayrı düşerim. Devamında beni ayrılık ateşiyle yakma. İşte bu ateş, cehennem ateşinden daha beterdir.

     Mutad et kalbimi zikrinle daim

     Uyandır nevmi gaflete daldırma

Yani benim kalbimi öyle alıştır ki, kalbim seni durmadan ansın. Seni nasıl dilim kelam ediyorsa, kalbim de anmakla kelam etsin, konuşsun.

     Uyandır nevmi gaflete daldırma

Nevmi Gaflet: Gaflet uykusudur. Resulullah Efendimiz (Ennasu niyamun iza matü intebehü); "İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanacaklardır" buyuruyor. Fehmi Efendi Hazretleri de, beni gaflet uykusundan uyandır diyor. Peki, gaflet uykusundan nasıl ve neyle uyanma olur? Bu uykudan uyanmak için kalp, daima zakir olacak, durmadan Allah'ı zikredecek. O zaman kalp uyanır. Bir insanın kendisinin uyanmasına gelince, biz bir uykuya yatıyoruz, kendimizde değiliz, bilahare uyanıyoruz. Bu uykuyu ve uyanmayı kast etmiyor.

Bu uyku gaflet uykusu ki, bir kişinin Hak'tan ve hakikatten haberi yok, dünyaya getirilmiş, ama, nasıl hayvanlar, yalnız yemeleri, içmeleri ile mecbur ise, bir insan da yalnız yemesini, içmesini, yaşamasını, zevk ve sefasını düşünüyorsa, kendisini Yaradan'ı, niçin yaratılmış, nereden gelmiş, nereye gideceğini düşünmüyorsa, onun da hayvandan hiç bir farkı olmaz.

Bir insanın kalbi, zikre devam etmesi ile uyanır. Uyanması ile de, kendisini ve Rabbini anlamış olur. Çünkü, hadisde (İnnallahe la yenzüru ila suveriküm ve ecsamiküm bel yenzüru ila kulübiküm ve a'maliküm) "Allah insanların suret ve cismine bakmaz, amel ve kalplerine bakar." Onun için insanın kalbi uyanmış ise, o insan uyanmış demektir. Fehmi Efendi Hazretleri de Allah'tan bunu temenni ediyor.

     Özümü özünden olduğun bildir

     Sözümü sözünden olduğun bildir

     Emrazi averi gözümden kaldır

     Biri bir göreyim iki sandırma

Bunun için Resulullah Efendimiz buyurmuşlardır: (Men arafe nefsehu fekad arafe rabbehu) "Nefsini bilen Rabbini bilir." Bir insanın özü nedir? Nefsi nedir? Bir insanın nefsi özüdür, onun için insan özünü bildiği zaman Rabbini de bilmiş olacaktır. Nedir bizim özümüz? Bizde bir cevher var, bizi biz yapan odur. Biz bu cevhere ruh diyoruz. Onun için, benim ruhumu senin ruhundan olduğun bildir, diyor. Çünkü, Cenabı Allah Kur'an’ı Keriminde (Ve nefahtü fihi min ruhi) Adem'i halk ettim "Ona kendi ruhumdan ruh verdim." Biz onun evlatları değil miyiz? Biz de onun evlatlarıyız.

Nasıl Cenabı Allah Adem babamıza kendi ruhundan ruh verdi ise, bize dahi onun ruhundan ruh verdi. Fehmi Efendi Hazretleri, işte bunu niyaz ediyor. Ruhum senin ruhundan olduğunu bana bildir, diyor.

     Özümü özünden olduğun bildir

     Sözümü sözünden olduğun bildir

Çünkü, Cenabı Allah'ın bir sıfatı da kelamdır, konuşma sıfatıdır. Konuşma sıfatını ise, biz insanlara, emaneten verdi. İşte, bunu bana unutturma diyor.

     Emrazı averi gözümden kaldır

Nedir bu emrazı aver? Şaşılık ve tek gözlülük marazıdır. Şaşılık marazı ise: Tek olan varlığı iki görmeye denir. Nasıl zahirde şaşı gözlü insanlar vardır, onlar tek kişiyi daima iki görür. Eğer bir insan da Allah'ın varlığından başka bir varlık olmadığını bilirse, onun gözünden emrazi aver kalkmıştır. Yani, şaşılık marazı onun gözünden kalkmıştır. Fakat, bu şaşılık marazı var iken, daima tek varlığı iki görür. Hem kendinde varlık var, hem de Allah'ta var. İşte böyle bilenler, böyle görenlerin gözlerinde şaşılık marazı vardır. Fehmi Efendi Hazretleri de, bunu gözümden kaldır diyor.

     Biri bir göreyim iki sandırma

Bu dualar, duanın en hulasasıdır. En hasıdır. Bakın diğer dualarda Allah'tan sıhhat istenir, rızık istenir, cennet istenir. Burada ise, tam gerçeği istiyor.

     Biri bir göreyim iki sandırma

Biri iki sanan bir kişi, isterse cenette olsun, o yine cehennemdedir.

     Sehabı cehlimi kaldır aradan

     Nuri irfan ziya salsın her yandan

     Göreyim cemalin ben ben olmadan

     Gözümü serabı zille kaydırma

Benim cehalet bulutumu aradan kaldır. Nasıl bir bulut geldiği zaman, güneş görünmüyor. Güneş buluta girip görünmediği zaman da ne oluyor? Hava soğuyor, insan üşüyor. İşte, bu cehalet de bir buluttur. Nasıl bulut güneşin görünmesine engel oluyorsa, cehalet bulutu da bizlere hakikat güneşini göstermiyor.

     Nuri irfan ziya salsın her yandan

Nasıl bulut kalkınca güneş her tarafa ziyasını salıyorsa, bu cehalet bulutunu da benden kaldır, güneşin her tarafı aydınlattığı gibi irfaniyet nuru parlayınca, o kişiye her türlü gizlilikler aşikar olur.

     Göreyim cemalin ben ben olmadan

     Gözümü serabı zille kaydırma

Beni benliğimden çıkar. Ben, benliğimle seni göremem. Onun için Göreyim cemalin ben ben olmadan. Ben benliğimde durduğum müddetçe seni göremem. Onun için benim benliğimi ortadan kaldır da, ben ben olmadan seni göreyim.

     Gözümü serabı zille kaydırma

Serap, var gibi göründüğü halde, hakikatte olmayan bir şeydir. Bu kainat da bir seraptan ibarettir.

Nasıl yaz günleri sıcak bir havada, düz bir ovaya geldiğimiz zaman, gözümüze deniz gibi bir şeyler görünüyor, halbuki hiç bir şey yok. Sen ilerledikçe o deniz gibi görünen serap da ileriye gidiyor. Demek ki, hiçbir şey yok, ama sıcağın, hararetin şiddetinden var gibi görünüyor.

Cenabı Allah'ın nurunun çokluğundan, kemalatından bu alem seraptan ibarettir, veyahut bir gölge gibidir. Gölgenin vücudu var mıdır? Kendi başına bir iş yapabilir mi? Gölge güneşe engel olan cisme tabidir. Cisim hareket ederse, gölge de hareket eder, cisim durdu mu gölge de durur. Gölgenin hiç bir hükmü, hiç bir varlığı yoktur. Onun için, bu alem bir serap ve gölgeden ibarettir. Fehmi Efendi Hazretleri de bu sebeple, aleme, yani gölgeye gözümü kaydırma, gözüm bu alemi görmesin, gölgeyi görmesin, seni görsün diyor. Bunu demek istiyor.

     Badı seharı aşkını kalbimde

     Estir erisin ol şirki hafiye

     Şemsi hakikatın tığını saldır

     Açılsın marifet gülün soldurma

Bütün aşıklar badı sabayı methetmişlerdir. Badı saba: Sabah rüzgarı demektir. Sabahleyin gün doğmadan hafif, nefis bir rüzgar eser. Buna, badı saba derler. Ama Fehmi Efendi Hazretleri bu badı seherin, bir aşkı ilahi olduğunu anlamış. Çünkü, badı saba her ne kadar sabah rüzgarı ise de, bu ilahi bir aşktır.

Buradaki dua; ey Allah'ım aşkını bana ihsan et, bu seher rüzgarını bana estir.

Çünkü, insanın benliklerini eritecek ilahi aşktır. O rüzgarı ve ilahi aşkı bana estir, estir de bende olan gizli şirkler, şirki hafiler erisin diyor.

     Hakikat şemsinin tığını saldır

Nasıl ki güneş, ışınlarını hiç bir yeri ayırmadan her tarafa veriyorsa, bu ışınlar dünyada evlerin ne kadar pencereleri var ise, bu pencerelerden içeriye giriyor. İşte hakikat güneşinin tığını da bana daldır. Hakikat güneşinin tığı nedir? Tecellilerdir, Allah'ın görüntüleridir. Dünyada bu kadar görüntüler vardır. Bütün bu görüntüler, o hakikat güneşinin bir tığı olduğunu bana bildir. Bu tecellileri bana gayriden bildirme. Bütün görüntülerin senin görüntün olduğunu bana bildir.

     Açılsın marifet gülün soldurma

Eğer, bütün tecellilerin Hakk'ın tecellisi olduğunu bana açarsan, işte o zaman marifet gülü bende açmış olacaktır.

     Hadisi kudsinde kim buyurdun sen

     Sevdiğin kuluna hep verirsin sen

     Gözünden görmeye göz olursun sen

     Bu zümre kullardan beni ayırma

 

Bu bir kudsi hadisdir; (İza takarrabe abdi ileyye binnevafili hatta uhibbehu) "Bir kulum bana nafilelerle yaklaştığı zaman, ben o kulumu severim. Sevdiğim kulumun duymasına kulak, görmesine göz, konuşmasına dil, tutmasına el, yürümesine ayak ve tüm azayı cevarihi ben olurum." İşte bu beyitlerle bunu demek istiyor. Çünkü, "kudsi hadisin de sevdiğin kuluna hep verirsin sen" diyor.

Fakat burada sözü geçen nefafil nedir? Bütün alem bu nevafili, nafile ibadet olarak kabulleniyor. Hakikatte ise bu nevafil, nafile ibadet değildir. Nevafil, makamatı tevhitten bir makamın ismidir. Tevhidin o makamına kim ayak bastı ise, sen onlar için dedin, "Ben o kulumu severim." O makama vasıl olursa, o kul, Allah'ın sevgilisi olur. Allah'ın sevgilisi olduğu için de görmesine göz, duymasına kulak, konuşmasına dil, yürümesine ayak olur. Buradaki güzel sözlerin hikmeti, Cenabı Allah kulunu sevdiğinin nişanesi olarak nüzul ediyor, tenezzül ediyor, o kuluna kuvvet oluyor. Görmesine kuvvet, duymasına, tutmasına, yürümesine, konuşmasına kuvvet, velhasıl bütün azayı cevahiri sükun ve harekatına Allah kuvvet oluyor.

Şimdi bir insanın kulağı Hak'la işitirse, gözü Hak'la görürse, dili Hak'la konuşursa, eli Hak'la tutarsa, ayağı Hak'la yürüse, bu gibi kimsenin neden korkusu olur. Bu hallere bürünmüş bir kimse, Allah'ı kendisine vekil etti demektir. Duaların sonunda her zaman okuruz (Hasbünallahu ve ni'mel vekil ve ni'mel mevla ve ni'men nasir) Yani, biz hesabımıza Allah'ımızı vekil ediyoruz ve o bizim sevgilimizdir, yaradanımızdır. Dille bunu söylüyoruz. Bunu dille söylüyoruz ama, tahakkuku, nevafile erenler içindir. Bunları, Cenabı Allah nevafil sahiplerine hep bağışlamıştır. İşte bu zümre kullardan beni ayırma demesinin hikmeti budur. 

     Vaslına muhabbet nimettir bana

     Birliğe ulaşmak izzettir bana

     Hicabı cenneti sed çekme bana

     Huri gılman ile beni kandırma

Allah'ın en büyük nimeti nedir bilir misiniz? Allah'a kavuşmaktır. Allah'a kavuşmak, birliğe ulaşmak benim için bir nimettir. İnsan, Allah'a kavuştuğu zamanda birliğe ulaşmıştır. Birliğe ulaşan bir kimsenin benliğinden eser kalmaz. Onda, bir olan Allah tecelli eder. 

     Hicabı cenneti sed çekme bana

Bütün alemin çalışması cennet içindir. Ne yazık ki, cennet için ibadet edenlerin tümü yanılmışlardır. Çünkü, cennet Allah'la insanlar arasında bir perde olur. Ebediyyen Allah'a kavuşamazlar.

İşte, sen bu cenneti benim önüme set çekme. Cennette bizlere huriler, gılmanlar verilecek. Bunlarla da beni kandırma, diyor. 

     Mahvedip Fehmi'yi mahzı zat eyle

     Bekada baki kıl izzü cah eyle

     Cemalin keşfedip dilküşad eyle

     Hicr ile Berzahta beni durdurma.

Bir insanın mahzı zat olabilmesi için evvela yok olması lazımdır. Bir Aşık diyor ki: Aşık maşukunda yok olmayınca maşukunu sevmiş sayılamaz. Kim diyorsa ben Allah'ı seviyorum. Eğer Allah'ta yok olmamış ise, o kimse Allah'ı sevmiyor demektir.

Nasıl aşık maşukunda yok olmayınca maşukunu sevmiş sayılamıyorsa, maşukta aşıkta tecelli etmeyince aşık ifna olamaz, yok olamaz. Onun için diyor Fehmi Efendi Hazretleri sen beni mahv et, yok et. Ben kendiliğimden yok olamam. İnsan kendi kendini öldürebilir mi? Öldürebilmesi için intihar etmesi gerekir. Ama bunu da Cenabı Allah haram kılmış. Haramların en büyüğü kişinin intihar etmesidir. Cenabı Allah bir Azrail halk etmiş o herkesin ruhunu kabz ediyor. Fakat; Fehmi Efendi Hazretleri Azrail'e bırakmıyor. Sen benim canımı al, sen beni mahvet ki mahzı zat olayım, senin zatında gark olayım. 

     Bekada baki kıl izzücah eyle

Yani senin varlığında beni var et demektir. Berzahta her ne kadar durursam beni ayrılığınla tutma. Ben nasıl bu alemde seninle berabersem, Berzahta da seninle beraber olduğumu bana bildir. Orada da senden ayrı olmayayım. İşte "Hicr ile Berzahta beni durdurma" demesinin hikmeti budur. 

ALEM BAHANEDİR VARLIĞIN İÇİN

(Zeynep Hatun)

Bu okunan ilahinin bir yerinde Zeynep Hatun şöyle diyor:

     Hem göründün hem gizlendin her yerde

Allah her yerde görünür. Fakat ne kadar aşikar olsa, gözü olmayan göremez. Peki bu alem gözsüz müdür? Bu alemin gözleri yok mu? Niçin bazıları görüyor da bazıları göremiyor? O da hem göründün, hem gizlendin her yerde diyor. Herkeste göz var ama, Hakk'ı görmeyen göze, Cenabı Allah "kör" diyor. Nasıl Kur'an’ı Kerim'de buyuruyor: "Onları gözleri vardır, görmezler" Demek ki göz başka görmek başka. Nice insanlar vardır, gözlüdür fakat görmezler, kördür. Demek gören ayrı bir şey imiş. Yalnız bu görüş gözden oluyor, göz, görmeye bir vasıta oluyor. Bu baş gözlerimiz ancak bu eşyayı ve suretleri görür, gerçek manayı bu gözler göremez. Allah-u Teala Hazretleri hem suret, hem mana olduğu için, sureti gören gözler bu suretlerle görünenin Allah olduğunu bilmedikleri için görmüyorlar. Öyle ise gören ne imiş? Gören irfaniyet imiş. İrfaniyet ise, kişilerin kalp gözlerinin açılması olarak kabul ediliyor. Bir insanın kalp gözü açıksa, o gerçekleri görür. Baş gözü ancak suretleri görür. Bu kainat da zaten suret alemidir. İşte buna istinaden ayeti kerimede (Velehüm azanun layesmeune biha) Onların gözleri var görmezler, "kulakları var işitmezler" Bu suret olan kulak, başımızdadır. O halde bu kulaklar da bir surettir. Onun için bu kulaklar sadayı işitir, ancak sadanın manasını işitmezler, bu manayı işiten kalp kulağıdır.

Nasıl bu suret vücudumuzun gözleri, kulağı, dili var ise, kalbin de, aynı şekilde gözleri, kulakları ve dili vardır. Kalp gözü manaları görür. Çünkü Allah hem suret, hem de manadır. Bu vesileyle de mana olan gerçekleri kalp kulağı dinler, duyar anlar.

Hem gizlendin hem göründün her yerde, sözünün anlamı budur. Kalp gözleri kapalı olanlara gizlendi, kalp gözleri açık olanlara da göründü. İşte bu sözün hikmeti budur. Yine ilahisinin başka bir yerinde diyor ki;

     Kendi suretinde Adem yarattın

İlk bakışta Allah'ın insanlara, insanların da, Allah'a benzediği anlamı çıkıyorsa da, burada evvela suret nedir? onu bilmemiz lazımdır. Aşıklar, ehlullah, şeriata muhalif bir söz söylemezler. Resulullah Efendimiz bir hadisi şeriflerinde (Halakallahü ademe ala suretihi) buyuruyor. "Allahu Teala Adem'i kendi sureti üzerine halk etti." Burada da suret diyor. Biz suret deyince bir şekil anlıyoruz, esasında suret şekil demek değildir.

Biraz evvel de dedik ki Allah hem manadır, hem surettir. Allah'ın mana oluşu zatı itibariyledir. Fakat zatı da suretlenmeyince idraki mümkün değildir. Onun için Resulullah Efendimiz (La tefekkerü fi zatillahi tefekkerü fi alaillahi) "Siz Allah'ın zatını tefekkür etmeyin ancak, sıfatlarını tefekkür edin" buyuruyor. Buradan şu anlaşılıyor. Zatı, sıfatlarından ayrı değildir. Siz sıfatlarda zatı ilahiyeyi arayınız.

Bu konuyu bir misalle açıklayacak olursak; bir elma çekirdeğinin içersin de elmanın ağacı, kökü, dalları, budakları inkar edilebilir mi? Edilemez. Çünkü o çekirdeğin içersin de bunların hepsi var. Var olduğu görünmüyor, ama biliniyor. Bunun tecrübesini yapacak olursak, yetiştirici evvela çekirdeği toprağın içerisine atar. Isıyı, suyu ,havayı verir. Bu durumda çekirdek filizlenir, sonra o filizler ağaç olur ve elmasını vermeye başlar. Bu misalden o çekirdeğin içerisinde elma ağacının mevcut olduğunu ilmen anlayabiliriz.

Burada vermiş olduğumuz misalden anlaşılacağı üzere, Allah-u Teala Hazretleri zatı itibariyle bir çekirdek gibidir. Sıfatlanması halinde suretlenmiş olur. Allah'ın varlığı da bu şekilde anlaşılmış olur.

Nasıl o çekirdek, filizlenip büyüyünce ağaç oldu. Kendi meyvesini gösterdi ise, Cenabı Allah da zatını hayatıyla izhar edip açığa çıkardı. Ayrıca ilmiyle, duymasıyla, görmesiyle, iradesiyle, kudretiyle, kelamıyla zatını açıklamış oluyor. İşte Allah Adem'i kendi sureti üzere halk etti, denilmesinin manası budur. Suret sıfatlar demektir. Biraz önce dedik, Allah hem surettir, hem manadır. Zatı itibariyle manadır, sıfatları itibariyle de surettir.

İşte Allah'ın sıfatları bu saymış olduğumuz sıfatlardır. Bu sıfatlar nerededir? Eğer biz Allah'ın bu sıfatlarını arayacak olursak nerede bulabiliriz? Ancak insanlarda bulabiliriz. Bundan dolayı Mısri Niyazi Efendi Hazretleri bir nutkunda diyor: 

      Hakkı istersen yürü insana bak

      Şemsi zat yüzünde Rahşan eylemiş 

Cenabı Allah kendi suretini Adem'de tecelli ettiriyor. Adem'e emanet olarak veriyor. Fakat, insan bu emanetin kendine verildiğini cehaletinden dolayı bilemiyor ve kendi malı gibi kullanıyor. Sonra da zalim ve cahillerden oluyor. Eğer bu sıfatları Cenabı Allah'ın kendisine emanet olarak verdiğini bilseydi, o emaneti iyi muhafaza eder ve emanete ihanet etmezdi. Nasıl ki bir insan arkadaşına bir emanet verir, arkadaşı da o emaneti canı gibi muhafaza eder, çünkü emanettir. Arkadaşı gelip o emaneti isteyecek. Fakat sen o emaneti kendi malın gibi kullanmış isen, arkadaşın sana kırılır, gücenir. Sen de emanete ihanet etmiş sayılırsın.

Demek ki kendi suretinde adem yarattın, denilmesindeki hikmet, Cenabı Allah'ın insanları kendi sıfatlarıyla halk etmesinden dolayı olmuş oluyor.

Bir insanın insan oluşu, bu sıfatlarladır. Muhiddin-i Arabi Hazretleri insana neden insan ve halife denildi? diyor. Cenabı Allah'ın tüm varlıklarını inhisar altına aldığından dolayı diyor. Demek ki Allah'ın mevcut olan varlığı sayılan, sübut olan bu sıfatlarıdır. İnsanı insan yapan, bu sıfatlardır. İşte bu suret üzerine Cenabı Allah insanları halk etmiş oluyor. Bunları bilip anlayan, idrak eden bir kimse gerçekleri anlamış olur. Fakat kendisinde mevcut olan bu varlıkların Hakk'ın olduğunu bilmeyip de kendisinin olduğunu zanneden kimselere yarın bunun hesabı sorulacaktır. Çünkü Cenabı Allah bizlere soruyu, verdiği varlıklardan dolayı soracaktır.

Mevlana Hazretleri namazı tarif ederken, kişi kıbleye doğru durur, ellerini kaldırır Allah-u ekber der, ellerini bağlar sonra Sübhanekeyi okur. Euzü Besmele çeker, Fatiha’yı Şerifi ve zammı sureyi okur. Buna rağmen Cenabı Allah yine sorar: Ey kulum sen şimdi bu okumayı bırak da ,ben sana el verdim, ayak verdim, göz kulak verdim, dil verdim sen bu verilenleri hangi şekillerde sarf ettin, haber ver deyince kul düşünür, düşünür, bir cevap veremez. Soru cevapsız kalır ve hemen rükuya eğilir, Allah'ı tespih etmeye başlar. Sübhane Rabbiyel Aziym der. Yine Allahu Zülcelal Hazretleri, ey kulum ben senden bunu istemiyorum, sana verdiklerimi nereye sarf ettin. Senden bunun cevabını istiyorum. Kul yine aciz kalır yere kapanarak secdeye varır ve Allah'ı tespih etmeye başlar. Sübhane Rabbiyel Ala, sen en yükseksin Yarabbi der. Ey kulum anlıyorum, sen beni övüyorsun, ululuyorsun, ama ben senden bunu istemiyorum. Secdeden kalk otur ve biraz düşün! Tahiyyata oturuyoruz. Oturmak zaten farzdır. Ettehiyyatü'yü okumak vacibdir. Ne deniliyor, bir teşehhüt miktarı oturmak  namazın şartlarından birisidir. Teşehhüd. Kelimei Şehadeti söylemektir.

Kıyam: ayakta durmak, okumak, rüku, secde, kadeyi ulada teşehhüt miktarı oturmak, bunlar namazın farzlarıdır. Onun için bir miktar oturmaya müsaade ediyor. Fakat yine de verdiklerini nereye sarf ettiğini bulamayınca başını sağ tarafa çevirir, orada melekleri, peygamberleri görür, onlardan yardım talep eder. Ey melekler ve peygamberler ben sizin tümünüze inanmıştım, şimdi benim halimi görüyorsunuz, Rabbimle baş başa kaldım. Sorduklarına da cevap veremiyorum, ne olursunuz bana yardım ediniz der. Melekler ve peygamberler derler ki; Biz Allah'la kul arasına giremiyoruz, senin ne derdin var ise Allah ile gör. Bu defa başını sol tarafa çevirir, orada da en yakınlarını görür ve yakınlarından yardım ister, onlar da biz Allah'la kul arasına giremeyiz, artık sen Rabbine dua et, Rabbinden başka sana yardım edecek yoktur derler. O zaman ellerini havaya kaldırır, gözlerini semaya diker. Ey Allah'ım işim sana kaldı, halimi ancak sen bilirsin der.

Burada bu mevzuları anlatırken, sakın yanlış anlaşılmasın, biz namazı, ibadeti inkar etmiş değiliz. İbadetin hakiki manasını anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa, Allah'ın kulunun yapacağı ibadete ihtiyacı yoktur. Biz ibadetimizi yapalım, velakin bizde olan varlıkların emanet olduğunu unutmayalım. Eğer bir insan kendisini ve Rabbini anlamış olsaydı, bu sorulara muhatap kalmazdı. Rabbimiz bizden bunu istiyor. Onu tevhit edelim ve bilelim. Onun için, yapmış olduğumuz ibadetler bizlere bu hakikatları anlatmaya çalışıyor. İbadetimizi yapacağız. Çünkü kulluğumuzun icabı budur. Fakat yalnız ibadet yapmakla kalmayıp, kendimiz ve Rabbimizi öğrenmeye çalışacağız. Bir insan Rabbini öğrendiği zaman da Cenabı Allah o kişiye sual sormayacaktır. Çünkü o kul, elinden işleyen, gözünden gören, ayağından yürüyen, dilinden konuşan, kulağından işiten Allah olduğunu idrak etmiştir. İşte böyle kimselere soru sorulmayacaktır.

Madem ki hal böyledir, öyleyse bu alemde yaşıyorken Cenabı Allah insana son nefese kadar fırsat vermiştir. Bu fırsatı değerlendirmek gerekir. Cenabı Allah, mukaddes kitabı Kur'an’ı Kerim'inde (Ve tübü ilallahi tevbeten nesuha) Tövbe kapıları kapanmazdan önce tövbeye koşunuz buyurmaktadır. Çünkü Allah'ın bir ismi de Tevvabtır. Tevvabur Rahiym: Tövbeleri kabul eden demektir. Yani, günahları tövbe ile bağışlayan demektir. İşte biz de tövbe kapıları kapanmadan hemen tövbeye koşalım, kendimize bağlamış olduğumuz varlıklara tövbe edelim. O zaman Allah'ın affına mazhar oluruz. Yoksa sen Allah'ın varlığıyla Allah'a şirk koş, ortakçı ol yine, tövbe et Allah böylelerin tövbesini kabul etmez.

İnsan ölüm yatağına düşüp öleceğini anlayıp da tövbe ederse, işte bu anda edeceği tövbe artık kabul olmaz. O andan itibaren tövbe kapıları kapanmıştır.

Demek ki bir insan sağ salim iken, ölüm yatağına düşmeden varlık sahibini anlaması lazımdır. Varlık sahibi Allah iken, insan da ikinci bir varlık sahibi olursa tövbe etmiş sayılamaz. Cenabı Allah Kur'anı Kerim'inde; (Tevbeten nasuha) "Siz nasuh tövbesi yapınız" buyuruyor. Nasuh: Yapılan hatalardan vazgeçmektir.

Mevlana Hazretleri, bu nasuh tövbesini şöyle anlatıyor: Zamanın birinde Nasuh isminde birisi kendini kadın suretinde gösterip, hanımların tellaklığını yapıyor. Epey bir zaman bu görevini devam ettirir, bu vazifenin devamında bir gün, bir vezirin kızı hamamda yüzüğünü kaybediyor. Tabi kız vezir kızı, yüzük kıymetli inciden. Hamamcıya haber veriliyor. Vezirin kızı hamamda yüzüğünü kaybetmiş, hemen hamamın kapıları kilitleniyor. Tabi herkes sırayla aranacak. Kadınları sıradan anadan doğma aramaya başlıyorlar. Bu anda Nasuh'tan ter boşanmaya başlıyor, sıra kendisine yaklaştıkça korku ve heyecan haddini buluyor ve sıra Nasuh'a gelmeden bir önceki kadında yüzük bulunuyor. Böylece Nasuh'un sırrı meydana çıkmadan kurtulmuş oluyor. Ama ondan sonra da tövbe ediyor. Artık bir daha böyle bir şeye teşebbüs eder mi? Etmez. İşte bir kimse de Allah'ın varlığıyla var olmuş, haberi yok. Fakat ne zaman kontrolden geçiyor, anlıyor ki kendisi hata etmiş ve bu hatasından tövbe ediyor. Fiiline tövbe ediyor, sıfatlarına tövbe ediyor, vücuduna tövbe ediyor. Yani eski zan ve bilişlerini nesh ediyor, onları kaldırıyor. İşte bu tövbe kabul olunur.

ALİ İMRAN SURESİ

Okunan Kur'an-ı Kerimde Cenabı Hak Teala Hazretleri, kendisinin, yerlerin ve göklerin maliki yani sahibi olduğunu açıklamaktadır. Bu ayeti kerimede buyruluyor. (İnne fi halkıssemavati vel'ardı vahtilafil leyli vennehari leayatin liulil elbab) "Yerlerin ve göklerin halk edilmesi, gece ve gündüzün ihtilafında akıl sahipleri için ibretler vardır." Yani, Cenabı Hakk'ın yerleri ve gökleri halk etmesindeki hikmetlerinin ne olduğunu, akıl sahipleri düşünürler.

Buradaki (Liulil elbab) sözlerini büyük müfessirler, akıl sahipleri diye bildirmişler ise de, Muhiddin-i Arabi Hazretlerine göre (Liuli elbab) "Kalp sahipleri" olarak açıklanmaktadır. Şimdi, ister akıl sahipleri olsun, isterse kalp sahipleri olsun bakalım akıl sahipleri nasıl düşünürler? Kalp sahipleri nasıl düşünürler? Bu mevzuyu biraz inceleyelim.

Akıl daima maddeyi düşünür ve hududludur. Akıl manayı düşünemez. Çünkü, mana aklın ardındadır. Hani Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimizi Mirac'a çıkarırken, kendisinin öz bir makamı var idi. Cebrail Aleyhisselam oraya gelince. 

     Bunda hatmoldu benim seyrangahım
     Maverasından dahi yok agahım 

Buyurdular. Yani, demek istiyor ki, benim durağım buraya kadardır, ben buradan ileriye bir zerre adım atamam.

Maverasından dahi yok agahım, yani, onun ötesinden benim haberim yoktur demektir. Çünkü, akıl hududludur. Hududunu geçemez. Maneviyat ise, aklın ötesinde olduğu için, akıl sahipleri bu ayeti kerimeyi şöyle düşünürler.

Yağmur, bizlere yukarıdan yani göklerden iniyor. Yerler de bizim rızkımızı bitiriyor. Eğer yukarıdan Cenabı Allah yağmurunu inzal etmese idi, yeryüzü bizlere rızık bitirmezdi. Görüldüğü gibi gökler, yağmurunu inzal ediyor. Yerler, bizim rızkımızı bitiriyor. Böylece rızık temin edilmiş oluyor, diye düşünür. Hatta insanlar ve bütün mahlukat, rızıklarını gökler ve yerlerden temin eder.

Gece ve gündüzün halk olunup da, birbiri arasındaki uzayıp kısalmasındaki hikmet, bu gece gündüz, niçin halk olunmuş, akıl sahipleri bunları dahi düşünürler.

Gündüzler, çalışıp maişetimizi temin etmek için halk olunmuştur .Gecenin halk olunması da istirahatımızı temin etmek içindir.

Peki, bu hikmetleri kalp sahipleri nasıl düşünürler? Burada maneviyatı idrak eden kalptir. Kalp, yerlerin ve göklerin halk olunmasının tefekkürüne daldığı zaman da; Yine Kur'an-ı Kerim' göz atarız. Resulullah Efendimize hitaben söylenmiş başka bir ayeti kerimede buyruluyor. (Yes'elühü men fissemavati vel ard külle yevmin hüve fi şe'n) Fakat burada Peygamber Efendimizin ismi şerifleri geçmiyor. Öyle ise, Kur'an-ı Kerim yalnız Peygamber Efendimize inzal olunmuş değildir. Bu hitap bütün insanlaradır.

Ayeti Kerimenin anlamı, "Gökler ve yerlerdekiler onu sorarlarsa (de ki:) Rabbim her an bir görüntüdedir." Akıl sahibi olanlar ,bu göklerin ve yerlerin halkiyetini düşündükleri zaman göklerin ve yerlerin Allah'ın bir görüntüsü olduğunu idrak ederler. Gece ve gündüzün ihtilafını da düşünürler. Her ne kadar bunlar, gece ve gündüz olarak isimlendirilmiş olsalar dahi, nasıl her şeyin zahir ve batın anlamları varsa, buradaki gece ve gündüzün de batın anlamları vardır. Bunlardan birisi kesrete, birisi vahdete işarettir.

İnsan, bunu aklen de düşünür, gece hali bastığı zaman hiç bir canlı kalmıyor, her birisi yuvasına girip istirahatına çekiliyor. Kim kalıyor? Bir zatullah kalıyor. Allah'ın zatından başka bir mevcut kalmıyor. Her birisi, kendi yuvasına girip istirahatına bakıyor. Bütün alem burada, yani gecede gizlenmiş, bir zatı ilahiye kalmış oluyor.

Kalp sahiplerinin gece ve gündüzden çıkarmış oldukları mana, gece vahdete, birliğe işarettir. Gündüz dahi kalabalığa, yani kesrete işarettir.

Sabah olunca, kurt, kuş, insanlar yuvasından çıkıp her biri kendi maişetini temin etmek için, bir çabaya geçiyor, çalışmaya geçiyor. İşte hakikatte gece ve gündüzün getirdiği mana bu olmuş oluyor. Bundan sonra ayeti kerime devam ediyor. (Ellezine yezkürunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cunubihim) Burada bir kelime geçiyor. Ellezine, yani şol kimseler kimdir? Onlar daha önce sözü geçen, akıl ve kalp sahipleridir. "Akıl ve kalp sahipleri olanlar, Allah'ı ayakta iken zikrederler. Oturdukların da da zikrederler, yattıkları zaman dahi zikrederler." Bir insan, bu üç halden başka bir hale geçemez.

İnsan, ya ayakta olur, yani yürür vaziyette olur. Ya oturur vaziyette olur, ya da yatar vaziyette olur. İşte, bu üç halde dahi Allah'ı hatırlıyor, anıyor, zikrediyor. İşte bunlara, kalp sahibi olarak hitap olunuyor. Mevlüt sahibi Süleyman Çelebi Hazretleri ilhamını bu ayeti kerimeden almış ve demiştir: 

     Her nefeste Allah adın de müdam
     Allah adıyla olur her iş tamam 

Bir insan her nefes Allah'ı zikrediyorsa, o kimse akıl ve kalp sahibidir. Akıl ve kalp sahibi olan bir kimsenin, her nefes zikre sahip olabilmesi nasıl olur? Bu bir sebebledir. Sebepsiz, mümkün değildir. Başka bir ayeti kerimede buyruluyor. (Fes'elu ehlezzikri in küntüm la ta'lemun) "Siz zikrullahı bilmiyorsanız ehlinden sorunuz. Yani bu kalbi zikrin nasıl olduğunu bilmiyorsanız, ehlini bulup ehlinden sorunuz" demektir.

Yine bir başka ayeti kerimede buyruluyor: (Vebtegu ileyhil vesilete...) "Ey iman edenler Allah'a yakın olmak istiyorsanız, bir vesile arayınız ve bu vesileyi aramakta çok cehd ediniz ki, felah bulasınız. Yani, kurtuluşa eresiniz."

Şu halde, böyle iman etmiş kimseler iman ettiği halde, Allah'tan korkmuyor ve Allah'a yaklaşabilmesini ümit etmiyor, yaklaşmaya da teşebbüs etmiyor. Eğer inanmış bir kimse Allah'tan korkuyorsa ve Allah'a yaklaşmak istiyorsa, veyahut, ben Allah'a iman ettim, Allah'tan korkuyorum, bu korkmamdan dolayı da yakınım diyorsa, o zaman işte bu ayeti kerimenin inzal olmasına sebep olmuş olur.

Mademki ayeti kerime iman edenlere bu buyrukta bulunuyor, öyle ise, biz iman ettiğimiz halde düşünelim, bakalım Allah'tan korkuyor muyuz ve Allah'a yakın olabiliyor muyuz?

Herkesin, kendini bilmiş olduğuna dair Kur'an-ı Kerimde işaretler vardır. (Küllümriin bima kesebe rahinun) "Herkes kendi halini görücü ve bilicidir." Şu halde herkes, kendisine dikkat etsin. Kendisinin, ne karakterde olduğunu insan bilmez mi? Elbette bilir. Öyle ise, biz iman ettiğimiz halde niçin bu ayeti kerime inzal olmuş? İşte burada imanlar kısım kısımdır.

Yine başka bir ayeti kerimede buyruluyor (İnnemel mü'minün ellezine iza zükirallahu vecilet kulubühüm ve ize tulüyet aleyhim ayatühü zadethüm imanen ve ala Rabbihim yetevekkelun ellezine yukimünessalata ve mimma razaknahum yünfikun) "Allah'a iman edenlerin, kim Allah'a iman etmiş ise, Allah zikredildiğinde onların kalpleri titrer. Onlara bir ayet okunsa imanları artar. İşte bunlar namazlarını kılanlar ve rızıklandırdığımızdan verenlerdir."

Burada bize bir işaret var. Biz, eğer Allah'ı zikrediyorsak kalbimizi kontrol altına alalım, bakalım kalbimizde titreme oluyor mu? Haydi diyelim kalbimizde titreme olmuyor, şimdi de bakalım, bir ayet okunduğu zaman, imanımızın arttığını görebiliyor muyuz?

Bu kadar Kur'an-ı Kerim ayetleri dinliyoruz, imanımızın artıp artmadığına bir göz atalım. Eğer imanımızda bir artma olmuyorsa, biz okunan ayetlere uygun olamıyoruz demektir. Şimdi daha evvel bıraktığımız yere dönelim.

Akıl ve kalp sahipleri kimler imiş? Onlar Allah'ı her nefes zikredenler, aynı zamanda zikri ehlinden sormuş ve öğrenmiş kimselerdir. Böyle kimseler bir ayet okunduğunda, imanlarının fazlalaştığını müşahade ederler.

Bu sebepten dolayı, vesile ayeti bu şekilde iman edenler için değildir. İmanların, kısım kısım olduğunu biraz evvel söylemiştik. Bu imanlar, İmanı Taklidi, İmanı İstidlali ve İmanı Tahkiki dir. Kur'an-ı Kerim'de geçen bu hitap ise, taklit iman sahiplerinedir. O kimseler taklit olarak iman etmişlerdir.

Taklit iman sahibi olanların imanının istidlali ve tahkiki olabilmesi için bir vesile aramaları gerektiğini Cenabı Hak Teala Hazretleri bizlere şu ayeti kerime ile beyan etmektedir. (Vebtegu ileyhil vesilete ve cahidü fisebilihi) Böyle taklit imana sahip kimseler, zikri öğretenin ehlini arar, bulur ve zikri daimle kalbinin titrediğini müşahade eder. Bir ayet okunduğu zaman da onların imanları artar.

Ayet, yalnız Kur'an-ı Kerim'de yazılmış olan ayetler anlamında değildir. Ayet: Allah'ın varlığını gösteren delillere de denilmektedir.

Başka bir ayeti kerimede (Senurihim ayatina fil afaki ve fi enfüsihim hatta yetebeyyene lehüm ennehul hakku) "Biz onlara nefislerinde ve afakta ayetlerimizi göstereceğiz, taki onlara Hak belirsin için." İşte böylece ehli zikri bulan ve ona bağlanan bir kimseye bu zikri daimle Allah'ın ayetleri gösterilecektir.

Allah'ın ayetleri, en evvela sıfatlarıdır. Sıfat neye deniliyor? Latif olan bir varlığın, kesafetle görünmesine deniliyor.

Cenabı Hak Teala Hazretleri zatı itibariyle latifdir. Bu suret gözüyle letafeti görmek imkansızdır.

Demek ki Cenabı Hak, latif olan zatını sıfatlarıyla belirtmiş oluyor. Bir insan Allah'ı düşündüğü zaman evvela Allah'ın niteliklerini görmesi lazımdır ki bunlara da sıfat denilmektedir. Cenabı Hak zatını sıfatlarıyla zahir etmiştir. Bu sıfatlardan sonra isimler, isimlerden sonra da fiiller, yani işler meydana gelmiştir. En son gelen, bizlere en evvela görünmektedir.

Demek ki, bir ehli zikir bulup onun maiyetine girerek tarif edildiği şekilde zikrini eda eden ve zikir sayesinde kalbini uyandıran salike bu ayetler okunmaya başlar. Sonra, bütün fiillerin Allah'ın olduğu bildirilir. İşte, böyle bir kişinin imanında elbette bir artış olur.

Buraya kadar Rabbine taklit ile inanmıştı, fiillerden hiç haberi yoktu. Bu fiillerin Allah'ın olduğu kendisine bildirildiği zaman, imanında bir artış olur ve bundan sonra sıfatları da bildirilir yine imanı artar.

Meratibi tevhit kendisine talim edildi mi, imanı olgunlaşmış olur. Camilerde vaaz, eden vaizlerimizi dinlediğimiz zaman, vaazlarının sonlarında "Cenabı Hak son nefeste cümlemizi İmanı Kamilden ayırmasın" diye dua ederler. Bu sebepten Resulullah Efendimiz bir hadislerinde; "Eğer imanlar vezne konulsaydı, yani tartıya konulsaydı Hz. Ebu Bekir'in imanı en ağır gelirdi." diyor. Demek ki, o zamanlar Hz.Ebu Bekir bütün Arablardan yaşlı olduğundan, meratibi tevhidi en evvela tahsil etmiş olduğu anlaşılıyor.

Bu vesile ile, kainat ve içinde görünenlerin her birisi Allah'ın birer ayetidir. Bu ayetlerin en büyüğü ise, insandır. Hayvanlar da, bitkiler de, birer ayettir. Velhasıl, gözümüz ne suretler görüyorsa görsün, bunların hepsi de Hakk'ın ayetlerinden başka bir şey değildir.

Bu hususu, Mısri Niyazi Efendi Hazretleri bir nutkunda bizlere açıklıyor. 

     Hep kitabı Haktır eşya sandığın
     Ol okur kim seyri evtan eylemiş 

Biz, bu görmüş olduklarımıza, eşya diyoruz. Eşya: Şey'in cemidir. Yani, bütün şeylerin cemine eşya diyoruz. Bu gördüğümüz eşyalar, Hakk'ın birer kitabıdır. Bu kitabı kimler okurmuş? Seyri evtan eyleyen, seyri meratip görenler, Meratibi Tevhidi müşahade edenler bu eşyaların birer ayet olduğunu görürler ve okurlar. Gözü açık olan kimseler, eşyalara baktıkları zaman eşyaların bir suretten ibaret olduğunu ve içindeki manayı müşahade ederler. Onun için Resulullah Efendimiz Allah'a münacatında (Ya rabbi, erinil eşyae kemahiye) "Yarabbi eşyanın hakikatini bana bildir" diyorlar.

Bu eşya sen misin, senin gayrin midir? diye Allah'a yalvarıyor. Fakat, Cenabı Allah Peygamberimize ne haberler verdiyse, bizim ondan malumatımız yok.

Resulullah Efendimiz böyle bir münacatta bulunduğuna göre, bu, biz ümmetlerine bir ihbar ve ihtardır. Resulullah Efendimize gizli bir şey yoktur. Hatta ve hatta bütün Peygamberler masumdur, günahtan beridir. Onlar tertemizdir. Hal böyle iken Fetih Suresi'nde (Liyağfira lekallahü ma tekaddeme min zenbike vema teahhara) Bakın burada Resulullah Efendimizden bahseden bir söz yok. Biraz önce dedik ki, peygamberler masumdur, günahsızdır. Öyleyse, bu ayeti kerime ne diye onun hakkında nazil olsun.

Görüldüğü gibi madem günahsız olarak yaratıldı, O'nun nesi var af olunacak? Öyle ise biraz evvelki ayeti kerime sadece Hz.Peygamber Efendimize ait değil, bütün insanlara şamildir. Burada hitap, zahirde her ne kadar Peygamber Efendimize ise de, batında bütün insanlaradır.

Muhiddin-i Arabi Hazretleri o kadar mert ki, yalnız ümmeti Muhammede bu tebligatı yapmıyor, bütün insanlara yapıyor. Çünkü, Cenabı Hak Rabbiul Müslimin değildir, Rabbül alemindir. Bürün alemlerin Rabbı'dır. Ve bütün alemleri kendi sevgisinden halk etmiştir. Kendi sevgisinden yarattığı bir yaratığa niçin demesin? senin geçmişte ve gelecekteki bütün günahlarını affettim. Biz yeter ki kendimizi ve Rabbimizi bilmiş olalım. Kendisini ve Rabbini bilen bir kimse, bu ayete mazhar olmuş olacaktır. Bundan sonra bizim yapabileceğimiz ,kendimizi okumaktır.

Biz bu aleme niçin geldik? Cenabı Hak Teala Hazretlerinin bizleri yaratmaktaki muradı nedir? Çünkü, Cenabı Allah'ın her emrinde, her yarattığında bir hikmet vardır. Şimdi Cenabı Allah'ın be alemi yaratmasındaki hikmete bir göz atalım.

Cenabı Allah, Kur'an-ı Keriminde (Hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun) "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyurmaktadır.

Kur'an-ı Kerimi anlayabilmek için okuyalım. Mezarlarda ölülere okunsun ve bundan maddi bir kazanç temin edilsin diye okumayalım. Kur'an-ı Kerim'i okuduğumuz zaman, basiret gözlerimizi açmamız lazımdır. Eğer Kur'an-ı anlayarak okumuş olsaydık, biz insanların niçin yaratıldığını haber vermekte olduğunu anlardık.

Bir ayeti kerimede buyruluyor (Vema halaktul cinne vel inse illa liya'büdün) "Biz insan ve cinleri başıboş gezmeleri için halk etmedik, ancak bize ibadet etsinler diye halk ettik." İbni Abbas'tan gelen rivayete göre, Ashabı Kiram anlayamadıkları manaları Resulullah Efendimize soruyorlardı. Yine bir keresinde, Ya Resulallah, ibadetten murat nedir? diye sordukları zaman da İbadet: Allah'ı tevhit etmek ve Allah'ı bilmektir buyurdular.

Demek ki, Cenabı Allah'ın bu kainatı yaratmasındaki hikmet, onu bilelim ve bir olduğunu tanıyalım içindir. Peki, biz bunu nasıl bilebiliriz? Bilemediğimiz mevzuları bir bilene sorarak öğrenebiliriz...Cenabı Allah, bizleri kendisini bilmemiz ve tevhit etmemiz için yaratmış. Fakat, burada tevhidin ne olduğunu da bilmemiz gerekir. Bir zahir ulemasına soracak olursak, bize, Tevhid: La ilahe illallahtır diyecek. Bu ise, tevhidin kelimesidir.

Bir insan, yalnız surette kalırsa böyle kimselere suret ehli denir.

Resulullah Efendimizin buyurdukları bir hadisi şerifleri var: "Bir evde suret olursa,o evde namaz kılınmaz." Halbuki, her ne kadar bize bu suret evleri kast ediliyorsa da, hakikatte bizim evimiz kalbimizdir. Biz kalp evlerimizde, suret bulundurmayacağız, yani bir ibadetin yalnız suretinde kalmayacağız. Bakın bu söylediğimiz La İlahe İllallah kelimei tevhidi nasıl bir suret ise, bizim kıldığımız namazlar da bir surettir, tuttuğumuz oruçlar da bir surettir. Eğer bunların hakikat yönlerini bilmiyorsak, biz yalnız sureti takip ediyoruz demektir. Aynı zamanda kalp evlerimizi putlarla, suretlerle doldurmuş oluruz.

Nasıl Peygamber Efendimiz, Mekke'de dünyaya gelip de kendisine Nübüvvet verildiğinde Kabe'deki putları kırdı ise, biz de kalp evimizdeki putları, aynı şekilde kırmaya safu gayret sarf etmemiz gerekir. Put: Suret demektir. Suret ise, cansızdır. Şimdi yine geriye dönüyoruz.

Hak Teala Hazretleri bir ayeti kerimesinde, yine inanmış kimseleri dirilmeye davet ediyor. (Ya eyyühellezine amenustecibu lillahi velirrasuli iza deaküm lima yuhyiküm) "Allah ve Rasulü, sizi dirilmeye davet ettiğinde icabet ediniz" diyor.

Peki, bu nasıl oluyor? Böyle kimseler hem iman etmişler, hem de dirilmemişler. Biraz evvel, imanları kısım kısım ayırmıştık. Taklit iman sahipleri, Allah'a suret olarak inanmışlar. Böyle iman edenler de Allah'ın emirlerine icabet etti, oruç tuttu, namazını kıldı, ama orucun da, namazın da yalnız suretini yaptı. Onun için Mısri   Niyazi Efendi Hazretleri bir yerde diyor. 

Dil müslümanının şahidi zordur 

Eğer bir kimsenin Müslümanlığı yalnız dilinde ise, bunu ispat edemez. İspat edebilmesi için, bu suretin mana cihetine geçmesi lazımdır. Resulullah Efendimizin "evlerinizde suret bulundurmayın" demesinin hikmeti, ibadetimizin surette kalmaması içindir. Surette kalırsa ibadet cansız olur.

Bizim resmimizi bir kağıt üzerine çizdiklerinde veya fotoğrafımızı çektikleri zaman, şeklimiz kağıda aynen çıkıyor. Fakat bu suretin bir harekatı, bir canı var mıdır? Yoktur. İşte, biz de yaptığımız ibadetin maneviyatını bilmezsek, o ibadet, bir suretten ibaret olur ve cansız olur.

Böyle ibadet edenleri ayeti kerime dirilmeye davet ediyor. Peki, böyle kimseler nasıl dirilecek? Cenabı Hakk'ın ve Resulünün davetine icabet ederse, o ilimde dirilecektir. Ve onu kendisine okutacaklar, öğretecekler.

Bir insanın, Allah'ı bilmesi için önce kendisini bilmesi lazımdır. Bir insan kendini bilmeyince, Rabbini hiç bir zaman bilemez. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Hak Teala Hazretleri bizlere bizden daha yakın olduğunu bildiriyor. (Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verid) "Biz ona şah damarından daha yakınız." Velakin, bu ayeti anlayabilmemiz için, Allah'ı tevhit etmemiz lazımdır. La İlahe İllallah tevhittir ama, bu tevhidin kelimesidir. Bu sözleri söylediğimiz zaman ne anlıyoruz? La İlahe: İlah yok demektir. Böyle demekle şimdi hangi ilahı, hangi Tanrı'yı yok ettik? Önceden mevhumda, görünmezlikte bir Allah kabul ediyorduk.

Allah bu kainatı halk etti ve kendisi bu kainatın içerisinde kayboldu. Böyle bilinirse, gene biraz insaflıca olmuş olur. Fakat bazı kimseler diyor. Allah bu kainatı halk etti ve kendisini çekti, bir yerde oturdu, melekleriyle hizmetlerini yaptırıyor. Böyle bilenler de var. Kim Allah'ı böyle biliyorsa, böyle bir Allah yoktur. Mevhumda aramayın, eğer mevhumda bir Allah arıyorsanız öyle bir Allah yoktur.

La İlahe, bir inkardır, ilah yok demektir. Fakat İllallah deyince Allah'tan başka bir varlık yok demektir. Bu Kelime-i Tevhidin üç kişiye göre anlamları değişir.

Şeriatta anlamı: Allah'tan başka ilah yok demektir.

Tarikatta anlamı: La İlahe İllallah: Evren dediğimiz bu kainatta Allah'tan başka yoktur.

Hakikatte anlamı: La Mevcude İllallah, Allah'tan başka bir varlık yok, tüm görünen varlıklar hep onundur, hep odur. İşte böyle La İlahe İllallah'ın anlamını idrak ettikten sonra, biz Allah'ı tevhit etmiş oluruz. Fakat bunlar da ilmidir. Tevhit ise, ilimle anlaşılacak bir mesele değildir.

Bu sebepten dolayı Pir Efendimiz Tevhit, ilmi değil, zevkidir, zevk etmekle olacaktır diyor. Bakınız Niyazi Efendi Hazretleri'nin bir sözü vardır.

     Zatı hakkı anlayınca zevk ile
     Bu Niyazi nice seyran eyledi

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere bu ilimle değil zevkle olacaktır. Zevk ise yaşamak ve tatmaktır. Bir kibarı kelam vardır. "Men lem yezük lem yarif" Tatmayan bilmez. Demek, tevhit tatmakla oluyormuş. Kur'an-ı Kerim bize bu tevhidi tattıracak birisini arayıp bulmamızı emir buyuruyor.

Cenabı Allah Kur'an-ı Keriminde bundan önceki ayette: "Ey iman edenler Allah'tan korkunuz ve Allah'a yaklaşmak için, bir vesile arayınız ve bu vesileyi aramakta çok ceht ediniz ki felah bulasınız." diyor.

Niçin çok ceht ediniz diyor? Çünkü vesileler çoktur. Buradan anlaşılıyor ki bu vesile, bir Mürşid-i Kamildir.

İşittik, falan yerde bir mürşid-i kamil var dediler. Gittik ona bağlandık, bize bir sürü esmalar talim etti. Şu kadar salavatı şerifler, şu kadar ihlaslar, şu kadar kelime-i tevhit çekeceksin. Bundan sonra kıldığın her namazın akabinde birer kaza namazı da kılacaksın dedi. Seni zaman zaman oyalar durur. Bunlara devam ettikten sonra, başlar senin gördüğün rüyaları tabir etmeye ve sana der; Şimdi sen çalışmışsın daha önceki derslerini bir misli fazlalaştırır.

Evet, ibadet, zikir iyi bir şeydir. Ama, ilimsiz ibadetinde bir faydası olmadığını bize Resulullah Efendimiz hadislerinde, Cenabı Allah Kur'an-ı Kerimin bir çok yerlerinde bildirmektedirler. Bir gün Resulullah Efendimiz meclise geldiği zaman şeytanı kapıda buluyor ve ona soruyor: Ey mel'un, ne duruyorsun burada? Şeytan ise, Ya Resulallah, içeride birisi namaz kılıyor. Girip onun namazını şaşırtacağı, velakin yanı başında biri uyuyor, ondan korkuyorum diyor. Peygamberimiz o zaman hadis'i irad buyurdular. (Nevmul alimi hayrun min ibadetil cahili) "Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır." Daha önce de okuduğumuz ayeti kerimesinde Cenabı Allah (Hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun) "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu" buyurmaktadır.

"Bu yolda çok ceht ediniz" denilmesinin sebebi ve hikmeti, gerçek bir mürşidi arayıp bulmamız ve ona bağlanmamızdır. Biraz evvel anlattığımız gibi, oyalayıcı mürşitlerden uzak durmamızı da Mısri Niyazi Efendi Hazretleri bir nutkunda beyan etmektedir. 

     Mürşid gerektir bildire

     Hakkı sana hakkal yakin

     Mürşidi olmayanların

     Bildikleri güman imiş 

Öyleyse bizi ilmel yakiynden alıp aynel yakine, aynel yakinden alıp, Hakkal yakine götürecek bir mürşidi kamili bulmamız biraz evvel okunan "Bu yolda çok ceht ediniz" ayetiyle de emir buyurulmaktadır. Demek ki, bunun gerçeğini arayıp bulmamız, bizler için farzı ayındır.

Çünkü, ilim tahsil etmek ister erkek olsun, ister kadın herkese farzdır. Bunun için Resulullah Efendimiz, (Ütlubülilme minel mehdi ilel lahdi) "İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz" buyuruyorlar. Bu nasıl bir ilim ki genç ve yaşlı önemli olmaksızın, ta mezara kadar tahsili isteniyor.

Demek ki, bu ilim, kolay bir ilim ki yaşlılar bile öğrenebilir. İster genç isterse yaşlı olsun, bu ilmi öğrenmenin bir kolayı mevcut olduğunu Kur'an-ı Kerim bizlere beyan ediyor. (Feinne meal usri yusran inne meal usri yusra) "Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır" yine tekrarlıyor. "Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır." Bu kolaylığı bulmamız için de gerçek bir mürşidi kamili bulmamız lazımdır. Eğer nakıs bir mürşide bağlansak, yani, öyle bir mürşide intisap edersek, bu zorlaşır kolaylaşmaz. Ama, bunun ehlini buldun mu, o güçlük kolaylığa döner. Fakat, bu güçlüğün içerisinde kolaylığı nasıl bulalım? Her şeyin güçlüğü zordur, kolaylığı ise ehvendir. Bu yola adım atan, bu yolun yolcusu olan bir kimsenin en önce, teslim olması lazımdır.

Bu alemden bu kadar dinler gelip geçti, fakat hiç bir dine islam dini denilmedi. Ancak Peygamberimiz Hz.Muhammedin dinine islam dini denildi. Peki, nedir bu islam? Teslim demektir, teslim olmaktır. Bütün mevcudiyetimizle verilen emirlere teslim olmaktır. Bir insan, teslimiyetiyle bu yola girerse, elbette yol kolay olur. Fakat teslimiyetinde bir kusur olursa, yol kolaylaşmaz güçleşir.

Madem ki bu yola girdik,  mesafe kat etmek de, istiyorsak bu yolda verilen emirlere teslim olacağız ve bu emirlere sımsıkı sarılacağız. Hidayet, herkesin kendi teslimiyetindedir. Bu teslimiyetiyle beraber, sadakatindedir. İşte, bu yola böylece girilirse, "Her güçlüğün yanında bir kolaylık var" ayeti kerimesine mazhar olmuş olur.

Musa Aleyhisselam elli vakit namaz emrettiğinde kavminden birisi, günde yüz vakit kılıyordu. Bu kimsenin hatunu kendisine sorduğunda, ey adam! Musa elli vakit emretti, sen neden yüz vakit kılıyorsun? Adam: Ya Musa Hak Peygamber değilse, halimiz ne olur diyor. İşte böyle olursa mesafe kat edilmez. Ne verildiyse, bunlara sıdk-u sadakatle teslim olup, harfiyyen yerine getirirse o kimseye bu yol kolaylaşır.

Nasıl ki her işte bir sermaye lazımdır. Bir insan, bir iş yapacağı zaman evvela sermayeye sahip olması lazım ki o işi çevirebilsin. Bu konuya Mısri Niyazi Hazretleri şu beyitleriyle açıklık getiriyor. 

     Sermaye bu yolda heman

     Teslim olup buna inan

     Sıdkile Allah'a dayan

     Etmez mi gör ihsan sana 

Şimdi, neymiş bu yolun kolaylığı? Teslim olmak imiş, bu teslim olmak nedir? Teslim olmak verilen emirlere riayet etmektir, ne fazla ne de noksan. Eğer, bu verilen emirler bir kişiye fazla geliyorsa, o zaman Cenabı Hakk'ın (La yükellifullahu nefsen illa vus'aha) ayeti kerimesine muhalefet etmiş olur.

Çünkü Cenabı Hak Teala Hazretleri hiç kimseye vushatından fazla yani taşıyamayacağı bir şeyi teklif etmiyor. Kim derse, bu verilen emirler bana çok geliyor, o kimse Allah'a karşı asi olmuş olur. Çünkü, Cenabı Allah taşıyamayacağımız bir yükü bizlere teklif etmez. Onun için bu yolun kolaylığı böylece başlayacaktır. Bundan önce okuna beyitlerde: 

     Mürşid gerektir bildire

     Hakkı sana Hakkalyakin 

Dendi. Burada salikin sıdku sadakatla teslimiyeti yeterli oluyor. Bundan sonrası artık, senin teslim olduğun, seni idare eden kişiye düşüyor. Nakıs bir mürşide düşsen dahi, senin sıdk-u sadakatin sana yardım edecektir.

Mevlana Hazretleri Mesnevi'sinde diyor ki: "Uyursan bir yol üzerinde uyu' Çünkü, bir yolcu geçerken seni uyandırır. Lakin, yolsuz bir yerde yatarsan, yabanilere yem olur gidersin. Eğer yolda uyursan, elbette gelip geçenin birisi seni uyandıracaktır."

Demek ki, sen nakıs bir mürşide bağlanmış olsan bile, senin sıdk-u sadakatin mevcut ise, bir gün gelecek seni gerçek bir mürşit, bir yolcu uyandıracak. O nakıs mürşitte bırakmayacaktır, ehlini bulduracaktır. Burada, salikin teslimiyet ve sadakati olursa kamilin de ona himmeti erişir ve onu ilmel yakinden alır, aynel yakine, aynel yakinden alır, Hakkal yakine getirir. Ne demektir bu Hakkal Yakin?

İbadet daima üçlüdür. Buna, zikirden başlayalım. Bir zikreden var, bir zikir var, bir de zikir olunan var. Aynı şekilde bir ibadet eden var, bir ibadet var, bir de ibadet olunan var. Şimdi Hakkal Yakine erişen bir kimsede, bu üçlü tek bir varlığa düşecektir. Hani, Hasan Fehmi Efendi'nin bir ilahisinde okuyorsunuz: 

     Salatı Vitri, kılan muhakkak

     Evvel ahir zahir batın olur Hak

     Kalmaz şirkin abid mabut olur Hak

     Yalvar kul Allah'a seher vaktinde

     Yalvar kul Allah'a beher vaktinde 

Salatı vitirde üç rekat olduğu için, vitir namazı deniliyor. Vitir, tek demektir. Halbuki biz bunu üç rekattan ibaret zannediyoruz. Bu üç rekat, bir rekata düşecektir. Peki nasıl bu üç rekat bir rekat olur?

Şimdi burada, bir namaz kılan var, bir namaz var, bir de namaz kılınan var. İşte burada ibadet, abid, mabut, bunlar üçü birleşecektir. İbadet eden, ibadet ve ibadet olunanın üçü bir olacaktır. Abit yani ibadet eden Hak olacak, ibadet Hak olacak, ibadet olunan da Hak olacak. İşte böylece bu üçlü varlık birleşmiş olacaktır.

Bu zevke ermeyenler ayeti kerimede buyrulduğu gibi (Vela yüşrik bi ibadeti rabbihi ehada) "İbadetleriyle bir olan Allah'a şirk etmesin hitabına uğrarlar." Bu gerçeği bize böyle, hakiki bir mürşit bildirecektir.

ALLAH KORKUSU

Ra’sul hikmeti mehafetullahi) “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Biz Allah’tan korkuyoruz, ama nasıl korktuğumuzu da bilmiyoruz. Allah’tan korkmak Allah’a şirk etmemekten gelir. Varlık sahibi Allah iken sen de ona karşı bir varlık çıkarırsan,sen durma de, ben Allah’tan korkuyorum. Allah senin korktuğunu kabul eder mi? Etmez. Allah Celle Celalühü diyor(Ellezine yü’minüne bil gaybi) “Şol kimseler ki gayba iman ettiler.” Neydi bu gayb? Resulallah Efendimiz kudsi hadisinde (Evliyai tahte kubabi la yurifuhüm gayri) “Kubbelerim altında-öyle-dostlarım vardır-ki-onları benden başka kimse bilmez.”

Hazreti Resulallah Efendimiz bu alemden geçeli ne kadar zaman oluyor? Varisleri, velileri yok mudur? Muhakkak vardır. Ama onlar bu alem içerisinde kaybolmuşlardır. Onlar da insan suretinde suretlendikleri için, halkın arasın da gizlenmişlerdir.

Bu sebepten dolayıdır ki pir Efendimiz bir yerde diyor. Allah’ı bulmak kolaydır, lakin Allah’ı bulduracak olan delili bulmak zordur. İşte Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen bu insanı kamili bulup ona iman edenler bir de salih amele sahip olursa, kurtuluşa ererler. Peki amelin salihi nasıl olur? Fail Allah iken sen bir iş işlersin de bu işi ben yaptım dersen bu amel salih olur mu? Olmaz.

Cenabı Allah (Vallahu Halekaküm vema ta’melun) “Sizi ve fiillerinizi halk eden benim” diyor. Ayrıca (La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil aziym) “Kuvvet ve kudret Allah’ındır” diyoruz. Peki hal böyle iken sen nasıl ameli salih işleyebilirsin? Demek a-melin salih olması, fail Allah olduğunu bilmekle mümkün. Fail Allah olduğunu bildiği zaman da ameli salih olur. Bu itibarla kişi esfeli safilinden kurtulmuş olur. İşte böyle kurtulanlar için Cenabı Allah ayeti kerimesinde (Felehüm ecrun gayru memnun) “Onlar için öyle ecirler vardır ki kıyasa gelmez” Yani insanların alemi ervahtan, alemi sufliyete düşüp tabiat esirliğinden kurtulması bir insanı kamili bulup ona iman etmesiyle mümkündür. Bir kişi insanı kamile iman etmedikçe esfeli safilinden kurtulamaz, Eğer insanı kamili bulup iman ederse fail Allah olduğunu öğrendiği zaman, esfeli safilinden kurtulmuş olur. O zaman kişi sonsuz ecir ve sevaplara nail olur.

Çünkü herkes kendi varlığıyla, benliğiyle hareket ediyor, varlık sahibini bilmiyor, bütün yaptığı riya. Varlığı kendine nispet yapıyor. Hayır da yapsa kendine nispet ediyor.

Alemi ahirette bütün insanlar yetmiş iki fırka olarak yani yahudi, hıristiyan, müslüman ve daha ne kadar inanç sahibi varsa hepsi yetmiş iki fırka olacak. Bunların kimisi ehli nar, kimisi ehli cennet. Bu gurupların içinden bir fırka var ki, Fırkayı Naciye dediğimiz bu fırka, ehli cennet olacak.

Bu sözü Resulallah Efendimiz naklettiği zaman Ashabı Kiram sordular: Ya Resulallah, bu fırkaya dahil olanlar kimlerdir? Bu fırkaya dahil olanlar bizim aramızda var mıdır? Bize gösterebilir misin? Onları tanımamızı sağlar mısın? O zaman Resulallah Efendimiz Bilali Habeşi Hazretlerinin eline bir çanak un veriyor ve diyor: Ya Bilal bu unu al kapı-kapı dolaş sor, belki bu gece aç yatan vardır, aç yatmasınlar çoluk çocuğuna çorba yapıp içirsinler. Bilali Habeşi Resulallah Efendimizin evinden bir çanak un alıyor ve ilk evin kapısını çalıyor. Tak. Tak. Tak. Hane sahibi soruyor: Ne istiyorsun Ya Bilal? Bu çanaktaki unu Resulallah Efendimiz gönderdi bir çorba yapıp çoluk, çocukları yesin dedi. Ya Bilal bizim şimdilik karnımız tok, belki komşuda yiyecek bir şey yoktur. Geçiyor komşuya aynı cevabı alıyor ve kapı kapı bütün mahalleyi dolaşarak aynı cevabı alınca bir çanak unu gene Resulallah Efendimizin evine getiriyor. Ya Resulallah, hepsinin de şimdilik yiyecek çorbası, ekmeği varmış. O zaman Peygamber Efendimiz İşte benim Fırkayı Naciyem bunlardır diyor.

Zahirde de böyle, gerçek de de böyle. Yani Fırkayı Naciye ehli tevhittir. Pir Efendimizin kurmuş olduğu bu cemiyette böyledir. Bu yolun salikleri gerek madden, gerekse manen kardeş olacaklar. Birbirlerini görecekler, hallerini, ihtiyaçlarını soracaklar. İhvanlık bu demektir. İhvan demek kardeş demektir. Kardeşin bir tarafta aç yatıyor sızlanıyorken, sen diğer tarafta serbestçe rahat rahat, yağlı, ballı yersen nasıl olur senin kardeşliğin? İhvanlık her yönüyle yardımlaşmaktır.

Hazreti İbrahim hiç misafirsiz sofraya oturmazmış. Misafir gelmedi mi sofraya oturmaz, çıkarmış yollara misafir beklermiş. Bir gün bir misafir geliyor, misafiri içeriye alıp önüne sofra çıkaracağı sırada soruyor. Hangi millettensin? Misafir ne o millet diyor? Hangi din densin? Nedir din diyor? Tekrar soruyor, hangi peygambere bağlısın? Nedir peygamber diyor? Peki sen Allah’ın kulu değil misin? Nedir o Allah diyor? Adamın hiçbir şeyden haberi yok, hal böyle olunca Hazreti İbrahim kusura bakma benimde sana verecek bir lokma ekmeğim yok deyince adam çekip gidiyor. Adam gider arkadan vahy-i ilahi yetişir.

Ya İbrahim ne kadar cimriymişsin! Ben kafir olduğunu bildiğim halde, kırk yıldır bir öğününü esirgemedim. O bir defacık senin kapına geldi, sen ondan iman talep ettin, ne kadar da cahilmişsin. Bunun üzerine Hazreti İbrahim adamın arkasından koşup yalvarıyor. Gel kardeşim karnını doyur, ben ettim sen etme. Adam yok gelmem. Yapma, etme gel karnını doyurayım. Ne dediyse gelmem diyor. Nihayet sırtına bindir götürürsen gelirim diyor ve sırtında getirip karnını doyuruyor.

Rahmeti Rahman umuma şamildir. Bu kafir, bu zındık, bu mü’min diye ayrılmaz.

ALLAHÜMMAHŞÜRNA Fİ ZÜMRETİSSALİHIYN

Bu duanın meali "Ey Allah'ım bizi salih kullarınla haşret" demektir. Bir haşır vardır. Bir de neşir. Haşır: Allah'ta toplanmamızdır. Bütün bu alem, sonunda Allah'ta toplanacaktır. İşte o toplantıda, salih kullarını huzuruna nasıl kabul etmiş isen, bizleri de öyle kabul et diyoruz. Peki, salih ne demektir?

Bütün mü'minler, evliyalar, peygamberler, bunların hepsinin ilk adı (ilk özelliği) salihtir. Bunun tersi de dalalettir. Onun için, Fatihayı Şerifte, yollarını şaşırmış, dalalete düşmüş kişilerden bizi eyleme, diye dua ederiz.

Bir insan nasıl salih kul olabilir? Hak Teala Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'in de bir çok peygamberleri övdü ve o peygamberler ki (Salih bir kul idi) diyor. Bir insan, salih olmayınca onun mü'minliği de taklit olur. Peki, bir insan nasıl salih olabilir? Bir insan, Allah'a iman ettikten sonra ki evvela iman gelir. Bununla beraber Allah'ın emir ve yasaklarını da gözetir, emirlerini yapar yasaklarından kaçınır. Fakat amelinin salih olabilmesi için, ayeti kerimede buyrulduğu gibi (Ellezine yezkurunallahe kıyamen ve kuuden ve ala cunubihim) Cenabı Allah akıl ve kalp sahiplerini, bu ayeti kerime ile beyan ediyor.

Ayeti Kerimenin meali: "O akıl sabipleri Allah'ı ayakta zikrederler, oturdukları zaman zikrederler, yattıkları zaman da zikrederler." İşte kalbini böylece zikre alıştıran bir kimse salih kul olur. Peki ayeti kerimede neden böyle "ayakta iken, otururken ve yatarken" buyruluyor? İnsan bünyesi bu üç mertebeyle yapılmıştır. Bir kişi ya ayakta olur veya oturur ve yahutta yatar. Çünkü, bir insan bu üç halin dışında bulunamaz. Böyle kimseler, bu üç halde de Rabbini unutmazlar ve daima anarlar.

Süleyman Çelebi Hazretleri, Mevlüdü Şerifinde aşağıdaki beyitleri bu ayeti kerimeye dayanarak yazmıştır.

     Her nefeste Allah adın de müdam

     Allah adıyla olur her iş tamam

Demek ki, bu ayakta durmak, oturmak ve yatmak, her nefesi teşkil ediyor. İnsan, bu üç mertebeden başka bir mertebeye giremez. Hangi mertebede olursa olsun, Rabbini unutmayıp daima anar ve bu anmasıyla da dalaletden kurtulur, salih bir kul olur. Duadaki (Allahüm mahşurna fi zümratissalihıyn) "Ey Allah'ım bizi salih kullarınla beraber haşret" denilmesinin hikmeti budur.

Peki, buradaki salih kullar kimmiş? Salih kullar zikri daim sahipleridir. Kimler, Allah'ı hiç unutmuyor daima anıyorsa salih kullar onlardır. Bu salih kulların da, her ne kadar, daha evvelden bir inançları var idiyse de, bu inançları taklit idi. Salih olmakla beraber, hakiki bir imana terakki edecektir. İmanı, kamil olacaktır. Yani olgun imana erişecektir. Çünkü iman üç bölümdür. 

     Birincisi, Taklit İman,

     İkincisi, İstidlali İman

     Üçüncüsü, Tahkik İman 

Ancak tahkik imana erişebilen bir kimse, salih kul olduğu için, bizlere öğüt şudur. Siz bana yalvarınız ve deyiniz ki: Ey Allah'ım, bizi Salihlerle beraber haşret. İşte, kişi bu salihlikten sonra Mü'mini kamil olur. Arifi Billah olur, Veliyullah olur. Peygamberlik devri geçtiğine göre, şimdiki asırda salihlerin en son varacağı mertebe evliya olmaktır. Bu evliyalığın bittiği yerde enbiyalık başlar. Peygamberlik başlar. Fakat Hak Teala Hazretleri peygamberliği ,Hz.Peygamberimiz ile nihayete eriştirmiştir. Hz.Muhammed den sonra başka bir peygamber gelmeyecektir. Yalnız, varisleri olan veliler, kıyamete kadar bakidir.

Peygamber Efendimizden sonra gelen bu velilere teşria nebileri denir. Resulullah Efendimizin risaletini ve getirdiği şeriatı koruyan, bunlar olacaktır. Bu şeriatı koruduklarından dolayı, bunlara Nebi denilmektedir.

Niyazi Mısri Hazretleri yazmış olduğu bir risalesinde İmamı Hasan ve İmamı Hüseyin Efendilerimizin nübüvvetlerine kail oldu. Yani, bunların nebi olduklarını risalesinde yazdı. O asırda Hüdai Mahmud Hz. var idi. Bu risaleyi okumasıyla itiraz etti. Dedi ki, Peygamberlik Hz.Muhammed ile nihayet buldu. İmamı Hasan ve İmamı Hüseyin Efendilerimiz Peygamber Efendimizden sonra oldukları için bunlar nebi değildir. Aralarında ihtilaf çıktı. Bu nifak arttı, o kadar uzadı ki son merhaleye geldi.

Mısri Niyazi Efendi Hazretleri, o zamanın padişahı Sultan Ahmet'e bir mektup yazdı. Fırınını yaktır, Hüdai Mahmud Hazretlerini de çağır. Ben de geleceğim, o yanar fırına gireceğiz. Ben, yazmış olduğum risalemde haksız isem fırın beni yaksın, fakat haklı isem onu yaksın, dedi. Bu durum karşısında Sultan Ahmet, Hüdayi Mahmut Efendi'yi çağırdı ve Niyazi seni fırına davet ediyor girebilir misin? dedi. Giremem dedi. Peki, ya müritlerinden herhangi birisi girebilir mi? Onlar da giremez dedi. İşte burada Niyazi Efendi Hazretleri divanında buyuruyor: 

     Yakın yalınlı külhanı

     Atın demirini frengili

     Çoktan arardım ben bunu

     Ya o beni ya ben onu 

Bu risale, 19.asıra raslıyor. İstanbul'da bu risaleler piyasada iken şeyhülislama müracaat ediyorlar. Efendim, şeriatımıza muhalif şöyle bir risale var. İmamı Hasan ve İmamı Hüseyin Efendilerimizin nübüvvetlerinden bahsediyor. Bu risaleleri toplatalım mı? Yoksa serbest mi bırakalım? Bu durum karşısında Şeyhülislam, risaleyi Hoca Efendiye verip tetkik etmesini istiyor. Pir Efendimiz tetkik ettikten sonra, "Niyazi Efendi haklıdır, serbest bırakılsın" diyor. Bu cevap karşısında şeyhülislam, aman hocam nasıl olur, peygamberlik Resulullah Efendimizde son buldu. Aynı zamanda bu ayeti kerime ile sarihtir. (Ma kane Muhammedün eba ehadin min ricaliküm velakin Resulallahi ve hatemen nebiyyin) Bunun türkçe anlamı "Muhammed hiçbir erkeğin babası olmadı. Erkek evladı olmadığı için erkeklerden ona baba diyen olmadı. Fakat o peygamberlerin sonuncusu ve Allah'ın elçisidir." Bu ayeti kerime, Resulullah Efendimizden sonra başka bir peygamber gelmeyeceğine işarettir.

Bu konuşmaların sonunda Pir Efendimiz Şeyhülislama dedi ki: Nübüvvet, yani peygamberlik iki kısımdır. Bir peygamberlik vardır, onlara risalet peygamberleri derler. Onlar şeriat getirici peygamberlerdir. Allah onlarla beraber kitap da gönderir. İşte böyle bir peygamber gelmeyecektir.

İkinci bir peygamberlik vardır ki bunlara Nübüvveti Teşria sahipleri denir. Onlar, dünya durdukça vardır. İşte, bunlar peygamberlerin varisleri olan velilerdir. Peygamberimizin zahir ve batın ilmini devam ettirenlerdir. Bunun yanında, hocalar da peygamberlerin varisleridir, vekilidir. Ama, yalnız şeriat hususunda.Bu iş, yalnız şeriatla değil, bu şeriatın bir de hakikatı var. Hakikati de bulmak için ayrıca bir ilim lazımdır. Kur'an-ı Kerimde bu ilme, Ledün ilmi deniliyor. İşte, bu ilmi öğrenmesi için Cenabı Hak Hz.Musayı Hızır'a gönderdi. Bu gibi Hızırlar Nübüvveti Teşria sahipleridir.

Peygamberimizde zahir ilmi olduğu gibi, batın ilmi de mevcut idi. Batın ilmi için bir hadisi şerif vardır. (Li meallahi vaktün la yeseuni fihi melekün mukarrabün vela nebiyyün mürselün) "Benim Allah'la öyle bir vaktim vardır ki ne bir meleki mukarrep yani Allah'ın en yakın melekleri ne de bir nebiyy mürsel, benim o sırrıma agah olurlar." Bu, Resulullah Efendimizin Mahmut Makamının bir neticesidir. Bu ilmi ve anlayışı, Hak Teala Hazretleri Resulullah Efendimizden başka birine bahşetmedi. Resulullah Efendimiz, bu ilme sahip olmasıyla, dünyada bütün insanlara rahmet ettiği gibi, alemi ahirette de şefaat edecektir. Cenabı Allah'tan dileyelim, isteyelim, niyaz edelim ki, bizi de onun şefaatinden mahrum etmesin.(AMİN)

 

BEKAYI MÜLKÜNDEN EYLEDİM TEŞRİF

(Aşık Mustafa Efendi) 

     Bekayı Mülkünden eyledim teşrif

     Bu darı fenaya imtihan için

     Gece ve gündüz muradım budur kim

     Cemali Pakini anlamak için

Varlık aleminden, bu geçici yokluk alemine imtihan için geldik. Her zaman da imtihan olunmaktayız. Şimdi burada bu soru çıkıyor. Hak Teala Hazretleri bizim he halimizi bilmez miydi, bizi imtihan ediyor? Çünkü Kur'anı Kerimde Estaizübillah: (Ve esirru kavleküm evicheru bih innehu alimun bi zatissudur) Sadalallahülazim. "Siz sözünüzü gizleseniz veya açıklamış olsanız, Allah-u Teala içinizden geçenleri bilir." Şu halde imtihana ne gerek kalır." Yunus dahi bir sözünde diyor ki: 

     Terazi kurdun beni tartmaya

     Kastettin beni od'a atmaya

     Mizan ana yakışır bakkal ola

     Veya kuyumcu attar ola

     Sen habirsin bilirsin halimi

     Ne gerek kim tartarsın amalimi 

Bu itibarla, Hak Teala Hazretlerinin bizleri imtihan etmesine lüzum yoktur. Ancak, insanlar kendilerini olgun zannederler. Halbuki olgunluk, bir imtihan neticesinde anlaşılmış olur. Aynı zamanda bu imtihan celali tecellisi ile olacaktır. Kişi buna sabır gösterirse, yani bu celali tecellisinin de ondan olduğunu bilirse, olgunluk ancak o zaman peyda olur. Yunus'un dediği gibi: 

     Kahrında hoş ,lütfunda hoş

Ancak, böyle düşünenler imtihanı kazanmış olurlar. İşte, bu geçici alemde her zaman bu imtihanlarla karşı karşıyayız. Aşıkın, "Bu darı fenaya imtihan için geldik" dediği budur. 

     Gece ve gündüz muradım budur kim

     Cemali pakini anlamak için 

Ayeti kerime'de "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler ve tevhit edip bilsinler için halk ettim" buyrulmaktadır. 

     Muradım Mürşidi Kamile varmakta

     Kendi bildiklerim terkeylemekte

     Soru hesabını bunda vermekte

     Ahirette suale durmamak için 

Peygamber Efendimiz hadisi şeriflerinde buyuruyorlar: "Hesap günü gelmezden önce hesabınızı verin." Hesap günü gelmeden önce hesap nasıl verilir? Hakiki bir mürşidi kamili bulmak ve onun huzurunda tüm bildiklerimizi unutmakla ve ondan öğreneceği ilimle mümkün olacaktır. Çünkü, soru kimlere sorulacak? Bilenlere sorulacak. Bize ilim Hakk'ın olduğu bildirildiğinde, biz bilimsiz kalırız. İşte onun için bu sorulara cevap, "bilmem" olacaktır. 

     Mürşidi kamile varıp kul olan

     Kendi kendisini arayıp bulan

     Aşkın ateşine yanıp kül olan

     Cehennem narına yanmamak için 

Bu beyitlerde söylendiği üzere hakiki bir mürşide kul olan, kendisini arayıp bulacaktır ve o mürşidi kamilden aldığı aşk ile, kendi benliklerini yakacaktır. Varlığından bir eser kalmayınca, cehennem o kimsenin yakacak bir şeyini bulamayacaktır. Bu gibi kişileri Hak Teala Hazretleri Kur'an-ı Kerim'inde müjdeliyor: Estaizübillah: (Ela inne evliya Allahi la havfun aleyhim velahüm yahzenun) İşte bu sırra mazhar olmuş insanlara, Allah, "dostlarım" diyor. "Bunlar için korku yoktur, onlar mahsun dahi olmazlar." 

     Ger ölümden korkar isen alemde

     Mürşide bende ol çıkma izinden

     Mutu kable ente mutu sırrını

     Anlamaktan murat ölmemek için

Herkesin korktuğu bir ölüm vardır. Her kim bu ölümden korkuyor ise, mürşide bende olup, sımsıkı bağlanması ve onun izinden çıkmaması gerekir. Mürşide bağlanma nedir? Verdiği emirleri harfiyyen kabul edip yapmaktır. Çünkü, mürşidin emirleri Hakk'ın emirlerinden başka bir şey değildir. Mürşidin emirlerini yapan Hakk'ın emirlerini yapmış olur.Tam aksine, emrine riayet etmeyen Hakk'ın emirlerini yapmamış olur. Ölmezden evvel ölmenin sırrı ölmemektir. Zaten Muhiddin-i Arabi Hazretleri buyuruyorlar ki: "Mevcut, madum olmaz, madum dahi mevcut olmaz." Yani var yok olmaz, yok dahi var olmaz. İşte bağlandığımız mürşit, bizim yokluğumuzu bize bildirip, bizi Allah'ın varlığıyla var etti mi, artık böyle bir varlığa yokluk denmez. 

     Şükriyayım haberini vermekte

     Hak ile birlikte kaim olmakta

     Hakk’ın cemalini bunda görmekte

     Anda mahcup mahzun olmamak için 

Aşık Mustafa kendi mahlas'ını Şükriya koymuş. İlahisinde diyor ki; Bu haberi size duyuruyorum. Hak ile birlikte olduğunuzu bilin. Çünkü kul bir mazhardır. Onun mazharında var olan O'dur. Bu itibarla, kul her zaman onunladır. Hakk'ın cemalini burada gören kimseler, ahirette mahcup ve mahzun olmazlar. Ayeti kerime ile sabittir. "Allah'ın dostlarına korku ve hüzün yoktur." Allah bu tayfalardan bizi ayırmasın (AMİN) 

BEN AŞKIN NARINA PERVANE GELDİM

(Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi)

Nasıl pervane kendini ateşe atıyorsa, ben de aşkı ilahi gelince, ona karşı pervane oldum. Hepinizce malumdur. İsmail Aleyhisselam, Halil İbrahim Aleyhisselam'ın oğludur. Hz.İbrahim, Cenabı Hak'tan bir evlat talep etti. Yarabbi, lütfunla bana bir evlat ihsan et, sevdiğimi sana kurban edeyim dedi. Vaktaki İsmail Aleyhisselam dünyaya geldi. Başladı İbrahim Aleyhisselam rüyalar görmeye: Ya İbrahim, vaadinde durmaz mısın? Düşündü, katar katar sevgili develeri vardı, bunları canından sevgili tutup hepsini yatırdı ,kurban etti. Ama, yine aynı rüyayı gördü. Ya İbrahim, sözünde durmaz mısın? O zaman İsmail'i kurban edeceği kanaatine vardı. (Len tenalül birra hatta tünfiku mimma tuhibbun) "En çok sevdiğinizi infak etmeyince, bir yere ulaşamazsınız" diyor. O zaman düşündü, hakikaten, herşeyimden fazla sevdiğim oğlum İsmail'dir ve oğluna dedi ki: Ey oğulcuğum bu gece rüyamda seni kurban ediyordum. İsmail dahi; baba gördüğünü icra et dedi. Bunun üzerine Hz.İbrahim, oğlu İsmail'i çöle götürerek ellerini bağladı. O zaman İsmail: Ey babacığım, benim ellerimi niçin bağlıyorsun? sana karşı mı geleceğim? Benim ellerimi çöz. Bütün kurt, kuş, melekler şahit olsunlar ki, İsmail babasına mutidir. Yalnız senden ricam, gözlerimi bağla. Çünkü göz nurdur, gözlerime bakarken kesmeye kıyamazsın. Sana merhametin galip gelir bırakırsın. İşte, onun için gözlerimi bağla dedi. Bu bize neyi emrediyor? Bir insan masivaya bakan gözlerini kapamayınca, yummayınca, ona Didarı Hak müyesser olmaz .İşte, bize de Fehmi Efendi Hazretlerinin sözü bunu emrediyor. 

     İsmailim canı kurbana geldim

Bu İsmail'den murat, İbrahim Aleyhisselamın canı idi. Bu hakikati kitaplar bize remzle,  misaller ile anlatmak istiyorlar. Bir insan da bütün varlıklarında geçince, yalnız canı kalır. Cenabı Allah, onu da kurban istiyor. Peki, bu can nedir? Bu can ki insanın benliğidir. İşlediği işler, kuvveti, gücü, vücudu bunlar hepsi birer can idi. Onun için Mısri Niyazi Efendi Hazretleri bir yerde diyor. 

     Eğer bir can ise hüsnün pahası

     Nice yüz bin anın olsun fedası 

Senin güzelliğine paha bir can ise, bin canım olsun onun fedası diyor. Var mıydı bin canı? Var ya, nasıl yok. Senin tırnağından tepene kadar her tarafın bir candır. İşte, bu canı böylece kurban ettiği zaman, insan aradığını bulacaktır. İnsanlara perde yine kendisidir. Kişi, kendinin ortadan kaldırdıktan sonra, aradığı karşısına çıkacaktır. Bundan sonra devam ediyor. 

     Leylanın zülüfü göründü bana

     Mecnunum ben bunda divane geldim 

Zülüften murat tecelliyi ilahiyedir. Cenabı Allah bir kuluna tecelli etti mi, kulun mecnun olmaması imkansızdır. Tecelli dediğimiz nedir? Allah'ın görüntüsüdür. Yani, bir kişiye Allah göründü mü, o kişinin mecnun olmamasının imkanı yoktur. Peki mecnun ne demektir? Mecnun, kendi variyetini kaybetmiş, variyetsiz kişidir. Yani ne aklı, ne fikri, ne görmesi, ne duyması, hiçbir şeyi kalmamış durumda olan kimsedir. Aşkın ateşine kim pervane olur, ilahi aşka kendisini pervanenin ateşe attığı gibi atarsa, o zaman Leyla'nın zülüfü ona tecelli eder. Çünkü, tecelli mutlaka bir isim giyecektir. İsimsiz tecelli olmaz. Onun için arif olan kişiler, her ne türlü tecelli olursa olsun, hangi esmayı giyerse giysin, tecellinin nerden geldiğini anlar, anladıktan sonra da kendi benliğini kaybeder, Mecnun'a döner. Bundan sonra da yine devam ediyor. 

     Yakub gibi ağlar iken Kenan'da

     Yusuf'un didarın görmeye geldim 

Yakub Aleyhisselamın zahiren anlatılan hikayesi çok. Biz bu hikayelerin gerçek manada anlatmak istediğini arayalım. Yakub'dan murat bir insanın tenidir. Yusuf'tan murat da canıdır. Ten cana aşıktır, daima cana kavuşmasını ister. Peki, ten cana aşık ise, ya can neye aşıktır? O da tene aşıktır. Can niçin tene aşık oldu? Burada bir insan diyebilir ki, bizim tenimiz var, canımız yok mu? Canımız var ama, canımızdan haberimiz yok. Bir insan teninin can olduğunu, cana kavuştuğunu nasıl bilebilir? Nasıl anlayabilir? Bunların sırlarını büyüklerimiz bize bırakmış oldukları "Divan" larında anlatmışlar ,divanlardan okuyoruz. Yani bizler hazır sofralardan istifade ediyoruz. Niyazi Efendi Hazretleri buyuruyor: 

     Tende canım canda cananımdır Allah hu diyen 

     Bir insanın teni can olursa; yine Niyazi Efendi Hazretleri buyuruyor: 

     Cümle azadan gelir

     Zikri Enel-Hak naresi 

Demek ki, bir kişi kendi tenindeki bütün azaların Enel-Hak dediğini işitirse, işte o zaman kişinin teni cana kavuşmuştur. Yakub Aleyhisselam'ın da ağlayıp sızladığı, işte böyle bir cana kavuşmak idi. Yakub Aleyhisselam'ın tüm azalarında, zikri Enelhak sadasını işitmesini istemesi bu sebeptendir.

Çünkü bir can, insanın bütün vücudunu istila etti mi, o can şimdi der; el benim, göz benim, kulak benim, dil benim. İşte, Yakub Aleyhisselam'ın Yusuf için ağlaması bunun içindir.

Kenan denilen ülke ise, Yakub'un doğduğu memleket idi. Fakat Yusuf'u burada kaybetti. Bir insan dünyaya geldiği zaman, o insanı Cenabı Allah en güzel suretle yaratmıştır. Fakat insan büyüyünce o güzel sureti, nefsi emmare olan zalim hükümdar zapt eder, o zaman ne ruh kalır ne bir şey, nefsi emmare hakim olur. Eğer,bu memleketten hicret etmezsek Yusuf'a kavuşamayız. Yusuf Mısır'da iken Yakub gece gündüz ağladı, gözleri dünyayı görmez oldu. Ne yazık ki Mısır'a gitmeyince Yusuf gelmedi. Yakub Yusuf'un yanına gitti.

Bizler de bu tabiat hallerimizden, nefsani hallerimizden, yani bu memleketlerden hicret edeceğiz ki, ruh olan Yusuf'a kavuşabilelim. Fehmi Efendi Hazretleri hep buraları gezmiş dolaşmış. 

     Musa olup bir dem asayı alıp

     Emrile Fir'avn'un cengine geldim 

Nedir bu asa? Kamillerimiz bu asayı bize verdiler. Asa silahtır. Silahsız bir insan düşmanla mücadele edemez. Biz nefis memleketinde iken, o bir Firavun idi. Bu asayı bize vermeselerdi, biz Firavun ile cenk edemeyecektik. Biraz önce sözü geçen bu asa ne idi? Bize verilen telkin idi. Bütün bu emirlerle beraber zikri daim idi. Zikri daim ve bize verilen emirler, telkinler birer asadır. Biz bunlarla, o zalim hükümdarla uğraşacağız.

Bir gün Ashabı Kiram harbi kazanmışlar, sevine sevine evlerine dönüyorlar. O zaman Peygamber Efendimiz, daha henüz harp bitmedi, biten küçük harb idi, şimdi büyük harp başlıyor. Ashabı Kiram; aman ya Resulallah yine mi? Şimdi başlayacak olan büyük harp nefisle mücadeledir. Cihadı Ekber olan büyük harptir buyuruyorlar.

Bizler de Kenan ilinden kurtulup, Yusuf'a kavuşmak istiyorsak, çok mücadele edeceğiz. Yakub Aleyhisselam o kadar çok mücadele etmişti ki, ağlamaktan gözleri kör olmuştu. Biz de masivayı gören gözlerimizi kapatacağız, yumacağız ki Mısır'a giden yol bize açılsın. Yusuf'a kavuşalım. Firavun ve nefsi emmareyle olan mücadelemizde, bize verilen emir ve yasaklarla beraber zikri daimi hiç unutmayalım. O zaman Firavun olan nefsimize hakim olup, Firavun'u fethetmiş oluruz. 

     Şol Zülkarneyn gibi alem gezerken

     Menbai mağribin gölüne geldim 

Zülkarneyn Aleyhisselamın Kur'anı Kerimde bahsi geçiyor: Zülkarneyn bir yol tuttu. O yol onu güneşin battığı yere kadar getirdi. Orada bir kavim ile karşılaştı. Onlara, Allah şunları emrediyor, şunları yasaklıyor. Eğer Allah'ın emirlerini yaparsanız, mükafatlanırsınız. Yapmazsanız cezalanırsınız, diye söyledikten sonra başka bir yol tuttu. O yol ise, onu güneşin doğduğu yere getirdi. Orada bir kavim buldu. Fakat bu kavim, hem uryan, hem de sözleri anlaşılmıyor. Kimse onların sözlerinden bir şey anlamıyor. Onlara da aynı tebliği yaptı. Allah şunları emrediyor, şunları yasaklıyor. Emirlerini yaparsanız mükafatlanırsınız, yapmazsanız cezalandırılırsınız. Oradan yine bir yol tutuyor, bu sefer Yecüc ve Mecüc'den şikayetçi olan başka bir kavimle karşılaşıyor. Bu kavim, Zülkarneyn Aleyhisselam'a, ey büyük melik; sen bize yardım et, istediğin malzemeyi getirelim şu iki dağ var ya, oradan Yecücü ve Mecüc diye birileri geliyor, bizleri rahatsız ediyor, onlara bir set çek. Zülkarneyn Aleyhisselam da ne kadar bakır, demir aletler var ise getirip, dağ arasına yığdırıp ateşler. Yanan maddeler tunçtan set olur. Bu şekilde Yecüc ve Mecüc'ten kurtulmuş olurlar.

Fehmi Efendi Hazretleri de, Zülkarneyn gibi ben de bu alemleri dolaştım diyor. Bakın burada üç alem saydı, batı'da bir alem, doğu'da bir alem, bir alem de Yecüc ve Mecüc'ten şikayet edilen. Bu kavimleri biz tevhit zevkimize göre nasıl düşünüp anlayabiliriz?

Batıdaki kavim Kurbi Nevafil sahipleri. Doğudaki kavim de Kurbi Feraiz sahipleri, onların vücutları yoktur. Onların sözlerinden halk bir şey anlamaz. Yecüc ve Mecüc'ten korunmak için set isteyen kavim de ehli zahirdir. Fehmi Efendi Hazretleri zahiren değil, batınen gezdi. Mısri Niyazi Efendi Hazretlerinin bir sözü vardır: 

     Gönülleri durultur erenlerin halveti

     Ölüleri diriltir erenlerin halveti 

Burada, kabirde yatan ölülerin diriltilmesini anlamayın diyor. Bu zahiri değildir. Ancak mısraların sonunda belirtildiği gibi batınidir, zevkidir. 

     İçeriden içeriye erenlerin halveti 

Olgun, ergin bir kimsenin ölüleri diriltmesi, Resulullah Efendimizin hadisi şerfilerinde buyurduğu üzeredir.

"İnsanlar uykudadır, ancak öldükleri zaman uyanacaklardır." Çünkü uyku ölümün kardeşidir. Uyku ile ölümün bir farkı yoktur. Resulullah Efendimize, Ya Resulallah, bize biraz ölümden bahset dediler. O zaman Peygamber Efendimiz, "Siz bana uykudan haber verin, ben de size ölümden haber vereyim." dedi. Çünkü hadisi şeriflerinde "ölümle uyku kardeştir" buyurmuşlardır.

Böyle uykuda olan kimseleri "Erenler" in halveti diriltir. Yoksa, siz bunu kabirlerde yatan ölüler zannetmeyiniz. İşte Fehmi Efendi Hazretlerinin de Zülkarneyn gibi alemleri gezmesi manendir. Fehmi Efendi doğudaki kavmi bulup onlara da aynı tenbihi yaptı sonunda hakikati, ehli zahire set çekti. Fehmi Efendi Hz.işte bunu demek istiyor. 

     Bir gece Muhammed ile miraçda

    Ev edna bahrını seyrana geldim 

Her ne kadar ev edna bahrı, Hazreti Resulullah Efendimize ait ise de, bazı veliler oraya teberrüken (bereketlenmek için) girerler, yani tebrik için girerler. Fakat yine dönerler. Fehmi Efendi de, ben tebrik için "Ev Edna" bahrını seyrettim diyor. 

     Kenzi mahfi idim ilmi ezelde

     Talibi'yim tende mihmana geldim

İlmi ezel insanın ilk sülukudur. İnsan ne zaman kamile biat eder, ilmi ezelisi başlar. Çünkü, bundan sonra ona ilim taalluk edecektir. Böylece ilmi ezelde, o küntü kenz hazinesinde, ben de mevcut idim. O küntü kenz hazinesinde, Nuri Muhammedi ile beraber ben de var idim diyor. Bütün alem de var idi. Böylece o, Yakub oldu, Yusuf oldu, Musa oldu, Zülkarneyn oldu. İşte, ben hep bu alemleri geze geze geldim, şimdi de Talibin teninde misafir oldum diyor. 

BEN SANIRDIM ALEM İÇRE BANA HİÇ YAR KALMADI

(Niyazi Mısri Efendi)

Kendisinin bir varlığa sahib olduğunu düşünen, kendi varlığında yaşayan, kendisini beğenen ve kendisinden daha üstün, kendisinden daha güzel olmadığını düşünen insanlar, kendisine bir dost bulamaz. 

     Ben sanırdım alem içre bana hiç yar kalmadı

Yar: Ahbab, dost demektir. Ben diyor, bana bir dost kalmadı zannediyordum, fakat ne zaman ben, beni terk ettim, yani bencilliğimden çıktım, o zaman anladım ki, ağyar kalmadı, yani bir yabancı kalmadı diyor. Eğer biz de ehli tevhidiz diyorsak kendimiz kontrol edelim, böyle görebiliyor muyuz? Bütün alemi eşit olarak hiç yabancı görmeden bakabilme zevkine erebilirsek, o zaman biz tevhide uygun olmuş oluruz.

Cümle eşyada görürdüm har var, gülzar yok

Bütün bu eşyaya baktığımda hep diken görüyordum, gül göremiyordum. Fakat ne zaman benliğimden geçtim, benliğimi bıraktım ,baktım ki her taraf güllük gülüstanlık olmuş. 

     Gece gündüz zaru efgan eyleyüp inlerdi dil

     Bilmezem noldu kesildi ah ile zar kalmadı 

Tevhidin iki yönü vardır. Bu iki yönden birisi insanı kabzeder. Bu kabızlık geldiği zaman da diyor, gece gündüz durmayıp inlerdi dil. İnsan o kabızlık makamına geldiği zaman hiç rahat edemiyor. Ne zaman o kabızlıktan kurtuluyor? 

     Bilmezem noldu kesildi ah ile zar kalmadı 

Kabızlık geçti. Kendisine kabızlık gelmeyen hiç bir kişi yoktur. Makamatı tevhitte de kabızlık makamı vardır. O makam sıkar, bu makamın halidir. Ama insan ister ki hiç kabız olmasın. Bu mümkün müdür? Yani hiç sıkıntıya düşmesin, hep rahat yaşasın bu olamaz. Çünkü makamatın icabıdır. Niyazi Efendi Hazretleri de,o makama geldiği zaman bunları söylüyor. 

     Gece gündüz zaru efgan eyleyüp inlerdi dil 

     Ne zaman o kabızlık hali geçti, bir ferahlık, bir rahatlık geldi. 

     Bilmezem noldu kesildi ah ile zar kalmadı 

Bundan sonra devam ediyor. 

    Gitti kesret geldi vahdet, oldu halvet dost ile 

Kesret kalabalık, vahdet birliktir. Ama bu insanların nazarına göredir. Yoksa kesret bitti demesiyle bu alem ortadan kalkmış değildir. Bu kalabalık yine devam ediyor. Fakat, zevk ve yaşantı sana gelecektir. Bu yaşantı insana nasıl gelir? İnsan arif olduğu zaman, kesretin, vahdetin ne olduğunu idrak etmiş olur. Kesret: Fiiller, esmalar ve sıfatlardır. Arif sıfatın bir varlığı olmadığını, esmanın bir varlığı olmadığını, ef'alin bir varlığı olmadığını anladığı zaman, gerek ef'al, gerek esma, gerek sıfattan görünen bir olan Allah'ın zatını zevkle müşahade ederse, ondan kesret gitti vahdet geldi ve birlik zevkini aldı demektir.

Bütün bu esmalardan, sıfatlardan tecelli eden, Allah'ın bir olan zatı olduğunu müşahade eder. İşte o zaman ferahlanır, anlar ki, kendisine vahdet tecelli etti. Onun nazarında kesret kalmadı. 

     Gitti kesret geldi vahdet, oldu halvet dost ile 

Dost bütün etrafı ferahlattı. Ne esmalarda, ne sıfatlarda, hiç bir varlık bırakmadı. O birliği her zerrede müşahade etti, ne şehir kaldı ne pazar kaldı. Yalnız şehir ve pazarların bizatihi kendisi olduğunu müşahade eder. En sonunda muğlak bir şey var ki bazı insanlar burada sapıtıyor. 

     Din diyanet adetü şöhret kamu verdi yele

     Ey Niyazi noldu sende kaydı dindar kalmadı 

Bazı kişilerin ağzından çok kez işitmişimdir. Koca Mısri Niyazi bile dini diyaneti terk etmiş, "dinle bir kaydı, bir bağlantısı kalmamış" diyor. Ve kendini sapıklığa veriyor. Ama bu söz onların anladığı gibi değildir.

Niyazi Efendi Hazretleri tevhide süluk etmezden önce bir dine, bir diyanete sahip idi. Bu dinin emrettiklerini de hep kendi bencilliğiyle yapıyordu, fakat ne zaman tevhide süluk etti ve tevhidi idrak etti, eyvah, yazıklar olsun benim şimdiye kadar yaptıklarımın hepsi boş imiş, diye düşündü. Tevhide süluk etmesiyle dinin ne olduğunu anladı. Öylece, kaydı dindar kalmadı diyor. Çünkü önceden o dine bağlılığı cehennem korkusu ve cennete girme sevdasından idi. Fakat bunun sakat bir ibadet olduğunu, ancak tevhide süluk edince anladı ve bundan sonra yaptıklarını Allah rızası için yapmaya başladı. Önceden ise cehennem korkusu ve cennet ümidi ile yapıyordu.

İşte Niyazi Efendi böyle kayıtlı dindarlığı bıraktı. Muhiddin-i Arabi dini, Fususul Hikem'inde iki kısma ayırıyor ve diyor; Birisi insanların kurduğu dindir. Birisi de Allah'ın kurmuş olduğu dindir. Bu şeriattır. Şeriat nedir? Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır. Bu Allah'ın dinidir.

Bir insan Allah'ın emirlerine riayet eder, yasaklarından kaçınırsa, dini kumuş olur. Onun için Allah'ın emir ve yasakları şeriattır. Emir ve yasaklarına uyanlar, dinini kendi yapmış olur. Eğer ibadet cennet ve cehennem için yapılırsa, kayıtlı bir din olmuş olur. Şayet doğrudan doğruya Allah'ın rızası için yapılırsa, o gerçek olandır. Yalnız, burada Allah'ın rızası için yapıyorum diyorsan, bu da makbul değildir.

İbadet hususunda Pir Efendimiz bir işareti vardır. Üç türlü ibadet vardır. İnsanlar da bu ibadetlere göre üç kısma ayrılmıştır. Hepsi abittirler, ibadet edenlerdir. Bunların bir kısmı avam, bir kısmı ebrar, bir kısmı da mukarrebin adıyla anılır.

Avam kimdir? Bunların ibadetleri nasıldır? İbadetlerini cehennem korkusu ile ve cenneti ümit ederek yapan kimselere avam denir. Bunlar, ibadetlerini nefisleri için yaparlar.

Ebrarlara eglince, ebrarlar ehli tariktir. Onlar ibadetlerini güya Allah rızası için yaparlar. Ama, Allah'ı ayrı, kendilerini ayrı olarak düşünürler. Bu makbul değildir. Çünkü kendilerini Allah'tan ayrı olarak tasavvur ediyorlar. Bu hususta bir kelam vardır: "Ebrarların işledikleri sevap, mukarrabler yanında günahtır." Onun için ebrarlar ibadetlerini Allah rızası için yapıyor ama, Allah'ı ayrı kendilerini ayrı olarak tasavvur ettiklerinden dolayı, bunların işledikleri sevap mukarrebler yanında günah olur.

Mukarrebler ibadeti Hak'tan alırlar, Hak ile Hakk'a yaparlar. Abit, Mabut, İbadet üçü de Hak olur. İşte Efendi de böyle bir dine geçti, böyle bir dini kazandı, kayıtlı olan dini terk etti. Dinin ne olduğunu "abit, ibadet, mabut Hak" olarak idrak etti. Böyle bir dine geçtiğinden, eski dinini rüzgara verdi. Yoksa, Niyazi Efendi idraksız olarak bir din terk etmiş değil. Ben bir din kuracağım deyip de sapıklığa gitmek insan işi değildir.

Niyazi Efendi din kaydını bırakmış biz de bırakalım. Sakın böyle bir niyette bulunmayalım. Din nedir? İbadet nedir? Elhamdülillah, bunları ilmi tevhitle hepimiz anladık. Zannetmiyorum bizim ihvanımız bunu söylesin. Ben bu sözü ehli tarikin birisinden işitmişim. Bizim ihvanımız bunu yapmaz.

f t g m